TANEL DEMİREL YAZDI
Temel özellikleri etnik/dini ayrımcılık, zenofobik milliyetçilik, devletçi ekonomi ve seçimlere indirgenmiş bir demokrasi anlayışı olan ve genellikle popülist olarak adlandırılan siyasi hareketler bütün dünyada güç kazanıyor. Seçimleri reddetmemekle birlikte insan hakları fikrini değersizleştirip, denge ve denetleme mekanizmalarını etkisiz hale getirmeye çalışan çoğunlukçu bir anlayış bu. Donald Trump’ın ABD Başkanlığı, Polonya ve Macaristan gibi AB ülkelerinde otoriter yönelimleri çok güçlü partilerin iktidar olmaları, Fransa, Almanya ve Hollanda gibi ülkelerde aşırı sağın yükselişi ve genel olarak hem eski hem de yeni liberal demokrasilerdeki kalite düşüşü dikkat çekici. Ayrıca Çin’in ekonomik büyümesi ve Rusya’nın bir siyasi güç olarak ağırlığını hissettirmesi de otoriter rejimlerin başarılı olabileceklerinin bir delili olarak gösteriliyor. Tüm bunlar, liberalizm ve liberal demokrasinin kriz içinde olduğu -hüküm sürdüğü varsayılan- liberal hegemonyanın çatırdadığı ve hatta sonunun geldiği iddialarının yeni bir iştiha ile dile getirilmesine yol açıyor.
Donald Trump
Bu iddialar hakkında ne söylenebilir? Yeni bir otoriterleşme dalgasının yükseldiği görülmekle birlikte, liberal demokrasinin tüm dünyada çöküş yolunda olduğundan söz etmek yanlış olur. Otoriter rejimlerin sayısında dikkate değer bir yükseliş yok. Kesin konuşmak mümkün değil ancak, sözü edilen siyasi hareketler var olan hoşnutsuzlukları yansıttıkları için uzun dönemde sistemin kendisine çeki düzen vermesinin önünü de açabilirler. Liberal demokrasi, liberal değerleri sorgulayan aktörlerin de belli sınırlar içinde iktidar olabilmelerine izin veren bir rejimdir. Gücü ve devamlılığının kaynaklarından biri de budur.
Kriz iddialarının havada uçuşması liberalizm ve onun olmazsa olmazı kapitalist sistemin özellikle sol -ve bir ölçüde sağ- entelektüel camiada cazibesinin hiçbir zaman yüksek olmaması ile de ilişkili. Burjuva egemenliğini gizleyen en iyi siyasal rejim olarak olarak algıladığı liberal demokrasiyi sadece işçi sınıfının örgütlenmesi ve güçlenmesine izin verdiği ölçüde değerli bulan Markist eğilimin zayıflamasına rağmen yok olduğu söylenemez. Aynı şekilde, kapitalizmin çöküşünün kaçınılmaz olduğuna inananların, sistemik konjonktürel dalgalanmaları her defasında nihai son olarak resmetmeleri de şaşırtıcı değil. Otoriter milliyetçi ve muhafazakâr tahayyülde ise liberal demokrasi sessiz çoğunluğu ezerek sistemin kaymağını yiyen bir avuç kozmopolit küresel azınlık ve onun yerli temsilcilerinin iktidarlarını sürdürmesini mümkün kılan, bunu yaparken de dini, yerli ve milli değerleri de altüst eden bir rejim hüviyetinde. Kapitalist ekonominin ayrılmaz bir parçası olan konjonktürel dalgalanmalarla kriz söyleminin yükselişi arasında da ihmal edilemeyecek bir bağlantı var. Ayrıca, bu iddiaları daha ziyadesiyle Yahudi ve Hıristiyan geleneğinde gözlemlediğimiz dünyanın büyük bir felakete –kıyamet gününe- doğru sürüklendiğini iddia eden apokaliptik çizginin sekülerleşmiş versiyonları olarak görmek de mümkün.
Vladimir Putin
Bunlar söylenmekle birlikte, apolojetik bir tutum içine girerek, her şeyin yolunda olduğunun da düşünülmemesi gerekiyor. Liberal demokrasilerde bir erozyon olduğu, tüm dünyada anti-liberal dalganın yükşelişte olduğu açık. Liberal değerleri önemseyenlerin ezberci bir tutumdan uzaklaşarak, hem otoriter dinamiklerin yükselişi konusunda isabetli teşhislere ve hem de değişen koşullarda liberal değerlerin nasıl savunulması gerektiği konusunda daha fazla düşünmeleri gerekli. Liberal değerler hiç hayata geçirilmedi ki krize girmiş olsun demek doğru değil. Ne kadar hayata geçirebildiği tartışılabilir ancak var olabildiği kadarıyla İkinci Dünya Savaşı sonrasında oluşan dünya düzeninin ve gelişmiş ülkelerdeki siyasal rejimlerin esin kaynaklarını ağırlıklı olarak liberal fikirlerden aldığı inkâr edilemez.
