MEHMET AKİF OKUR
Makalenin yazılış sebebi, akademik bir mahfilde İbn Haldun’un Mukaddimesi etrafında dönen uzun “medeniyet tasavvuru” tahlilinin “Türksüz anayasa” isteğine bağlandığı bir sohbettir. Hadiseyi aktaran dostumun paylaştığım hayreti, benzer görüşlerin mevcut konjonktürde olmasa bile gelecekte de işitilebilmesi ihtimaliyle birleşerek meselenin ele alınması ihtiyacını doğurdu.
Düşünce tarihimizin son yüzyılında üretilmiş, medeniyet kavramını merkezine alan zengin sayılabilecek bir literatüre sahibiz. Bu köklü tartışmanın canlanışı, Türkiye’deki özel gelişmelerin yanı sıra dünyadaki genel fikri iklimle de uyumlu. “Medeniyet tasavvur etme/medeniyeti yeniden tasavvur etme”, hayli girift ve sancılı bir kolektif zihni süreç. En önemli parçaları arasında ise aktüel toplumsal hafızanın arka saflarına itilmiş anlamların hatırlanışı, restorasyonu ve yenilenerek hayatla buluşturulması çabaları yer alıyor. Hem ortak idrakimizin bütünüyle dışına düşen hem de canlılığını korumakla beraber bazı anlam katmanları silinmiş/örselenmiş kavramlar üzerinde yürütülen entelektüel bir uğraştan söz ediyoruz. Bu açıdan baktığımızda, Türklüğü kazıma arzusu bir medeniyet tasavvuru gayreti olmaktan çok medeniyet tahribi faaliyetine denk düşüyor. Hele İbn Haldun’dan hareketle bu işe soyunmak, aşağıda göreceğimiz gibi, en hafif ifadeyle tam bir kara mizah tablosu teşkil ediyor.
İbn Haldun, sesini Doğu’da ve Batı’da zamanının çok ötelerine taşıyabilmiş, insanlık tarihinin kaydettiği ender düşünürlerden biri. Şöhretini de büyük ölçüde, yazdığı tarihin pek çok dünya diline çevrilen “Mukaddimesine” borçlu. Mukaddime, Türkiye’de de sosyal bilimcilerin son dönemlerde artan ilgisine mazhar olmuş vaziyette.
Ancak, Mukaddime’de ortaya konulan zengin kavram dünyasının inşâsında Türklerin ve Türk Devleti’nin yeri, ülkemizde az biliniyor. Oysa İbn Haldun’un geç tercüme edilen Hatıratı, asabiye teorisini Türkler üzerinden yorumladığını gösteriyor. Hem de Timur’un huzurunda...
TİMUR İLE ŞAM’DAKİ BULUŞMA
Emir Timur ile İbn Haldun, 1401 yılının Ocak-Şubat aylarında Şam eteklerinde otuz beş kez bir araya gelirler. Bir tarafta Yemen’den Endülüs’e uzanan aile kökleri, Mağrip-Mısır’da geçen hayatı ve Maliki Kadısı unvanıyla İbn Haldun, diğer tarafta da Hoca Ahmet Yesevi’ye hürmetiyle meşhur Türkistan’ın kudretli hükümdarı ve etrafındaki Hanefi ulema vardır. Doğu’dan Batı’ya bir medeniyet çemberinin sembolik tamamlanışı olarak da değerlendirilebilecek Şam buluşmasında İbn Haldun, Türklerle ilgili hayranlığını Timur’a açıkça ifade eder. Hareket noktası ise meşhur asabiye teorisidir. Timur’la ikinci konuşmasında, otuz-kırk yıldır kendisiyle görüşmeyi ümit ettiğini söyleyerek söze başlar. Bunun sebebini de şöyle açıklar: “...Birincisi, sen âlemin sultanı, dünyanın kralısın. İnsanlar içinde Hz. Âdem’den bugüne senin gibi bir hükümdar zuhur ettiğine inanmıyorum. Ben öyle gelişigüzel konuşan biri değilim, bilim adamıyım. Bunu sana açıklayayım. Mülk asabiyete dayanır. Asabiyet çok olduğu müddetçe Mülk de güçlü olur. Bütün gelmiş geçmiş ehl-i ilim ittifak etmiştir ki insan topluluklarının çoğunluğu iki kısımdır: Araplar ve Türkler. Siz Arapların mülkü nasıl ele geçirdiklerini, peygamberleri ve dinleri etrafında kenetlenince bunu nasıl başardıklarını biliyorsunuz. Türklere gelince; Fars melikleriyle mücadelelerinde Türklerin meliki Afrasyab’ın Horasan’ı Farslardan almasında Türklerin mülk konusundaki nasibinin göstergeleri vardır. Asabiyet konusunda onlara dünya hükümdarlarının hiçbiri, ne Kisra ne Kayser ne İskender ne de Buhtunnasır denk olamaz. Kisra, Farsların melikiydi. Farslar nerede, Türkler nerede! Kayser ve İskender, Rumların melikiydi. Rumlar nerede, Türkler nerede! Buhtunnasır Babil halkının büyüğüydü. Buhtunnasır nerede, Türkler nerede! Bu husus, yukarıda ileri sürdüğümüz iddianın doğruluğuna apaçık bir delildir.”
