ZEYNEP DELAV
‘Açıklığa Doğru’ kitabında kadın yazınına dair bir kazı çalışması yapan ve kadın şairlerden ümitli olduğunu dile getiren şair ve yazar Asuman Susam: “Eril dil kanonlaşma süreçlerinde hâlâ etkili. Adaletsizlikten doğan sıkışmışlık, öteki olarak konumlandırılış bizlerde eril aklın usluca olmamızı işaret ettiği yerden hızla çıkmaya doğru bir basınç yarattı. Türünün tehlikelere açık olduğunu bilerek hayatla ilişkilenmek başkaca bir varoluş arzusunun doğmasını sağlıyor. Şair kadınlar bunun çok farkında olarak yazıyorlar. Müdanasız.”
Yazar ve şair Asuman Susam’ın ‘Açıklığa Doğru’ kitabı Everest Yayınları tarafından okura sunuldu. Her ne kadar kitabın kapağında “Bu kitap iyi okur olmaya çalışan bir yazarın ötekinin çağrısını duyma ve ona yaklaşma çabasını içeriyor” diye yazılmış olsa da içerde göz kamaştıran bir yazı karnavalı okurları bekliyor. Gülten Akın’dan İlhami Çiçek’e, Şule Gürbüz’den Hulki Aktunç’a kadar geniş bir yelpazeden yaptığı incelemeler yazar çeşitliliği açısından da okuru sevindirir cinsten. Susam’ın kadın yazınına dair yaptığı arkeolojik çalışmalar ise oldukça dikkat çekici. Poetik bakış açısını engin sulara çekerek uzun uzun anlatan Susam ile yeni kitabını KARAR okurları için konuştuk.
Açıklığa Doğru’da uzunca bir şiir inceleme ve okuma mevzusu var. Şiirden hiç anlamayan birisi inceleme ve araştırmalarınızı takip ederek şiire dair nerede durup, neye bakmasını bilecek kıvama gelebilir. Şiire ve şaire dair okumaların oldukça dar alanda yapıldığı günümüzde zihin açmak, yol göstermek gibi bir muradınız var mı?
Hemen hiçbir metne zihin açmak, yol göstermek gibi bir misyonu ya da yükü üstlenerek çalışmıyorum Sevgili Zeynep. Benim niyetimi aşan bir yol olarak buraya çıkarsa okurun yolu ne mutlu bana. Gerek kendi seçip yazmaya karar verdiğim konu ve içerikler gerek bir davete verdiğim yanıtlarla öncelikle yaptığım kendim için, kendi şiir görgüm, bakışım ve birikimimin sınırlarını zorlamak için o meseleyi anlamaya yönelik çalışmak. Yıllar içinde kendine özgü bir okuma ve buna bağlı bir yazma yöntemi geliştiriyor ama insan. Oradaki açıklık, netlik başka yazarların metinlerinde de kendi yazdıklarımda da görmek istediğim şey. Buna dair özellikle dikkat gösterdiğimi söyleyebilirim. Bu bir alanı haritalamak gibi. Yol göstericilik hissini veren belki budur okura. Hem yatay hem dikey seyirde kavramlar arası bağlar, ilişkiler üzerinden yeni bir anlam evreni oluşturmak, yazmak benim için büyük ölçüde bu.
Kadın şairlerden oldukça ümitlisiniz?
Evet ve bunun için çok nedenim var bir okur olarak. Elbette kendi yazma deneyimlerimden edindiklerim görüşümü daha net ve yanılmaz kılıyor. Olanaklar anlamında daha sıkıntılı, zorlu koşulları aşıp yazıda ısrar etmek yalnızca kadınlar değil tüm kırılgan, azınlık özneler için her dönem zor olmuş. Şimdi de öyle kolay değil. Elbette geçmişin aşılması söz konusu fakat zihniyet reflekslerinden sıyrılmak hiçbir yerde öyle kolay olmuyor. Hâlâ eril dil ve zihin işleyişi çapaklarıyla kanonlaşma süreçlerinde etkili.
