HALE SERT
Oktay Akbal ile sizin mektuplaşmalarınız, Sanki Her Şey Daha Dün Gibi başlığı altında Nisan ayında okurlarla buluştu. Ben de bu kitap vesilesiyle sizin Oktay Akbal ile ilişkinizi ve yine 2019’da yayımlanan Behçet Hoca monografinize ve son şiir Kitabınız Talan Şiirleri’ne değinerek konuşmak istiyorum…
Mektuplar sizin Londra’da BBC Türkçe servisinde spiker-çevirmen olarak çalıştığınız dönemde, 1965-69 yıllarını kapsıyor.
Mektuplardaki Londra yıllarınızı konuşmadan önce bugünden baktığınızda hayatınızın o dönemini nasıl hatırlıyorsunuz? O günkü Londra ve Londra yılları sizin için ne ifade ediyor?
Londra yılları, 1964-69 hatta 1970’e de taşan dönem, benim hayatımda çok önemli ve radikal dönüşümleri yaşadığım bir süreç. Ben orada, sadece BBC Türkçe servisinde spiker-çevirmen olarak çalışıyor değildim, aynı zamanda üniversiteye de devam ediyordum, Londra Üniversitesi Felsefe bölümünde okuyordum. Felsefe okumak benim yaşamımda önemli çünkü yapmak istediğim şeydi felsefe, Türkiye’de iken babamın isteği ile hukuk fakültesi öğrencisi oldum, bitirmedim, bitirmek de istemiyordum zaten. O arada uzun bir süre Demokrat Parti dönemine tesadüf eden süre içinde gazetecilik yaptım. Mutlaka bir şekilde felsefe okumak istiyordum, ama Türkiye’de değil. Neden Türkiye’de felsefe okumak istemediğimin gerekçeleri vardı. Mektuplarda onun cevapları da vardır. Benim için üniversite okumak değil felsefe okumak önemliydi.
Cumhuriyet Gazetesi’nde dış haberler sekreteri idim, dış haberlerden sorumluydum. BBC’de iş imkânı söz konusu olunca 1964’ün temmuzunda Londra’ya gittim, ertesi yıl da üniversiteye başladım.
Borges‘in bir sözü vardır; ‘ben yaşamadım, okudum’ diye. Londra yılları biraz öyledir. Londra’daki yaşamım ağırlıklı olarak hem üniversite yaşamı hem BBC’de çalışma hem de onun dışında çok ciddi okuma süreci ile geçti. Belki hayatımda en yoğun okuma yaptığım dönem 1965-70 dönemidir. Daha da önemlisi, en az felsefe eğitimi kadar önemli bir başka şey Londra’da yeniden şiire dönmemdir. Türkiye’de gazetecilik yaptığım 1957-64 yılları arasında şiir yazmaktan çok uzak kalmıştım. İlk kitabıma dahil olan şiirlerin büyük bölümünü Londra’da yazdım. 1969-70’te Türkiye’ye döndüğümde elimde bir şiir kitabım vardı.
Oktay Akbal’ın, sizin gençlik yıllarınızla özdeşleşen bir Ağabey olduğunu, size yol gösterdiğini, gazeteciliğe başlamanızda, sonraki dönemlerde iş bulmanızda elini hep omzunuzda hissettiğinizi öğreniyoruz. Sizin deyiminizle “Sıyanet meleği”niz. Neden? Akbal sizin için ne anlam ifade ediyordu?
