M. Bahadırhan Dinçaslan yazdı: Etimoloji neler anlatıyor?

‘Karşılaştırmalı Mitoloji: Tolkien Ne Yaptı?’ kitabının yazarı M. Bahadırhan Dinçaslan, etimolojiden yola çıkarak toplumlara dair ne tür çıkarımlar yapabileceğimizi irdeliyor.

M. BAHADIRHAN DİNÇASLAN

Etimoloji, eğlenceli bir uğraş olmasının yanında, cümleleri doğru anlamamızı, bir halkın geçmişine dair müthiş bilgilere şahitlik eden verilere ulaşmamızı sağlayabilir, bir tartışmada delil olabilir yahut nihai delil olmasa da beşeri bilimlerde karşımıza çıkan sorulara cevap ararken tutacağımız yolu gösterebilir. Meşhur “Şiire Gazele” türküsü var, örneğin. “Alışaram, od tutaram, hem yanaram men” dediğinde, Türkiye’deki Türkler bunu alışkanlık kazanmak terkibindeki gibi bildiğimiz “alışmak” olarak anlıyorlar, böyle efkarlanıyorlar. Halbuki şairin kastettiği “tutuşmak”tır. Eğer okur, bir Avşar olsa ve Dadaloğlu’nun “Her birimiz bir orduya yeterdik / Alışkan tüfekti bizim varımız” dizelerini bilse eskiden alışmak sözcüğünün “alev almak” anlamında kullanıldığını ve şairin de bunu kastettiğini bilirdi. Alev, alaz, yalaz, yalabık, alışmak; bütün bu sözcüklerin kökeninde “al-“ var ve hepsi ateşle ilgili: Eski Türkler için alev almak, iki nesnenin rezonans durumu gibi aynı frekansa gelmesiyle gerçekleşen bir olaymış, bu yüzden işteş bir fiil kullanıp bu olaya alışmak demişler. Sonra, bir insanın bir olguyla rezonans haline gelmesine de alışmak denmiş. Nişanyan vasıtasıyla aktaralım: “Ey kar ile oda barışıklık ve alışıklık viren Tanrı, yukarı salih kulların arasınga alışıklık ve barışıklık vergil.”

Öğretmen ve öküz akraba mıdır?

Türkçe “öküz”.

Moğolca “üker”

Macarca “ökör”

Diğer Türkçe dalları ile çok erken vakitte ayrılan Çuvaşça’da bu sözcük sonundaki “z”, “r” olur. (Mesela “kız” diğer Türk dillerinde kız, kıs, qız gibi iken Çuvaşça’da hır gibi bir şey oluyor). Çuvaşça ve Hunca-Macarca bağlantısı da oldukça ilgi çeken bir alandır, Bulgarca (Slav dili olan Bulgarca değil, bugün Bulgaristan Slavlarına ve coğrafyasına isim vermiş olan ancak onlarla kültürel bir bağı kalmamış İtil ve Tuna Bulgarlarının Türkçe dili) ile de bağlantılıdır. Şimdi efendim, bizim Avşar köylerinde çok sık duyarım “öküz öğretmek”. Acemi öküze, ki “tor” denir, tarla sürmek öğretilir. (Tor sözcüğü de acemilikle alakalı, “torun” bence eski Türkçe “acemiler” anlamına gelir, çoğul bir sözcüktür. Bkz: torun torba) “Öküz öğredir gibi” de sık kullanılan bir deyimdir. Acaba öküz ve öğrenmek alakalı olabilir mi? Divan-ı Lügat’it Türk’te “ögür”, sürü anlamında kullanılmış, bu bir işaret. Nişanyan’dan öğrendiğimize göre “ögremek”; alışmak, ünsiyet kazanmak imiş. Taklide dayalı öğrenme metodunun bu tarz etimolojik bağlantılar içermesi normaldir, beklenilen bir şey. Kesin bir sonuç olduğunu iddia edemeyiz ama “öğrenmek” ve “öküz” sözcükleri ilişkilidir. Buradan, tabii ki “öğrenim görenler öküzdür, öğretim görevlileri baş öküzdür” anlamı çıkmaz, yapmayın.