Varoluş, varlık olarak tanınma mücadelesi verirken eşitsizlik, adaletsizlikten doğan bu sıkışmışlık, bu öteki olarak konumlandırılış bizlerde ister istemez yerleştirildiğimiz ve eril aklın usluca olmamızı işaret ettiği yerden hızla çıkmaya doğru bir basınç yarattı. Bir anlamda kendi yolunu bulmak için yoldan çıkma. Başka bir dil, imge evreni kurmak, başka sesler, tonlar, ritimler, formlar oluşturmak için yaratıcılığın sınırsızlığına doğru bizi bu zorluklar motive etti.
Dünyayı başka türlü okumak, yeryüzünü yeniden evi kılmak, gaianın karnından doğrudan, karanlıktan aydınlığa, hayata bağlanmak başka bir yaşama ve yazma kudreti veriyor insana. Türünün sürekli bütün tehlikelere açık bir kırılganlık içinde yaşadığını bilmek ve o tehlikelere her an maruz kalabilecek bir açıklıktan hayatla ilişkilenmek başkaca bir varoluş ve yaratma, duyma arzusunun doğmasını sağlıyor. Bence şair kadınlar bunun çok farkında olarak yazıyorlar. Müdanasız. Bu arzudan korkmuyor ve sakınmıyorlar kendilerini, ona doğrular ve açıklar.
YAZININ HER YAZARDA KENDİLİĞİNDEN İŞLEYEN BİR SÜRECİ VAR
Düşünce tarihinin en üretken filozoflarından Derrida’nın sizin de bildiğiniz gibi yapısöküm diye adlandırdığı bir metin okuma stratejisi var. Çok özetle, bir fikre karşı oluşturulan sadakati parçalayarak, bu sayede fikrin tam karşısında saklı duran gerçekliği tüm yönleriyle görebilmek demek. Buradan çıkışla Açıklığa Doğru’da kaleme aldığınız şair ve yazarlardan hangisinde yapısöküme yakın bir tavır görüyorsunuz?
Yazının kendine özgü bir doğası ve her yazarda başka ama kendiliğinden işleyen bir süreci var. Yaratıcı yazma süreçlerinde ben yazarların elbette yöntemleri de filozofları ve onların söylemlerini de bilip ama yazarken tüm bildiklerini unutarak eylediklerini düşünüyorum.
Benim yazma sürecim de böyle işliyor şiirde. Sözünü ettiğin sökme yöntemine yatkınlık yazarın dünyayla kurduğu ilişkide saklı olmalı, diye düşünüyorum. Kavramları, yöntemleri bilen ve bunu unutarak yazan entelektüel zihinleri seviyorum. Yakınlaşmaya çalıştığım yazarlar daha çok onlar. Bir de tabii zamana bağlılık var düşüncede ve yaratıcılıkta. Suat Derviş’in mesela yazma zamanıyla Şule Gürbüz’ünki aynı değil. Dolayısıyla dünyayı okumaları, onunla ilişkilenmeleri de farklılık gösterecektir.
Cumhuriyet aydınlanmasının ışığına bağlı Gülten Akın ya da Cevat Çapan duyuşuyla da Güntan’ın ya da Marmara’nın nefesi, duyuşu farklılık taşıyacaktır. Bu düşünsel yönelimler zamanın ruhuyla, dönüştürme gücü ve ona açık oluşla ilgili gibi. Buna açık olan kalemler kitapta belli.
“Sanat şoklar yaratır, yarattığı şoklar yalnızca ben’e değil dünyaya da bir meydan okumadır” diyorsunuz. Son elli yılda meydan okuyabilen, yine sizin ifadenizle, dünyanın tenini hisseden değil, ten olabilen sanatçı(lar)var mı?
