TANER AY
Polisiye romanlara ve ‘Soğuk Savaş’ dönemine ilişkin casusluk romanlarına tutkum bilinmektedir. Yorulduğumda dinlenmek için genellikle Agatha Christie’nin Hercule Poirot romanlarından birini alıp, bir yerinden yeniden okumaya başlarım. Bildiğim kadarıyla 33 romanın ve 54 öykünün kahramanıdır. Onu sinemada Albert Finney, Peter Ustinov ve Ian Holm gibi büyük oyuncular canlandırdı ama, kanımca hiçbiri İngiliz televizyon draması ‘Agatha Christie’s Poirot’nun David Suchet’inin eline su dökemez. Georges Simenon’un Komiser Maigret romanlarına da bayılırım ama, bana ‘Poirot mu Maigret mi?’ diye sorarsanız, tercihim tereddütsüz Poirot’dan yana olacaktır.
Bizim polisiye edebiyatımızın zayıf olduğu söylenemez, gazetelerde ‘tefrika roman’ takip ettiğimiz yıllarda, örneğin Server Bedi’nin, İskender Fahrettin’in, Vâ-Nû’nun ve Ümit Deniz’in polisiyelerini hiç ıskalamıyorduk. Polisiyenin edebiyatımızdan bütünüyle çekilişi, ’80 öncesindeki ‘kültürel çölleşme’ dönemindedir. ’80 sonrasındaysa bir iki isim ‘saf polisiye’ denedi ama, daha çok romanlara polisiye unsurlarını yerleştirme tekniği egemen oldu. Son yirmi yıl içindeyse, bir ‘polisiyeci yazarlar’ nesli ortaya çıktı. Hepsini değilse bile, Ercan Akbay’ı, Algan Sezgintüredi’yi, Armağan Tunaboylu’yu ve Yaprak Öz’ü takip etmeye çalışıyorum.
Armağan Tunaboylu
Armağan Tunaboylu’yu ‘Metin Çakır Polisiyeleri’nden biliyorsunuzdur, şimdi de ‘Berkun İstanbullu Polisiyeleri’ dizisine başlamış. Dizinin ilk kitabı olan ‘Polisiye Yazarının Ölümü’ Oğlak Yayınları’ndan çıktı. Berkun, evinin terasındaki kış bahçesinde orkide yetiştiren ve Claudio Arrau dinleyen züppe bir polistir. Onun haki kargo pantolonu, beyaz keten gömleği ve ince kot ceketi ise, sanırım Armağan’ın hayat arkadaşı Esin’in fikridir. Berkun’u, önce Fatih’te, küf, sidik ve yemek kokan eski bir apartmanın üçüncü katında tanırız. Üç Suriyelinin cesetlerinin, serüveni insan kaçakçıları arasındaki kanlı çatışmalara çekeceğini sanırsak da, birkaç sayfa sonra yanıldığımızı anlarız. Çünkü, asıl öykü, kentsel dönüşüm nedeniyle yıktırılmış binâların enkazlarıyla görenin ruhunu karartan Fikirtepe’deki cesetle başlayacaktır. Berkun’u züppeliği yüzünden teşkilâtta pek seven yoktur. Polisleri geçtik, Kahveci Nedim bile onu sevmiyordur. Aslında o da onları sevmemektedir. Nedeniyse teşkilâtın başka yerlerde iş bulamadığından polisliğe geçenlerle dolu olmasını mesleğe ihanet saymasıdır.
Armağan’ın ‘Polisiye Yazarının Ölümü’ aslında iki katmanlı bir metin. Alttaki sinematografik doğa sıfat dalgalanmaları ve ‘şiirsel’ betimlemeler yüzünden sanki biraz ‘örtülü’ gibi duruyor. Armağan şâyet dizinin ikinci kitabında bunları Ernest Hemingway’in ‘Katiller’ öyküsündeki gibi en aza indirirse, ’Berkun İstanbullu Polisiyeleri’nin sinematografik yapısının bütünüyle ortaya çıkacağına inanıyorum. Bununla birlikte, ‘Polisiye Yazarının Ölümü’nü mutlaka çantanıza koyun, toplu taşıma araçlarında, çalışıyorsanız öğle aralarında, size çok hoş vakit geçirtecektir. Son günlerde okuduğum en keyifli polisiye oldu...
ŞEHRİN VAROŞLARINA YAYILAN SES
Mustafa Eryaman’ın ‘Ali Ercan, Dostlarıma Çağrım’ kitabını ise aslında geçtiğimiz ay içinde okumuştum ama, ufak bir sağlık sorunum yüzünden yazmaya fırsat bulamadım. Niğdeli türkücü Ali Ercan’ı bugün anımsayan var mıdır, bilemiyorum. ‘60’lı yıllarda onun ‘Kara Kaş Gözlerin Elmas’ türküsü her yerdeydi, köyden kente göç bu türküyü İstanbul’un bütün varoşlarına yaymıştı. Minibüslerde ‘Adana’ya Bir Kız Geçti Gördün mü’ ve ‘Adaletin Bu mu Dünya’ 45’likleri de sıklıkla çalındığını anımsıyorum. Sonra Unkapanı’nda Ercan Plakçılık’ı kurdu, Neşet Ertaş’a ve Müşerref Akay’a plaklar yaptırdı. Bana kalırsa, ticarete atılmasıyla birlikte, sanatı da tıkandı. Bir ara eski sesini yurt dışında gurbetçiler arasında aramasına karşın, maalesef bulamadı.
1931 Niğde doğumlu olan ve geçen yıl sanat hayatında 70’inci yılını kutlayan Ali Ercan yaşamını memleketinde sürdürüyor.
‘70’li yılların sonuna doğruysa yazdığı türkülerde bütünüyle dinî motifleri kullanmakla yeni bir çıkış yapmak istedi ama, artık unutulmuştu, bu yüzden de zamanın duvarına çarptı. Eryaman, Niğdeli Ali Ercan hakkında ne varsa toplayıp kitaplaştırmış. İyi de yapmış, çünkü unutulmuş bir sesi sadece geleceğe aktarmıyor, aynı zamanda halk kültürü araştırmacılarına da çok değerli bir kaynak veriyor. Bununla birlikte kitapta hemen bir yöntem sıkıntısı hissediliyor. Bu da sanırım onun Ali Ercan hakkındaki her şeyi toplayıp kitaplaştırmak düşüncesinden kaynaklanıyor. Ben olsaydım, örneğin Ali Ercan’ın son dönemki türkü sözlerine o kadar yer vermez, asıl onu toplumsala dahil eden yıllarını ve eserlerini esas alırdım. Ayrıca, önemli bir toplum bilimciden ve bir halk kültürü araştırmacısından da Ali Ercan’ın niçin şöhret olduğuna ilişkin yazılar isterdim. Eryaman bir akademisyen olduğundan, kendi imkânlarıyla bastırdığı kitabının yeni baskısında bunları dikkate alacağına inanıyorum. Ayrıca, Eryaman gibi çılgınlar olmasa, nice Ali Ercan’ın tarihte kaybolmaya mahkûm olduğu kanısındayım. İyi ki bu ülkede Eryaman gibi güzel insanlar var!