Oktay ağabey ile benim tanışmam, 1955 yılına ben Hukuk Fakültesi’nde öğrenciyken bir ara gazete satıcılığı yaptığım döneme rastlıyor. Fatih’te bugün Yapı Kredi binasının olduğu bina PTT binası idi. Binanın köşesindeki kaldırımda Selahattin ağabey diye yaşlı bir ağabeyimizin tezgâhı vardı. O tezgâhta ben ona yardımcı oluyor hem bu sayede gazete dergi okumak imkânı buluyor hem de küçük bir ücret alıyordum. Oktay abiyi simaen tanıyorum, annesi Fatih’teydi bildiğim kadarıyla. Annesini sık sık ziyarete geliyor ve bizim tezgâhın önünden geçiyordu. 1-2 defa konuşma yapayım dedim, sonunda kendimi tanıttım. Behçet Hoca’nın öğrencisiyim deyince, o da Hoca sizden söz etmişti dedi. Hoca gerçekten benden bahsetmiş miydi bilmiyorum, zarif adamdı Oktay Ağabey. Bu tanışma sonrasında artık tezgâhın önünden her geçişinde konuşmaya başladık. Hikayelerini okuyup okumadığımı soruyordu, ben de beğendiğimi söylüyordum. Sonra bir ara ciddi şekilde, ailece görece bir yoksullaşma sürecine girdik. Babamın emekli maaşı yetmemeye başladı, kirada oturuyoruz, annem çalışmıyor. Bana bir şey söylemiyorlar, tek çocuğum ihtimam gösteriyorlar ama olup bitenin farkındayım. Delikanlıyım, harçlığa da ihtiyacım var. Arkadaşlarımız var kahvede oturuyor çay içiyoruz. Bir gün Oktay ağabeyle tezgâhın önünde konuşurken ‘Ben çalışmak istiyorum. Bir iş bulmama yardımcı olur musunuz?” dedim. O, Vatan gazetesinde çalışıyordu. ‘Tamam, Yazı işlerinden randevu alırım’ dedi. Benim için randevu aldı. Gazetede, musahhih, düzeltmen olarak çalışmaya başladım. İlk iş hayatına başlamamın vesilesi Oktay Akbal’dır.
Oktay Akbal’ın size iş hayatınızda olduğu kadar edebiyat alanında da hep destek olduğunu görüyoruz. Londra’dayken şiirlerinizi kendisine gönderiyorsunuz, dilediği yerde yayımlamasını istiyorsunuz o da Varlık’a gönderiyor. Sadece onun size desteğini değil, karşılıklı bir dayanışmayı da fark ediyoruz. İngilizce öykülerini size göndermeyi istiyor siz de Londra’daki yayınevleriyle ilişki kurmaya çalışacağınızı söylüyorsunuz. Ya da onun sizi şiirde, çeviride teşvik ettiği gibi siz de ona farklı yazı dizileri ve farklı mecralarda yazması konusunda önerilerde bulunuyorsunuz. İki edebiyat adamı birbirini besliyor. Bu sizin kaleminizi ve onun yazınını nasıl etkiledi?
Böyle bir etki oldu mu bilmiyorum ama şunu söyleyebilirim. Oktay Akbal büyük bir düz yazı ustasıdır bana göre. Türkçe’de edebî anlamda ideal bir düz yazı örneği göster denilirse Oktay Akbal’ın öykülerini gösteririm. Benim için şiirde Behçet Hoca neyse düz yazıda Oktay Akbal odur. Türk edebiyatında öykücü denince bana göre Oktay Akbal mutlaka Sait Faik’ten sonra gelir.
Akbal beni hep destekledi, bütün şiir kitaplarım hakkında yazdı, örneğin Bedrettin Üzerine Şiirler çıktığında, “Nazım Hikmet’ten sonra Bedrettin meselesini yazmak büyük bir cesarettir”, “Hilmi Yavuz bunun üzerinden başarıyla geldi” diye yazdı. Cumhuriyet’in önemli bir köşe yazarı olarak bunları yazmış olması benim için değerliydi.
Sizin gerek çeviri konusunda gerekse işiniz konusundaki titizliğinizi mektuplardan da takip edebiliyoruz. Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın, sizin deyiminizle Üstad’ın, Our Vietnam War kitabının çevirisini korkunç buluyorsunuz, hatta “yanlışları bir bir göstermek isterdim ama sayfalar yetmez buna, ne kötü şiirler ya rabbim, güzelim şiirleri tanınmaz hale getirmiş” diyorsunuz. Buna benzer çok örnek verebileceğinizi biliyorum. Hikmet Esin müstearıyla yazdığınız bir yazı var mesela?
Evet o yazı, T.S.Eliot’un çevirisiyle ilgiliydi. Londra’da yaşayan Kıbrıslı, Osman Türkay’ın Eliot çevirisi Varlık’ta çıkmıştı. Çeviriyi görüyorum, aslıyla karşılaştırıyorum, rezillik. Yaşar Nabi Nayır’a bir mektup yazıyorum ama ismimi gizleyerek, Hikmet Esin müstearıyla. Yaşar Nabi de tutuyor mektubu Osman Türkay’a gönderiyor. Osman Türkay gelip beni bulmuştu, olay buydu.