Olmaz olur mu, elbette var. Hele son elli yıl gibi bir belirleme yaptığımızda dünya edebiyatının büyüklüğü de düşünüldüğünde pek çok sanatçı, akım vs sayılabilir. Soruyla yokladığımız çünkü sanatın varlık nedeni. Kayıp giden zamana yakılan ağıt, nostaljik bir melankoli hissiyle çoğu zaman yüceleştirdiğimiz bir geçmişin sanatı var. Sanatı dönemlerle, akımlarla, türlerle, kanonlaşmanın sabitleriyle okumak kemikleşmiş bir alışkanlık. Modernliğin ve modernitenin vaazı ile yerleşikleşmiş bir aydınlanmacı refleks. Oysa zaman akıyor, zamane değişiyor, karşılaşmalar, sarmaşmalar, dolanıklıklarla insan yeryüzünde ve dünyada; tarihin ve doğanın içinde çoğu zaman kıyısında; ilerleyen zaman, döngüsel zaman geçişleri, geçirgenliğiyle yaşamla hemhal. Buyrukları duyan değil tüm canlılığa kulak veren yaratıcı ruhlar elbette meydan okumaya devam ediyor. Bunu duymak bizim açıklığımızla, görmek farkındalık eşiklerimizle ilgili biraz da.
İYİLEŞMEK AĞRILI BİR SÜREÇ
Kökeni 1950 sonrası Amerikan edebiyatına dayanan “Gizdökümü” şiirden, travma kaynaklı acıyla yüzleşmenin yeri, travma yaratan olayın sahnelenmesi diye açıklık getiriyorsunuz. Bu durumda Gizdökümü şiir için sanat terapi yaparak iyileşmenin ilk adımı atılıyor diyebilir miyiz?
Moero Fanzin’in çıkış sayısı şifa şiir ilişkisine odaklanmıştı. Bu vesile ile hem kavram hem de yazılanlar üzerine düşünürken kavram ister istemez travmalar üzerine düşünmeyi de gerektirdi. Şiirin sanatın diğer alanları gibi travma süreçlerinde bir şifa yöntemi olarak kullanıldığını biliyoruz.
Kimi travmatik süreçlerin tedavisi sırasında şair kadınların özellikle yazı ile kurdukları ilişkiler de dikkat çekici. Bu hiç şaşırtıcı değil, çünkü yazı kendilik algısının yeniden kurulduğu, ben’e hem dışarıdan hem içeriden bakma olanağı veren bir mekân. Onun yeniden inşa edildiği, kurulduğu da bir yer. Baskılananın, uyutulanın imgenin, sembollerin dilinden yeniden başka bir dile, forma kavuşması olanağı taşıyor sanat insan için.
İyileşmek için bir hap yutmak gibi değil; zorlayıcı, sert, acılı, ağrılı bir süreç. Soruda değindiklerin benim uzmanlardan edindiğim fikirler, bunu doğrudan “gizdökümü şiirler” için değil travma sürecinde yazıyla iyileşmenin mümkünlüğü üzerine söylüyorlar. Gizdökümü şiirlerin her zaman iyileşmeye doğru bir yol açıcılık taşıdığını açıkçası söylemek zor. Bu öznenin yazıyla, yaşamla kurduğu ilişki ve travmaların karşılanma biçimiyle ilgili bir şey. Ayrıca böyle genel bir ifade için ciddi metin ve şair hayatları incelemek gerekir; ama yazmanın dolaylı bir fayda, bir olanak bir açıklık olarak durduğu söylenebilir sanırım.
Dertlerden Tarih Yapmak, Dertlerle Tarihe Bakmak bölümünde Adalet Ağaoğlu’nun romancı kimliğine mercek tutarak, “Düşünce romanları yazar” diyerek, Ağaoğlu’nun romanlarında tarihe vurgu yaptığı bir edebi dilden bahsediyorsunuz. Roman zaten farkında olarak ya da olmayarak tarihe tanıklık etmez mi, okur tarihi, dönemi ve o çağın eksiklerini gözlemlemez mi?
Adalet Ağaoğlu bu romanıyla Cumhuriyet tarihine ilişkin bir sökme denemesinde bulunuyor. Eleştirelliği, ironisi kuvvetli bir dönem romanı da diyebiliriz onun için. Romana tür olarak yüklediklerin kuşkusuz doğru. Roman bir toplumsal panorama içinden bir sunuş yapar. Bunun mutlak olmadığı zamanlar ve janrlar da yok değil. Kitapta sözü edile romanlardan biri olan Ankara Mahpusu tam da bu söylediğin özelliklerle yaklaşır konusuna.
