M. BAHADIRHAN DİNÇASLAN
Marie Joseph Gabriel Antoine Jogand-Pagès, Katolik Kilisesi’nin asırlardır süregelen icraatlarından bunalmış ve bir kilise karşıtlığı geliştirmiş, 19. yüzyılın sonunda tipik olduğu üzere aydınlanmacı ve uzlaşmasız bir yazardı. Leo Taxil takma adıyla yazılar, kitaplar kaleme alıyordu. Yazıları kiliseden ve otoritelerden tepki görüyordu.
Taxil, Papa’nın yayımladığı ve Farmasonları suçlayan bir metinden sonra kamuya açık bir şekilde, özür dileyerek Katolikliğe geri döndüğünü açıkladı. Artık Kilise’ye ve dine verdiği zararları onarmak için, dini yazılar ve Farmasonların esrarlarını açıklayan kitaplar kaleme alacaktı. Yazdığı dua metinleri, Papalığın onayını bile kazanmayı başarmıştı. Farmasonların sırrını açıkladığı, şeytanla nasıl ilişkiler kurduklarını anlattığı kitaplar ve sözde itirafçı “Diana” oldukça büyük ilgi toplamıştı.
Yeterince ilgi topladıktan sonra Taxil, Diana’yı basının önüne çıkaracağını söyledi. Herkes toplantıda hazır bulunduktan sonra, tek başına çıkıp o yazdığı ilahi kitaplarıyla Papa’nın övgüsüne mazhar olan, Farmasonların sırlarını ifşa eden Diana diye bir itirafçı olmadığını, her şeyi kendisinin uydurduğunu; amacının hem masonluğun hem kilisenin benzer ve kötü özelliklerini insanların yüzüne çarpmak olduğunu söyledi. Saçma iddialarının yayılmasına hizmet eden kiliseye de teşekkür etti.
1890’lardan bu yana asırlar geçti ama komplo teorileri, gerçeğe rağmen, hatta gerçeğe ulaşmak iki tıklama kadar kolay olmasına rağmen yaşıyor.
Tarih böyle, fakat ortada ilginç bir durum var: Leo Taxil, kendisi çıkıp yazdıklarının kurmaca olduğunu ve insanlara bir şeylerin yanlışlığını göstermek için böyle bir tiyatro sergilediğini anlattığı hâlde kendisinin “Farmasonların Esrarı” kitabına bugün bile referanslar veriliyor, bu kitabın etrafında ilginç bir öyküler ağı gelişiyor. Bu kitabı yazan insanın masonlar tarafından öldürüldüğü, masonların gizli yüzünün bu kitapla ortaya çıkarıldığı gibi… 1890’lardan bu yana bir asırdan uzun zaman geçti fakat bu komplo teorileri, gerçeğe rağmen, hatta gerçeğe ulaşmak artık iki tıklama kadar kolay olmasına rağmen yaşamaya devam ediyor.
Bunun sebebini anlamak, şüphesiz yalnızca komplo teorilerinin neden kabul gördüğünü değil, çoğu zaman siyasetin nasıl şekillendiğini de anlamamızı sağlayacaktır.
‘Organize İşler’ filminin en akılda kalıcı sahnelerinden biridir: Bican Günalan’ı (İbrahim Abi) Sean Connery’ye benzeten karakter, şöyle açıklar: “Sean Connery’nin saçlarını düşün… Boşver saçlarını. Onun böyle pis bir sakalı var, kes onu. Bir de İskoç aksanı var de mi onun? Çıkar onu. Biraz daha zayıf bir şey düşün. İşte İbrahim abi ya…” Akabinde Asım Abi yorumlar: “Bu çocukta da bu var. Benzetiyor.”
GERİYE DÖNÜK ALGI ÖNYARGISI
İnsanoğlu, bir şeyleri başka şeylere benzetmekle maruftur. Pareidolia fenomeni bununla ilgili: Bulutlarda ya da karmaşık kum şekillerinde, kurumuş kahve telvesinde birden motifler görürüz, mesela at, insan yüzü, balık, melek… Zira beynimiz doğuştan buna programlanmıştır. “Pattern recognition (Örüntü tanıma)” özelliğimiz; belirli tekrarlar, benzerlikler içeren görüntüleri bir ilişki ve örüntü içinde algılar. Bu iki şeye yarar: İnsanların yüzlerini hafızamıza kaydederken ana hatlarıyla kaydederiz, bu sayede “yerden kazanırız”, beynimizin hard diskinde görüntü kayıtları fazla yer kaplamaz. İkinci fayda ise daha hayati: İlkel ve vahşi ortamda yapraklar, otlar arasında bir avcı hayvan suratına benzeyen desen gördüğümüzde hemen adrenalin salgılarız. Zira biz onun bir tehdit mi, yoksa yaprakların bir oyunu mu olduğunu algılayana kadar adrenalin salgılayıp kaç-savaş teyakkuzuna geçmezsek çok geç olabilir. Hem yerden kazanmamıza hem de hayatta kalmamıza yardımcı olmak için beynimizde böyle bir özellik gelişmiş.