İbn Haldun’un Türkler hakkındaki düşüncelerinin oluşumunda hizmetinde çalıştığı Memlüklülerle ilgili kanaatleri de pay sahibidir. Ünlü düşünür, nüfusunun büyük çoğunluğu Arap/Araplaşmış unsurlardan müteşekkil Mısır’da hükümrân olan Türk Devleti’ni bilimin ve dini hayatın gelişmesi, fakirlerin korunması ve şehirlerin bayındır hâle gelmesi için yaptıklarından dolayı över: “(Bunlar) Türk Devleti’nin iyilikleri ve ölümsüz güzel eserleri arasında yer alır.”
KAVİM YERİNE MİLLET KİMLİĞİ
İbn Haldun’un el-Kamhiyye Medresesi’ndeki ilk dersinde kullandığı cümlelerde ise Türk hükümdarlarına duyduğu hayranlık, daha sanatkarâne bir ifade kudretiyle dile getirilir: “...Derken, mızrak ışıltılarıyla sapıklık ve şek karanlıklarını yok eden, keskin temrenleriyle yalan ve iftira bağlarını kesen, batıcı oklarıyla cehalet ve şirk deliğini tıkayan, yaptıklarında ve terkettiklerinde ‘ümmetim içinde bir bölük hep olacak’ hadisinin sırrını muzaffer kılan, Türklerin bu zafere erişmiş öbeğinin devleti, İslâm’ı gölgesine almıştır. İslâm’ın coğrafyasını genişletmişler, hilâfet davetini en güzel şekilde yürütmüşlerdir. Hicaz ve Şam’ın en uzak yerlerine yaymışlar, Haremeyn-i Şerifeyn’e hizmet (etmişlerdir). Zaman içinde... Mısır’ın kürsüsüne oturmuşlardır. Devletlerinden itibaren burada bayındırlık ilerlemiştir. Medreselerinde Kur’an hep okunmuştur. Camiler, taşların ve yıldızların sayısını geçen namaz ve ezanla coşmuştur. Minareler, iman simgesini duyurarak, istiğfar ve tesbihe dayanmıştır. Coğrafyası, köşkler ve eyvanlarla süslenmiştir. Tahtı azizle, zahirle, emirle ve sultanla örgütlenmiştir.”
İbn Haldun’un ilgili pasajları bir arada ele alındığında, Türklere ancak modern dönemlerde rastlandığını düşündüğümüz tarzda bir “millet” tasavvuruyla yaklaştığını görüyoruz. Metnindeki muhtelif parçaları birleştirdiğimizde, Türklüğü dar anlamda bir kavim adı olarak değil, çok sayıda etnisiteyi bünyesinde barındıran genişlikte bir millet kimliğine işaret için kullandığını anlıyoruz. İbn Haldun, benzer bir konuma yalnızca Arapları yerleştiriyor: “Bu Tatarlar da Türklerin bir şubesidir. Tarihçiler ve neseb âlimleri ittifak etmişlerdir ki dünyadaki milletlerin çoğu iki gruba ayrılmıştır. Bunlar Araplar ve Türklerdir. Dünyada sayıca bunlardan daha çok bir millet yoktur.” “Bunlar yeryüzünün güneyinde, Türklerse kuzeyindedir. Bunlar sırayla dünya hükümdarlığını ellerinde bulundururlar. Bazen Araplar hâkim olur, Acemleri kuzeyin sonuna kadar sürerler. Bazen onları Acemler ve Türkler güney bölgelere sürerler. Allah’ın kullarına uyguladığı sünneti budur.” Ünlü düşünürün Türklerden bahsettiği kısımlarda, Türklerin Tatarlar dışındaki “şubelerinin” de adı geçiyor. “Ayberk et-Türkmani”nin sıfat olarak taşıdığı Türkmenlik de bunlar arasındadır.