Bu özenin doğal olarak sizin şiirinizle de ilintisi var, Tuğrul Tanyol şiirinizi şöyle tanımlıyor: “Her şey tartılmış, ölçülmüş, yerine konmuş. Taş değil yerinden bir kum tanesi bile oynatmak mümkün değil”. Bu özeni nasıl tarif edersiniz? Şiirinize mührünüzü vurmak mı ya da her bakan sizin olduğunu anlasın arzusu mu?
Şöyle söyleyeyim, şu anekdotla başlayayım. Yahya Kemal’in ölümünden sonra en yakın dostlarından, İstanbul Üniversitesinden felsefe profesörü Halil Vehbi Eralp bir risale yayınladı. Orada şöyle bir şey var; ‘birgün üstadla yürüyorduk’ diyor. Bilirsin, Yahya Kemal’in bir şiir için 3, 5, 7 yıl çalıştığı, bir kafiye için aylarca beklediği rivayetleri vardır. Öldüğünde kitabı yok, kitapları sonrasında yayımlanıyor. Halil Eralp şöyle diyor, ‘üstadım şiirleriniz muhteşem ama çok az yazdınız, daha çok yazsaydınız biz de feyzinizden daha çok yararlansaydık’. Yahya Kemal, Halil Eralp’ın kolunu tutuyor ve şöyle diyor: “Mısra haysiyetimdir”. Bu bir poetikadır. Bir poetika yazılacaksa ilk ilke bu olmalıdır.
Ben böyle yazdım, olsa da olur olmasa da olur, yani ne olacak diye yazılmaz, böyle bir şey olmaz. Şiir zor zanaattır. Nazım da öyle diyor ya.
Londra’da Türkiye’deki edebiyatın nabzını dergiler üzerinden tutuyorsunuz, Oktay Akbal size başta Varlık olmak üzere Yeni Ufuklar, Ant, Cep Dergisi, Papirüs’ü ulaştırıyor. Sizin dergilerdeki yazılara, edebiyat eleştirilerine yaklaşımınızı yorumlarınızı okuyoruz mektuplarda. Sizin ilk şiirleriniz de Varlık’ta yayımlanıyordu. O gün için edebiyat dergilerinin size ne ifade ettiğini sizden duymak isterim. Bugünkü edebiyat dergiciliği ile mukayese etmeniz gerekse ne dersiniz?
Söyleyeyim. Edebiyat yaşamı aslında dergilerde neşvünemâ bulur. Her dönemin edebiyatta öne çıkan dergileri vardır. Belli bir dönem deyince Servet-i Fünun dergisi, Cumhuriyet döneminin 1933 sonrası dergilerinden söz etmek gerekirse Varlık Dergisi. Böyle bir şey var. Yani her dönemin deyiş yerindeyse ikon dergileri var. Genç insanlar olsun her kuşaktan insanlar olsun genellikle o dergilerde kümelenirler ve orada kendi kimliklerinin öne çıkarılmasına imkân sağlamaya çalışırlar. Eğer tanınacaksa öne çıkacaksa şayet, hikayeci önce kendisini dergilerde kabul ettirmek durumundadır; ‘Şiirlerim Varlık Dergisi’nde çıkıyor’ ya da ‘yazılarım Yeni Ufuklar Dergisi’nde çıkıyor’.
Yeni Ufuklar, o zamanın önemli entelektüel dergisi idi. Düşünce yazılarını Yeni Ufuklar’da yayınlatmak çok önemliydi. Londra’dan yazdığım “Bilim Hümanizması”, “Türk Hümanizması” gibi bazı yazılarım Yeni Ufuklar’da yayınlanmıştı. Şiirlerim Varlık’ta da yayınlanıyordu. Bugüne gelince böyle bir dergi yok. Varlık, o günkü 1950’lerdeki hatta 60’lardaki ve 70’lerdeki konumunu, konumundan çok statüsünü yitirdi gibi geliyor bana. Yani Varlık Dergisi’nde şiir, öykü çıkması bugün herhangi bir yazar için çok büyük anlam ifade etmiyor. Belli yaş üzeri şairlerin, yazarların dergilere çok ilgi göstermediklerini de görüyoruz. Ben mesela uzun yıllardır dergilerde şiir yayınlamıyorum. 80’lerde Gösteri Dergisi vardı; o yıllarda çıkmıştı şiirlerim. Onun dışında pek bir yerde yayınlamadım. Artık, edebiyat dergilerinde ikon dergiler yok. Ayrıca düşünce dergilerinde de böyle dergiler yok.