Gelişmiş batılı ülkelerde toplumsal düzeyde hoşnutsuzluğu besleyen faktörlerin başında Çin ve Hindistan olmak üzere sermayeye daha elverişli koşullar sunan Batı dışı ülkelerin yükselişi ile teknolojik değişimlerin de tetiklediği işşizlik dalgasının, bilindik refah devleti uygulamalarını sürdürmelerini imkansız hale getirmesi geliyor. Ayrıca bu ülkeler, ülke sınırları içindeki farklı etnik ve dini grupların entegrasyonu sorunu ile başa çıkamazken bir yandan da giderek büyüyen sığınmacı ve göçmen dalgası ile de karşı karşıyalar. Bunlar, kapitalizmin konjonktürel daralma devrelerinin olumsuz etkilerinin daha sert bir biçimde hissedilmesini beraberinde getiriyor ve sistem karşıtı tepkileri besliyor.
Gelişmiş ülkelerdeki bu durum, diğerlerini de olumsuz etkiliyor. Bu ülkelerdeki kronik yoksulluk ve ahpab çavuş kapitalizminin kötüleştirdiği gelir dağılımı eşitsizlikleri sosyo-ekonomik gerilimleri artırmakla kalmıyor, etnik, dini ve kültürel farklılıkların yönetilmesini de zorlaştırıyor. Ayrıca, batılı ülkelerin çifte standartlarının giderek daha belirgin hale gelmesi, otoriter yönetimleri besleyen milliyetçi ve yerlici hareketleri de tetikliyor. Liberal değerlerin sadece Batı ülkelerine özgü olduğu ve batı dışında anlamlı olmak bir yana, başta ABD olmak üzere batılı ülkelerin çıkarlarına (“küreselcilere”) hizmet ettiğini savunan milliyetçi muhafazakâr yönetimler, batılı ülkelerin çifte standartları ve bu ülkelerdeki otoriter yönelimleri işaret ederek liberal değerleri itibarsızlaştırmayı deniyorlar.
Kim Jong Un
Liberal değerleri önemseyenlerin her şeyden önce aşırı rasyonalist ve bir yönüyle seküler mesihçi ve ütopik bir yönü de olan ilerlemeci liberalizm kavramlaştırmalarını sorgulamaları yerinde olur. Fransız aydınlanması geleneğinden neşet eden ve Amerikan sosyal bilim anlayışından beslenen bu çizgi Sovyetler Birliği’nin çöküşünün yarattığı zafer havası içinde yeniden gündeme gelmişti. Liberalizmin nihai zaferinin gerçekleştiği, dünyanın küresel bir köye dönüştüğü, ulus-devletlerin ve dolayısıyla milliyetçiliğin bittiği, sermayenin artık liberal demokrasi istediği, piyasa ekonomisinin hakimiyeti sağlanırsa kıtlık meselesinin de rahatlıkla çözülebileceği gibi iddialar kibirli bir üslup ile dile getirilmişti. Bu çizgi insana, topluma ve siyasete dair bütün soru ve sorunlara tatmin edici cevaplar verdiğini de ima etmekteydi. Hem kapitalizm hem de liberal demokrasinin işleyiş mantığı itibarıyla beklentileri yükselttikleri bir vakıa iken, beklentileri daha da yükselten bu liberalizm anlayışı durumu daha da kötüleştirdi. Yükseltilen beklentiler hayalkırıklıklarının da büyük olmasına katkıda bulundu.
Bu anlayışın yerine kurucu rasyonalizmin sınırlarını vurgulayan daha şüpheci ya da eleştirel bir liberalizm kavramlaştırmasına ihtiyacımız var. İskoç aydınlanma geleneğinden süzülen bu geleneğin özünde insanın aklının sınırlarını vurgulayan bir entelektüel tevazu yatıyor. Liberalizm her zaman her yerde geçerli evrensel kurallar vaz eden, sorulabilecek her türlü soruya hazır cevabı olan maşabaşında oluşturulmuş iyi toplum anlayışını uygulamaya çalışan katı bir ideoloji değil. Tam tersine, insanlık tecrübesinden süzülüp gelen bilgi birikimi ışığında neyin mümkün olup olmadığı konusunda daha gerçekçi olmaya gayret gösteren esnek bir ideoloji. Ayrıca, liberal teori(ler) “evrensel” değil “yerel.” Her düşünür ister istemez içinde yaşadığı zaman ve mekanının sorunları ve ufku ile sınırlı.