ANTROPOLOJİYE KATKISI

Etimoloji uğraşını en eğlenceli ve isabetli sürdürenlerden biri şüphesiz merhum Şinasi Tekin. ‘İştikakçının Köşesi’ eserinde çok isabetli tespitlerle eriştiği etimolojik bulguları, bambaşka alanlara da ışık tutacak yeni bilimsel sorulara dönüştürür. Gerçi kendisinin bazı tespitlerine katılmıyorum: Türklerde “sözcük tabusu” dediğimiz bir olgu vardı, Şamanizm döneminde ortaya çıksa da bugün “cin” yerine üç harfli deyişimizde hala yaşar. Kadim Türkler, “börü”yü, yani bugün kurt dediğimiz hayvanı kutsal ve korkulan bir varlık olarak gördüklerinden adını anmaz, “kurt” derlerdi. Kurt, elma kurdudur, zararsız bir hayvandır. Adını anınca gücünü çağıracaklarına inanır, zararsız bir hayvanın adını anmayı tercih ederlerdi. Bir süre sonra, kurt sözcüğü börü ile büsbütün eş anlamlı hale geldi, yeni bir anlam kazandı. (Hatta bu yüzden, artık kurt da denmez oldu, Farsça “canlı” anlamına gelen “can-aver”den canavar sözcüğünü kullandılar. Hayvan anlamı taşıyan canavar, bu yüzden korkutucu bir anlama dönüştü; aynı şekilde İngilizcede hayvan anlamında “beast” de korkunç yaratık anlamını sonradan kazanmıştır.) Tekin, bu özelliğe sadece Oğuzlarda rastlandığını söylüyor ve Bozkurdun yalnızca Oğuz totemi olduğunu iddia ediyor: Halbuki sözgelimi Moğollarda da kurdun adı anılmaz, “Tengrîn Nogay” yani “Tanrı’nın köpeği” derler. Bütün Orta Asya’da, hatta Türk soylu olmayan unsurlarda bile kurdun kutsallığı ve totem özelliği şüphe götürmez bir gerçektir, Tekin bu konuda muhtemelen yanılıyor. Fakat Tekin’in tam da bu yazının konusu olan yönteme çok güzel uyan bir “iştikak”ı var: “Üzengi” sözcüğünün etimolojik köklerine inen Tekin, Uygurca bir metinden yola çıkarak ve diğer Türk lehçeleriyle karşılaştırarak bu sözcüğün kökünde “iz” yani “taban, topuk” kelimesinin yer aldığını ve “izengülük” sözcüğünün ayak tabanı anlamında kullanıldığını söylüyor. Daha sonra, bildiğimiz “üzengi”nin, ayak tabanı anlamına geldiğini, ayak tabanının dayandığı eşya anlamını sonradan kazandığını iddia ediyor. Diğer dillerdeki üzengi karşılıklarının (rikab, stirrup gibi) bu eşyanın işleviyle alakalı olduğunu (tırmanma ipi yahut hayvana binmek kavramlarıyla ilintili sözcükler) ancak Türkçede doğrudan eşya ile ilişkili organın adını taşıdığını tespit ediyor. Ve antropologlara soruyor: Bir eşyanın adı daha çok işlevleriyle ilgili kavramlar üzerinden takıldıysa bu o dili konuşan kavmin o eşyayı başkasından gördüğünün delili olabilir mi? Yahut eşyanın adı, o eşya “içeren” bir şey ise, içerdiği şey üzerinden (ayak tabanı) takıldıysa bu, o dili konuşan kavim bunu başkasından görmemiş, kendi icat edip doğal bir yolla adını takmıştır anlamına gelir mi?