Oktay Akbal, o dönem Milliyet’te yazamamasının kendi siyasi görüşünden kaynaklandığını söylüyor, yeteri kadar solcu bulunmuyor. Buna içerliyorsunuz, “Bir dizi yalancı pehlivanın boy gösterdiği Bâbıâli’de elbet Oktay Akbal, elbet Burhan Arpad’ın esamesi okunmaz olur” diye not düşmüşsünüz. Ülkemizde siyaset, basın ve yazar ilişkilerinin dönemin politik atmosferine göre şekillenmesinin o günden bugüne çok değişmediğini anlıyoruz. Bu konuda ne dersiniz?
Doğru aslında, kesinlikle herhangi bir değişme söz konusu değil. Gazete ve politik dergilerin yazar seçimleri ağırlıklı olarak kendi politik görüşlerine yakın insanların tercihleri bağlamında oluyor. Şu ya da bu biçimde iktidara yakın gazete ne kadar donanımlı ne kadar liyakat sahibi ne kadar itibarlı bir yazar söz konusu olursa olsun, kendisine yakın siyasi görüşler eğer taşımıyorsa onu gazetesinde istihdam etmek istemiyor.
Türkiye’de bu pratik, mahalle farklılığı olmaksızın güdülen bir teamül gibi bir şey. Arada istisnalar olmuştur, ama böyle.
Evet, tarafsız gazete yoktur. Tarafsızlık iddiasında bulunan gazetelerin hiçbiri tarafsız değil olamaz da. Zaten belli bir ideolojisi olmayan yayın organının var olma nedeni de yoktur. İdeolojisi olmak zorundadır. Ne düşünüyorsun, dünyaya nasıl bakıyorsun. Türkiye’nin politikasına nasıl bakıyorsun, ‘Valla biz bakmıyoruz biz politikaya karışmıyoruz’ olur mu öyle şey. Senin görüşün olması gerekir belli bir politik tavırla çıkman gerekir. İdeolojik elbette. İdeoloji olacak. Ben bunu doğru da buluyorum. Her yerde her zaman liyakat işlemesi söz konusu değildir. Yani diyelim ki x gazetesi muhalefeti destekliyor, buna karşılık çok değerli bir ekonomist var, bu ekonomist daha çok iktidarın ekonomi politikasını destekliyor. Liyakat sahibi olmasına rağmen muhalif gazetede görev alması, makale yayınlıyor olması söz konusu olmaz, olmamalı da ayrıca. Liyakat geçerli değil. Her yerde liyakat arıyoruz biz, üniversitede liyakat arıyoruz, ehil olmayan insanlar profesör oluyor diyoruz ya, orada liyakat kriteri geçerli. Elbette liyakat üniversitede geçerli, üniversitelerin politik tavrı yok, olmamalı.
Sanki o günkü ifadeniz ile bugünkü çok örtüşmüyor, biraz çelişiyor?
Evet doğru biraz değil, tam anlamıyla çelişiyor ama ben o zamanki görüşümü doğru bulmuyorum. Nasıl olur da Oktay Akbal’ı ne kadar solcu bulmadıkları için Milliyet’e almıyorlarmış. Adam diyor zaten, ‘ben yeteri kadar solcu olanları istihdam edeceğim’ diyor. Dolayısıyla Akbal yeteri kadar solcu değil neden alayım diyor.