DEVŞİRME DEĞİL MEDENİYET MİRASI
Şam’daki buluşma üzerine bir eser de kaleme alan Walter J. Fischel, İbn Haldun’un Araplar ve Türkleri yeryüzünün en büyük milletleri sayan yaklaşımının dönemin Arap tarihçileri arasındaki yaygınlığına dikkat çekiyor. Bu noktada, Hakan Erdem Hocamızın bir yazısına değinmek istiyorum. “Erdem” makalesinde, tarihimizde “Türk Milleti” ifadesini ilk kez 1854’te Ahmet Cevdet Paşa’nın kullandığını, ilham kaynağının da Avrupalı “nation” kavramı olduğunu söylüyor. Ancak, Erdem’in yazısında Ahmet Cevdet Paşa’dan alıntıladığı “Türk ve Arap Milletleri” hakkındaki pasaj, İbn Haldun’un yukarıda iktibas ettiğimiz satırlarının yeniden ifade edilişi mahiyetinde:
“Arab ve Türk milletleri mukteza yı-mevâkileri olmak üzere aralık aralık cûş û hurûşa gelerek ve sel gibi etraf ve eknafa cereyan ederek biddefaat âlemi istila etmiş iki millet-i azime olup Arabın en kuvvetli ve en sonraki hücumu ilâyı-kelimetullah için satvet-i İslâmiye ile hurucudur…”
Cevdet Paşa’nın Mukaddime çevirisini hatırladığımızda, entelektüel tarihimizde “Türk Milleti” ifadesinin kaynağı olarak Batı dillerindeki “nation” türevlerini değil, medeniyet mirasımızı göstermek daha doğru olacaktır. Cevdet Paşa, “Türk Milleti” ifadesini Batı’dan devşirmemiş, İbn Haldun üzerinden hatırlamış/hatırlatmıştır.
KAVRAM DÜNYASI VE GENİŞ ÇEHRESİ
Selahaddin’i de Mısır’daki Türk Devleti sürecinin parçası olarak gören İbn Haldun, varlığı iktidarı fiilen kullanan hükümdar ve hanedanlarla sınırlı olmayan bir Türk Devleti tasavvurunun ipuçlarını önümüze koyuyor: “...İşte bu Türk Devleti...” , '“...Sözünü etmekte olduğum Türk Devleti…”
Bahsettiği Türk Devleti’nin hanedanlara izafe edilenlerden farklılığını hissettirdiği pasajlardan birinde, hizmetinde bulunduğu sultanı şöyle tasvir ediyor: “...Din ona Haremeyn görevini, dünya Türk Sultanlığını topladı.”
Hanedanların geçici olarak adlarını verdikleri, ancak hanedanlardan bağımsız olarak devamlılığa sahip Türk Devleti fikrinin ipuçları, Mağrip Sultanı’na yazdığı Timur hakkındaki mektubunda Ögeday’dan bahsederken de karşımıza çıkıyor: “...Ona, Han adını verirlerdi. Taht sahibi anlamına gelir. İslam mülkündeki Halife yerinedir.”
Bu noktada, İbn Haldun’un değişik pasajlarda ima ettiği hanedanlar üstü Türk Devleti telakkisinden, tarihçi Neşri’nin de “bil külliye Saltanat-ı Türk Han, Selatin-i Selçukiyye’ye intikal etti” ifadesiyle bahsettiğini hatırlamalıyız. Türk Devleti ifadesinin anayasadaki yerinden rahatsızlık duymak yerine, kavram dünyamızın zamanla yazılı metinlerden kaybolan geniş çehresini ortaya koymak için çaba sarf etmenin, medeniyet birikimimizi tevarüs bakımından daha doğru olacağı açıktır. Hele medeniyet tasavvurundan bahsederken İbn Haldun’u mezarında ters çevirmek istemiyorsak...