SÖZ, DİMAĞIN YANSIMASIDIR

KARAR’da yayımlanan bir önceki yazımda dilin bir toplumun yaşayışının aynası olmasının yanında, hafızayı bile etkilediğini anlatmıştım. Sözcüklerin akrabalıkları ve aynı kavramlara farklı uluslarda başka anlamları karşılayan kelimelerden türetilmiş karşılıklar bulunması, topluma ayna tutan veriler ihtiva eder. Cermenik dillerde “hell” yani cehennem ile “all”, “hole”, “hall” yani “hepsi”, “delik” ve “toplanma yeri” sözcükleri akrabadır. Çünkü eski Cermen mitolojisinde cehennem, “herkesin toplandığı büyük bir kara delik”tir. Yahut Türkler “ay karardı” demezler de “tutsak” sözcüğüyle akraba fiili kullanıp “ay tutuldu” derler. Çünkü Şamanlar için Ay tutulması dediğimiz olay, Ay’ın ruhunun (Ay Dede – Ay Ata, tanıdık geldi mi?) kötü ruhlar tarafından ele geçirilmesi, tutsak edilmesidir. Eşyaların isimlendirilmesi nasıl icat sahibine dair ipuçları barındırıyorsa sözcüklerin akrabalıkları bir toplumun dünyayı algılama şeklinin resmini çiziyor. Yabancı sözcüklerin dile girmesi de böyle: Bir dil asla rastgele alıntılar yapmıyor, hangi dilden ne tür sözcükler girdiği o dili konuşanlarla diğer dilleri konuşan insanlar arasındaki hiyerarşik ve kültürel ilişkiyi gözler önüne seriyor.

ETİMOLOJİ GÖZÜYLE DERSLER

Eski Yunan’da, “politika”, etimolojik olarak “şehirle alakalı olan” demek, polis-şehir kökünden. Şehir devletlerinden oluşan bir toplum örgütlenmesinden bu beklenirdi. O toplumun tarihi seyriyle, tabiatıyla uyumlu bir isim. Araplarda, “siyaset”, seyis ile aynı kökten, at terbiyesi. Araplar “tebaa”ya demek böyle bakıyorlar, terbiye edilecek bir hayvan gibi görüyorlar. (Rab, mürebbiye sözcüğüyle alakalıdır, terbiye eden demek.)

Eşyaların isimlendirilmesi nasıl icat sahibine dair ipuçları barındırıyorsa sözcüklerin akrabalıkları bir toplumun dünyayı algılama şeklinin resmini çiziyor.

Türklerde “Kutadgu Bilig”, yani kutlu bir yaşamın, güzelliğin, mutluluğun bilgisi… Sonundaki “bilig”i, “-loji” olarak okuyabiliriz, yani Türkler siyasete “kutoloji” demişler. Müellif bir nevi, “devlet ancak bunu amaçlarsa devlettir” diyor, bu da mantıklı. Bir nevi Türk siyasetnamesi. İsmini “siyaset”le değil de böyle takması ise şüphesiz bir işarettir: Bugüne etimoloji gözlüğüyle bakınca, tebaayı hayvan gibi gören siyasettense, şehirli bir ulusun kutlu yaşamı için politika yapmak daha doğru geliyor bana. Hem ilm-i siyaset suya sabuna dokunmadan, incitmeden konuşmak anlamında kullanılıyor, politika üretmek ise çok daha doğru ve güzel anlamlarda. Etimoloji, bir milletin diğer millet ve etnisitelerle ilişkisine dair de güzel dersler veriyor. Bu hem milletin “dışarıdaki” unsurlarıyla etkileşimini hem de sınırları içinde yaşayan farklı dil ve etnisiteler arasındaki ilişkiyi kapsıyor. İngiltere’ye gidelim: 1066’da Normandiya Dükü William, İngiltere’yi işgal etmiş ve Kral olmuştu. Uzun yıllar boyunca İngiltere’de halk İngilizce konuşurken soylular Norman Fransızcası konuştular. Bu dile de yansıdı: Hayvan isimleri sheep (koyun), cow (inek) gibi İngilizce iken o hayvanların etleri Fransızca oldu: Mutton (koyun eti), veal (dana eti). Zira bu hayvanları İngiliz köylüler besliyor, etlerini soylular yiyordu. Bu ikilik, bugün dahi belirgindir: Eski İngiliz yargıçlar aynı kavramı hem “öz İngilizce” hem de Latince-Fransızca ifade ederlerdi; birini muhatapları anlasın, diğerini hukukçular anlasın diye. Bu hala İngilizce’ye yerleşiktir: “Null and void”, “yok hükmünde” anlamına gelen bir terkip. “Care and attention” da “ilginize” gibi bir anlam taşıyor. Null ve void; biri Latin-Fransız, diğeri Germenik-İngiliz soylu ve “boş” anlamına gelen iki sözcük. Care ve attention da öyle, “ilgi” anlamı taşıyorlar. Bu terkipler onları yaratan neden ortadan kalksa da varlığını hukukta devam ettiriyor.