Aslında Londra’da yurtdışında olmanıza rağmen bir anlamda kendinize, edebiyata, şiire dönüyorsunuz. Bir söyleşinizde “bizim kültürümüzün ve medeniyetimizin ne kertede önemli olduğunu yurtdışında anladım ben”, “Eve dönüşüm, Türkiye’ye dönmeden önce Londra’da olmuştur” diyorsunuz. Mektuplarda da sizin Londra’da kalma imkânı bulsanız bile bir şekilde Türkiye’ye dönme isteğinizi görüyoruz. Sizin bu uyanışınız Doğu ve Batı medeniyeti, İslam estetiği, Türk modernleşmesi üzerine çalışmalarınızın, çözümlemelerinizin de kapısını aralıyor muhtemelen. Oysa Oktay Akbal’ın Türkiye’deki basın, siyaset, edebiyat dünyası arasındaki sıkışmışlığını ve bir şekilde Londra’ya gelme isteğini okuyoruz. Bugün de sorsanız ülkemizde eli kalem tutan, düşünen insanlar bir yolunu bulsa yurt dışına gitmeyi, orada yaşamayı istiyor. Halihazırda yurtdışında yaşayan edebiyatçılarımız da var. Türk aydınının Batı’ya gitme, orada kalma serencamı hakkında ne düşünürsünüz?
Beni kötü konuşturacaksın ya… Şimdi şöyle; aslında benim yurtdışında bulunduğum dönem, benim kendi kimliğimi inşa etme sürecimle de ilgiliydi. Yurtdışında olmamın anlam ve değeri vardı. Evime döndüm, evime dönmenin yollarını ben Londra’da keşfettim. Niye dönmem gerektiğiyle ilgili mektuplarda örnekler de yer alıyor. Üniversite’de karşılaştığım Türk edebiyatı ya da tarih okuyan bir beyle kantinde oturuyoruz, konuşuyoruz, diyor ki mesela; “I am very interested about Naîmâ history”, Naîmâ adını duymuşum ben ama karşımdakinin söylediklerinden haberim yok. İngilizler yanlışınızı öyle zarif biçimde yüzüne vururlar ki, yerin dibine batarsın.
23-24 yaşına gelmişim, benim kendi tarihim, kendi entelektüel tarihim konusunda fikrim yok! En küçük bir fikrim yok! Kendime, ‘böyle bir şey olamaz’, ‘ayıp ediyorsun’ dedim… Eve böyle döndüm.
Yurt dışından böylesine bir eve dönüş söz konusu olunca, eve dönüşün de anlamı oluyor. Oraya gitmek ve sadece oranın hamulesi ile dönmek bence eve dönmek anlamına gelmez. Orada en azından benim karşılaştığım türden bir takım vahim yüzleşmeler ile karşı karşıya kalmamış olmak da söz konusu değil. Birileri orada mutlaka sana Türkiye hakkında sorular sormuşlardır, soracaktır. Sen bu soruları önemsemeyebilirsin, benim çabam; bana Batı’nın verdiğidir, öyle dönerim, Türkiye beni ilgilendirmiyor ya da dönmem diyebilirsin. Biz öyle yetiştirilmedik bir de o var.
Behçet Hoca’dan “şiirin haysiyetini koruma”yı, Oktay Akbal’dan “edebiyatın korkunç ciddi bir uğraşı” olduğunu öğrenmişsiniz. Onları bu konuda öncülere sahip olmadıkları için şanssız buluyorsunuz ve ironik bir dille çok ciddi bir eleştiride bulunuyorsunuz. Şöyle diyorsunuz, “Bir büyükelçi Yahya Kemal’den, bir CHP genel sekreteri Memduh Şevket Esendal’dan, bir milletvekili Faruk Nafiz’den edebiyatın ciddi bir uğraşı olduğunu öğrenemezdi elbet.” Hayatınız boyunca edebiyat yaşamdan önce mi geldi? Ya da bizatihi kendisi yaşam mı? Bunu sağlamak için ne tür özverilerde bulundunuz?
Edebiyat ile uğraşmanın bizatihi kendisi özveridir. Bu retorik bir şey değil. Büyük bir laf gibi görünüyor ama gerçek bu, retorik değil. Çünkü eğer Edebiyat ile ciddi şekilde uğraşacak ve bunu yaşamanızın olmazsa olmazı kılacaksanız bir sürü şeyden vazgeçmeniz gerekiyor. Edebiyat para kazandırmaz mesela. Para kazanmaktan vazgeçiyorsunuz demektir. Bundan asla ve kata nedamet getirmemeniz gerekiyor. Yani ‘ben edebiyat adına para kazanmaktan vazgeçtim ama şimdi köpek gibi pişmanım…’, geçmiş olsun derler adama. Olan olmuştur. Böyle bir nedamet duygusu, asla edebiyata yakışmayan bir şey, edebiyatın onuruna yakışmayan bir şeydir. Böyle düşünenler olabiliyor.