Çöken imparatorluk sonrasında afallamış bir toplumsalın içinden kurar romanını, yeni cumhuriyetin ilk kuşağı imparatorluğun son kuşağı kahramanlarıyla. Adalet Hanım için dediğim biraz daha farklı. Onda dönem, zaman dilimi bir art alan, bir zemin olarak yer almaz. Daha kuvvetli bir şey olarak kurgudaki rollerden birini üstlenir. Hatta başat olan odur.
Onun dolayımıyla anlatı kurulmaz, bizzat kurucu unsur odur. Tarihi, o tarihsel dönemi romanla yeniden kurar ve şimdiki zamanı buradan tartışmaya açar. Zaman zaman bir denemeci, bir fikir insanı gibi de davranmaktan kaçınmaz. Fark bu sanıyorum.
ELİMİZDE YAŞAMDAN BAŞKA BİR ŞEY YOK
‘Tenden Gölgeye’ Hulki Aktunç bölümünde Hulki Aktunç’un kaleminin zenginliği ve özgünlüğünden bahsederken, “Temsilin hakikatin yerine geçme çabası, zorlayıcılığı, hayattan ödünç aldıklarıyla yazının gerçekliğinde o hayatları yeniden kurmak” cümlesi Aktunç’un yazma meselesini açık eder cinsten. Öte yandan, Değişim Mekânı Olarak Beden ve Yazı kısmında ise “Beden bir mekan olarak yaşantı deneyimleriyle kendini bir harita gibi açıyor önümüze. Yaralar, kesikler, dikişler, fazlalıklar, eksikler, yükseltiler, çukurlar, protezler ile yaşayan beden değişimin yeri. Bir açıklık, bir olanak olarak duruyor karşımızda” diye devam eden cümleniz var. Hayattan ödünç alarak yazıya aktarılan yerler mi yazan kişiyi başarıya götürüyor? Buna yazıya teşne olan kişinin kendini oyması diyebilir miyiz?
Sorulan, yazının ve hayatın gerçek ve gerçeklik ile kurduğu ilişkinin niteliği, kuvveti vs ise buna yanıt verebilirim. “Yazan kişinin başarısı”nı dışarıda bırakarak. Başarı kavramı yazı, yazan, okur ilişkisinde en az ilgilendiren bir şey beni. Mükemmellik arayışının dışında bazen kusurdan, eksikten yakalanan “o şey” le ilgileniyorum. Adorno sahicilik demiş, hakikatlilik diye bir yazısında önermişti şimdiki zamanlar için şair Necmi Zekâ. Sevmiştim ben de bu öneriyi.
Yazarken elimizde yaşamdan başka bir şey yok. Bizi yazmaya zorlayan da yaşam ölüm ikiliğinin içinde ve arada kalışımız. Hepimizin yazdığı o. Metni bize yakın bir iyilikte, güçte kılan o hakikatlilik damarı. Bu, herkeste başka türlü işliyor ama. O nedenle başka başka metinleri seviyoruz. Ve evet, elbette kendimizden otobiyografik olarak en uzakta duranı, olanı, şeyi yazarken de kendimizi oyduğumuz o boşluktan doluyoruz. En uzaktan, bize en uzak olanı ela alırken ne söylersek söyleyelim onu söylüyoruz.
ARA SESLERİN ZENGİNLİKLERİNİ DUYMALIYIZ
Eril zihniyetin görmediği, neredeyse yok saydığı, Fatma Aliye, H. Edip Adıvar, Safiye Erol, Nezihe Muhiddin, Şukufe Nihal, H. Nusret Zorlutuna ve Suat Derviş gibi yazarların isimlerini anıyorsunuz. Kitabın sonlarına doğru, Nezihe Muhiddin ve Suat Derviş yazınından ayrıca bahsediyorsunuz. Kadın yazınını özellikle adı geçen yazarları okumak ve anlamak için neler önerirsiniz?