Bir toplulukta dinen, ırken ya da sınıf olarak (aristokrat-köylü vs.) aşağıda kabul edilen toplulukların dilinden yalnızca belli kelimeler alınır. Hangi alanda hangi soydan sözcüklerin yaygın olduğu, o toplumun teşkilatına dair bilgi verir: Osmanlı’da Türkçe en iyi orduda korunmuştur. Hukuk ve din için Arapçadan, edebiyat için Farsçadan yararlanılmıştır, bu diller ‘yüksek dil’ olarak görülmüştür. Ancak dinen aşağıda kabul edilen Rumcadan, Bizans saray jargonundan geçen sözcükler hariç, çok az sözcük Türkçe’ye girmiştir, girenler de genellikle Rumların mesleki uzmanlıklarına (balıkçılık vs.) dairdir, bu yüzden balık isimleri genellikle Rumca. Yine İtalyancadan yalnızca uzmanlık terimleri geçmiştir: Denizcilik terimleri. Yerleşik hayata geçtiğimizde yaşadığımız İran coğrafyasından hep tarım ve yerleşik yaşantıya dair terimleri almışızdır: Bağ, bahçe gibi. Argo ise genellikle Rumca, Ermenice, Cumhuriyet zamanı ve sonrası Kürtçeden alıntılar taşır: Kıro, hanzo, barzo gibi.

Yazıyı geleceğe dair bir öngörüyle tamamlayalım: Arapçayla şimdiye dek ilişkimiz, Arapçanın yüksek kültürü ve din vasıtası ile idi. Bu yüzden oldukça zengin bir dil olan Arapçanın hukuk ve bilim dilimize katkısı oldukça büyüktür, hatta Arapçada var olmayan sözcükler Türkler tarafından türetilmiş ve kullanılmıştır. (En meşhur örneği Cumhuriyet yahut Millet’in farklı anlamda kullanılması) Bugün ülkemize gelen ve kalıcı oldukları aşikar Suriyeli Arapların, Türkçe’nin bu yapısına büyük bir etki yapacağını öngörüyorum. Mülteci oldukları ve toplumsal yapılanmada ‘en alttan başlamak’ zorunda kaldıkları için Arapça, 20-30 sene içerisinde Türkçe’nin argosuna çok fazla katkı yapacaktır. Herhalde o dönemde, Arapçanın maşeri dimağda alacağı yeni ve pek güzel olmayan imaj nedeniyle Türkçeye yerleşmiş Arapça ifadelerde azalma başlayabilir. Türkçenin etkileyiciliği içinse, Fars dilinin Türk dalgası sonrasında geçirdiği dönüşümlere bakmak lazım. O da bir başka yazının konusu olsun.

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.

Görüşler Haberleri