Napolyon’un muharebe hikayesi bu meseleyi özetliyor aslında. Asker, ‘Muharebeyi kaybettik efendim’ demiş; ‘neden’ demiş. ‘Birçok sebebi var’ demiş. ‘Bir tane söyle’ demiş, ‘kurşun bitti’ demiş. ‘Geriye kalanı sayma zaten’ demiş. Bu da öyle. Paradan vazgeçtiğine göre bir sürü şeyden vazgeçiyorsun. Gerisini söylemeye gerek yok zaten.
Oktay Akbal’ın mektuplarında Babıali’de olup biten gelişmeleri, basın dünyasının siyasetle ve sermayeyle ilişkilerini öğreniyoruz. Bunu Vatan’da yazan bir köşe yazarının gözünden, bizzat yaşanmışlıklar üzerinden okumak dönemi anlayabilmek için çok ufuk açıcı. Yıllarınızı bu ilişkileri kimi zaman dışardan gözlemleyerek kimi zaman içerden yaşayarak geçirdiniz. Bugünkü basın-sermaye-siyaset ilişkisi aslında sadece Türkiye’ye de özgü olmayan bir dinamiğin devamı mı? Yoksa Türkiye’nin nev-i şahsına münhasır bir yapısı mı var? Bunun ideal bir terkibi var mı?
Basın, dünyanın her yerinde aynı durumda. Türkiye basınının Batı basınından farkı yok. Fark sadece düzey farkı. Yani, yazarlarının, yorumcularının hatta muhabirlerinin vesairenin bu işi gerçekten ehliyetle, liyakatle yapabilme konusunda düzeyleri sorgulanmalı. Batı bunu sorguluyor. Kendi yandaşı birisini alacaksa ehliyet arıyor. Benim yandaşım olursa olsun da ne olursa olsun demiyor. Kendi yandaşının da ehliyetli olanını seçmek zorunda. Demin de konuştuğumuz gibi. Hiç değişmiyor ama onlar kendi yandaşlarında düzey arıyorlar, bütün mesele bundan ibaret.
Behçet Hoca için, hayatı kasten daralttığını söylüyorsunuz, siz de mi öyle yaşadınız, biraz bahseder misiniz?
Evet öyle. Bunda, Hoca’nın kişiliğinin etkisi var mıdır, onu bilemiyorum. Ama benim uzun süreden beri temel ilkelerimden biridir: Latincesi ile semper eadem, her şey aynı kalsın. Zamanın geçiyor olmasına, kaçınılmaz olarak geçiyor olmasına, acaba ‘her şey aynı kalsın’ bir çare olabilir mi? Böyle bir şey söylemek mümkün değil ama yaşantımda yıllardır aynı şekilde devam eden şeyler var. Şöyle mesela; 40 senedir, hatta daha uzun süredir yazları Bodrum’a gidiyorum. Önceleri, Nuran’la evliyken Bodrum içinde bir evimiz vardı, 90’lı yıllardan itibaren ise ayrıldıktan sonra Yahşi Yalı’sında motellerde kalıyordum. Her sene aynı mekânda kalıyor ve mümkünse aynı odayı istiyorum. Aynı saatte denize girmek aynı saatte yürüyüş yapmak, aynı saatte başka motele gidip terasında kitap okumak ya da yazı yazmak. Buna hayatı rutinleştirmek de denebilir, hayatı kasten daraltmak da denebilir. Bu aslında Tanpınar’ın sözüdür. Ahmet Haşim için söylediği bir sözdür. Haşim diyor, hayatı kasten daraltmaktan hoşlanır. Şairlerde böyle bir gelenek var anladığım kadarıyla. Necatigil’de var, kimlerle hangi saatte nerede olacağı bütün bunlar belirlenmiş ve nettir. Üstelik suda halkalar gibidir dostlukları. İlk halkada ben yoktum. Sokmuyor. Kamuran Şipal ile Ali Tanyeri var. Ben arada şımarık çocuk olarak ‘ben de geleyim’ ama yok sokmuyor.