Viktor Orban
Her zaman her yerde geçerli evrensel reçeteler yok ve fakat deneyimlerden süzülmüş çok temel bazı çıkarımlar ya da tespitler söz konusu. İnsanın kendi çıkarına öncelik verme eğilimi içinde olduğu, iktidarın yozlaştığı, bürokrasinin sürekli büyüdüğü, başta mülkiyet hakkı olmak üzere temel hak ve hürriyetlerin pekişmiş olduğu toplumların daha müreffeh ve mutlu oldukları, merkezi planlama teşebbüslerinin başarısızlığı bu temel tespitlerden birkaçı. Liberal bir siyasal düzen nelerin yapılmaması gerektiğini belirten ve böylece bireylere geniş bir özgürlük ve hareket alanı bırakan çok temel bazı kuralların yerleştirilmesine dayalı. Bu geniş çerçeve içinde bireyler bir diğerine zarar vermedikleri müddetçe istedikleri gibi hareket edebilirler. Evrensel olan tek şey, bireyin (negatif) özgürlüğü olabilir. Özgürlüğe yönelik tehditler ve onlara yönelik çözüm arayışları zaman ve mekana göre farklılık gösterecektir.
Yerelliğin önemini vurgulayan bu kavramlaştırmada, bireye verilebilecek zararın önlenmesi ya da kötülüğün savuşturulması öne çıkarılırken, liberal ilke ve kurumlar mükemmel oldukları için değil, alternatiflerine göre daha tercih edilir oldukları için savunulurlar. Toplumsal meseleler söz konusu olduğunda kestirme çözümler değil, genellikle kötü ile ehven-i şer arasında geçici ve kırılgan uzlaşmalar üzerine kurulu zor seçimler söz konusudur. Liberal demokrasinin değeri bu sonsuz arayışı mümkün kılan her türlü meselenin konuşup tartışılabildiği geçici ve kırılgan olsa da çözümlerin bulunabildiği bir kurumsal çerçeveyi pekiştirebilme potansiyelinde yatar. Hayata geçirilebildiği kadarıyla liberal siyasal düzenler hep tehdit altındadır. Zira liberalizmin diğer ideolojilere kıyasla cazip bir ütopyası yoktur. En liberal bir toplum bile işsizlik, sosyo-ekonomik eşitsizlik, temel hak ihlalleri, yolsuzluk ve suç gibi olguları ortadan kaldıramaz. Ayrıca kendisini ait hissettiği küçük grubun dışında kalanlara karşı da empati gösterebilmek, güçlü iken kendi kendini sınırlayabilmek, ılımlı ve ölçülü olabilmek insanların kendiliğinden geliştirebildikleri doğal karakter özellikleri arasında değildir. Örneğin, sahip olduğumuz refah düzeyinin ortaya çıkışında hayati rol oynayan kendi çıkarına öncelik verme güdüsü ve eğilimi, rahatlıkla ötekinin haklarının ve hatta varlığının tanınmamasına kadar varabilir.
Bu genel yaklaşım çerçevesinde, liberalizmin geleceğinin en az üç temel mesele üzerinde liberallerin gerçekçi, uygulanabilir ve yaratıcı önerilerle gelebilmeleriyle yakından ilişkili olduğu söylenebilir. Öncelikle çevre meseleleri hakkında daha derin ve kapsamlı bir yeniden değerlendirme ihtiyacı açık. İletişim teknolojilerindeki ilerlemelerle, beyinbilim ve biyoloji alanında ortaya çıkan gelişmelerin bireyler ve toplumsal hayat için yarattığı yeni fırsatlardan faydalanırken, ortaya çıkan tehditlere karşı da gerçekçi öneriler geliştirebilmek önemli. Liberallerin “ulus-devlet” ve onu besleyen milliyetçilik fenomeni ile de yüzleşmeleri, ulus-devlet ve ulus-devlet çıkarları yokmuş ya da kolayca bir kenara itilebilecek faktörlermiş gibi gören varsayımlardan da uzaklaşmaları gerekiyor. Evrenselci ruhu hiç kaybetmeden milliyetçilik ile yapıcı bir diyalogun nasıl sağlanabileceği gibi zor bir soru hayati önem taşıyor. Ve nihayet, sermaye gruplarının siyasi karar alıcılar üzerindeki güçleri aracılığıyla kendilerini rekabetten korumaları ve “kâr bizim zarar kamunun” anlayışına karşı demokratik siyaset çerçevesinde çözümler geliştirilebilmesi de şart. Liberaller, yüksek kârlar ederken devletçiliği şeytanlaştıran işler kötüye gittiğinde ise iflas etmek için çok büyük oldukları iddiasını ileri sürerek zararlarını kamuya ödetmeyi deneyen sermaye gruplarını eleştirmeyi anti-kapitalistlere bırakmamalılar.
Hülasa, açık fikirli olmak, eleştirel bir atmosferi korumak ve değişen toplumsal siyasal şartlara uygun politikalar geliştirebilmek kadar, özgürlük, refah ve barışın insanlığın normal hali olmaktan ziyade hassas dengelere dayalı korunması için hep çaba gösterilmesi gereken istisnai durumlar olduğunu da akıldan çıkarmamak gerekli. Kapitalizmin şu ya da bu şekilde mülkiyet haklarına saygılı otoriter rejimlerle de rahatlıkla uyum gösterebildiğini de biliyoruz. Liberal siyasi rejimler ne doğal ne de tarihsel bir zorunluluk. Bu değerleri önemseyenlerin sürekli çaba göstermeleri şart.