Çok uzun yıllar ikincil sesler olarak görülen, adları anılsa da metinlerine gereken değer verilmeyen kadın yazarlarla ilgili özellikle akademinin yol açıcılığı ile gerçekleştirilen kazı çalışmaları çok değerli. Yalnızca o yazarların hak ettiklerini geri kazanmaları anlamında değil edebiyat tarihini, bir dönemi başka’nın gözünden, nefesinden anlamak, başka bir tarihin ve kanonlaşmanın olabilirliğini göstermek açısından da çok önemli bu. Yıllarca sınırları belli bir hat içinde anlaşılan, anlamlandırılmaya çalışılanı aşındırmak, aslında bir rejimi bozmak anlamına da geliyor. Duyulmayan sesleri duyulur kılmak, görünmeyeni gün yüzüne çıkarmak.
Edebi zevkten, dünyayı algılama biçimlerine kadar farklı olanın değersiz olmadığını anlamak. Edebiyat özellikle de bir ulus edebiyatı, seçili sesleri üzerinden kurar kendini. Dışarıda bırakılanlar o istenen ses ve formu bozanlar ya da bunu yeterince iyi yapamayanlardır. Bu eril ve merkezci bakış yalnızca kadınların seslerini dışarıda bırakmamıştır. Özellikle 90’lardan sonra edebiyat ve sosyal bilimler, kültürel çalışmalar alanlarındaki anlayış farklılıkları sayesinde sessizliğe gömülü değerlere okurlar ulaşabiliyor artık. Tüm bunlar olurken önemsediğim asıl mesele, gün yüzüne çıkan bu metinleri nasıl okuyacağımız. Ara seslerin zenginliklerini duymaya, kusur ve zayıflık gibi görülenin altını kazıyıp başka bir edebi mirası görmeye ne kadar hazır, açık olduğumuz önemli. Ben buna dair uyanıklığı ve açıklığı önerebilirim yalnızca.
416 Sayfa - 30 TL
Kitabın, Suyun Çınladığını Duymak: Yazarak
Özgürleşmek bölümünde, Gaia ile kadın yazar olmak arasındaki benzerlikten bahsediyorsunuz. Buradan çıkışla kadın yazarlara neler söylemek istersiniz? Kimse duymasa da toprak illa ses verir, yıkılsa bile küllerinden yeniden doğar diyebilir miyiz mesela?
Diyebiliriz Sevgili Zeynep, fazlasını da diyebiliriz. Sözünü ettiğin yazı tam küresel bir felaket olarak yaşadığımız Kovid pandemisiyle tanıştığımız döneme denk geldi. Büyük bir anksiyetenin içinde yarı uyur, bir dalgınlıkta, yüzergezer bir ‘şey’ olarak hissettim kendimi uzun süre. İnsan olmanın dışında bir ‘şey’.
Dünya sözcüğünün yetmediği anlamını yitirdiği, yeryüzü sözcüğünün başka anlamlarla benimle sarmaştığı, giderek küresel değil gezegensel bir yere doğru kökleri, kökeni arama sorularıyla bakar oldum her şeye daha kuvvetlice. O yazıda evet analoji kadın, yazı ve özgürleşme üzerineydi; ama asıl söylemek istediğini insan-merkezli bir yerden ve salt erkeğin karşısında konumlandırılmış kadından söz eden bir yerden kurmamaya çalışıyordu.
Yeryüzüyle ve içindeki tüm şeylerle yeni bir kucaklaşmanın dilini ve biçimlerini arayan bir dil, bunu taşıyan bir form ya da formsuz, dizgesiz bir oluş. Umut da umutsuzluk da buradaki arayışta. Egemen olanın, bizi baskılayanın, hiyerarşilerin, hegemonyanın tuzaklarından çekip alacak bir bakış ve anlayış, karşıtlıklardan beslenen, çatışmacı ve buyurucu dillerden bizi uzak tutacak, tuzaklardan koruyacaktır.
Bugünün edebiyat dilinin, yeryüzü ile yeniden tanışmakla, kadim olanı ve oluşunu hatırlamakla, tüm akraba türlerin sarmaşıklığına, dolanıklığına katılmakla bulunabileceğini hissediyorum. Bu dile en yakın ve açık duranların yazar kadınlar da olduğuna inanıyorum.