“Resimli radyo mu? Yaptılar mı sonunda? Şerefsizim benim aklıma gelmişti!” Bu replik de bir diğer Yılmaz Erdoğan filmi, “Vizontele”den. Bu da “hindsight bias” denen fenomenle alakalı: Geriye dönük algı önyargısı. Sonradan uyanma diye çevirebiliriz. Bir olayı yaşayıp tecrübe ettikten sonra o olayın daha öngörülebilir olduğunu söylüyoruz. Sevgilimiz bizi terk ettiğinde terk etme anından önceki ayrılık sinyalleri hafızamızda daha belirginleşiyor, “belliydi bu işin sonu” diyoruz. Ya da darbe gerçekleşince “darbe yapacakları belliydi, biz uyardık, elimizden geleni yaptık” diyoruz.
Geçmişteki olaylara bakınca, bugünden baktığımız için, sözgelimi “Fatih’in İstanbul’u fethedeceği belliydi” demek kolay. Adam o kadar top döktürmüş, lojistik planı yapmış, çılgın kararlar verip gemileri karadan yürütmüş. Bunlar bir anda önemsizleşiyor. Genç Fatih; oldukça heyecanlı, endişeli ve stresliydi, biz geriye bakarken böyle değiliz. Bu yüzden geçmiş olayları daha basit ya da alakasız nedenlere de dayandırabiliyoruz.
Komplo teorilerine inananlar incelendiğinde genellikte eğitim seviyesi düşük ve bir grup kimliğinin baskın olduğu topluluklardaki insanlar öne çıkmış.
Bu iki fenomeni öğrendikten sonra şunu da göz önüne almak lazım: Komplo teorilerine inanan insanlar incelendiğinde genellikle eğitim seviyesi düşük ve bir grup kimliğinin baskın olduğu topluluklardaki insanlar öne çıkmış. Elbette her demografik gruptan insan var fakat eğitimsiz ve etnisite, marjinal ideoloji, din, ırk ya da getto grubu kimliğine çok sıkı bağlı insanlar komplo teorilerine inanmaya daha meyilli oluyor.
Bunun neden böyle olduğunu açıklamak artık daha kolay: İnsan açıklamak, anlamak ve güvende hissetmek ister. İlkel insanlar için gök gürültüsünün ne kadar korkutucu olduğunu düşünün. Onu Zeus’un ya da Gök Tanrı’nın sinirlenmesi olarak açıklamak da aniden boşalan elektrik yükünün ses dalgalarına yol açması olarak açıklamak da birer rahatlatıcı açıklamadır. İlkiyle rahatlayan insan, “sorun yok, Gök Tanrı kızmış, kurban kesersem barışırız” der ve bilinmezin tedirginliğinden kurtulur. Öteki de, “bir çatı altına sığınayım ki tepeme yıldırım düşmesin” der, daha isabetli bir açıklaması vardır ve hayatta kalma şansı daha yüksektir ama iç rahatlığı iki insanda da açıklamanın doğruluğundan bağımsız olarak eşittir.
ORTAK ŞUUR GELİŞTİRMEK
Grup kimliği de burada önem arz ediyor. Bir grubun ortak şuur geliştirmesi, “biz ve diğerleri” ayrılığını netleştirmesi ve grubu sağlamlaştırması için aynı sanrıları paylaşması şüphesiz olumlu bir etken. Bu ortaklığı sağlamak için grup üyelerinin kolayca kavrayacakları ve grubun maşeri şuuruna katışıp erimelerini sağlayacak komplo teorileri, grubu teşkil eden ya da yöneten tarafından -kasti bir el varsa, çoğunlukla bu el tarafından- özellikle yaygınlaştırılıyor. Önce Sovyet Rusya’da, sonra Nazi Almayasında Yahudilere dair yığınla rivayet yaratılması bu yüzden. Bu noktada, von Papen’in anılarındaki bir anekdot oldukça önemli. Nazi Dışişleri Bakanı von Papen, savaştan önce bir Japon heyeti ağırlamaktadır. Heyet, Almanya’nın Nasyonal Sosyalist sistemini çok beğenir. Bunu von Papen’e ilettiklerinde, “Siz de Japonya’da böyle bir sistem kurun” der. Japon heyetin cevabı manidar: “Bizim Yahudimiz yok.”
‘KAYIP KITA MU’ FANTEZİLERİ
Hal böyleyken karmaşık meseleleri anlamaya çalışan fakat eğitim ya da bilgi yetersizliği nedeniyle kavrayamayan insan, komplo teorilerine yönelecektir. Geçmişe bakınca kolay kestirilebilir neden-sonuç ilişkileri kuracak ve bu ilişkileri dünya ticaret dengeleri, coğrafyanın tarımsal verimi, kültürel itkiler gibi karmaşık parametrelerle değil, kolay kavranacak benzetmelerle açıklayacaktır. “Ermeni Yahudilerinin” dünyayı tek elden yönettiği ve bütün oyunları onların kurduğu fikri, mevcut kaotik ve çok aktörlü, tarihsel süreci de oldukça karmaşık dünya düzenini anlamaktan daha kolay anlaşılır ve kabul görür.
Bilimsel ve gerçek olan, en az bu komplo teorileri kadar kolay açıklanıp kavranabilir olmadıkça hakkında tek kanıt olmayan “Kayıp Kıta Mu” fantezileri arkeolojinin, antropolojinin eşsiz keşiflerinden daha geniş kitlelere ulaşabilecek gibi duruyor maalesef.