Son şiir kitabınız Talan Şiirleri’nde metinlerarasılıklar olduğu kadar, kendi şiirleriniz arasında kurduğunuz, ‘şiirlerarası’ ilişkileri de görüyoruz. Sadece öteki şairlere değil kendi şiirlerinize de atıflar var. Dahası şiirlerinizi talan’a açma daveti var bir yandan.
“talan ve zaman” isimli şiirde: “hüzün, itibardan düştü…/böyle bir şey olabilir mi?/diyor, herkes…/-olamaz! “talan ve kalbin” şiirinde ise “bitmiyor, bitmiyor bu hân-ı yağma” diyorsunuz.
Son yıllarda ülkemizde yaşanan sosyal siyasi olayların sizin hayatınızda da maalesef sevimsiz yansımaları oldu. Bu süreçlerden birebir etkilendiniz, bunu biliyoruz. Bu dizeleri tüm bu olanlara bir hayret olarak okuyorum ben. Böyle şeyler oldu bu ülkede, yavaş yavaş herkes kabuğuna çekildi, bütün sesler sustu, renkler soldu. Ama hala –olamaz diyen bir sese ihtiyacımız vardı. Ben bu dizeyi sizin büyük bir itirazınız olarak okuyorum.
Bu tavrı sizin Londra’da Yeni Ufuklar’ın 1950 kuşağı soruşturmasına cevap hazırlarken Demir Özlü’nün bu kuşağa “yıkılmışlığı” yakıştırmasına karşı çıkmanıza bağlamak istiyorum.
“Neden yıkılmış olalım. Ayakta durmak için savaşmak gerek.” Dr. Rieux’yü düşün: Umutsuzdu ama yıkılmış mıydı? İşin ahlakı var bir de. Edebiyatı nerelere vardırır bu sahte yıkılmışlık duyguları?” diyorsunuz.
Lanet Şiirleri ve Talan Şiirleri sizce yıkılmışlığı mı dışavuruyor, yoksa savaşın sonucunu görmek için henüz zaman var mı? Talan şiirleri neyi anlatıyor? Talan edilen ne? Edebiyatınız mı? Şiiriniz mi? Ülke mi talan edilen? Ya da ezcümle kendinizi mi talan edilmiş görüyorsunuz?
Bunların hepsi doğru çünkü özellikle son yıllarda tarih vermeyeyim benim yaşadıklarımı sadece talan şiirleri ile değil son üç şiir kitabımla ilişkilendirmek doğru olur; Yara, Lanet ve Talan. Bu üç metafor benim son yıllarda gerek bu ülkede yaşadığım gerekse bu ülkenin yaşadığı ne varsa onu sanki metaforlaştırıyor gibidir benim için.
Meseleye böyle bakınca sadece Talan Şiirleri’ni değil üçlü öbek olarak düşünmek lazım. Ben çok yaralandım, çok lanetlendim ve ben çok talan edildim. Türkiye’de de özellikle bazı şeyler talan edildi. Talan Şiirleri’ndeki bir dize semptomal dizedir; ‘velhasıl talanda lirik mülkümüz şimdi.’ Bu nedir, şiirlere bakılınca ikinci bölümde göreceksin. Orada ne var; Yahya Kemal var, Şeyh Galip var. Bunlarla birlikte talan edilen başkaları da var ama bunlar bana göre semptomal olarak öne çıkmış olanlardır.
Müziğin talan edilmiş olmasının sembolü ya da simgesi Itri’dir. Müzik bayağılaştırıldıysa, Ayça Tekindor’un ‘buraları yıkılıyor, benden yıkılıyor, her gün peşime bıyıklı takılıyor, hadi uzat başını degajeme doğru’ eğer hit olabiliyorsa Türkiye’de bu Itri’nin talan edilişidir. Eğer Türkiye’de adını vermeyeyim birtakım kişiler şiirler yazıyorsa, bu Şeyh Galip’in veya Yahya Kemal’in talan edilişidir. Dolayısıyla bütün bunları, aslında tek bir şey ile ifade etmek gerekirse ‘lirik mülkümüz’dür. Lirik mülkümüz talan ediliyor. Bu kitap talan edilişe yakılmış bir ağıttır denilebilir. Kendi talan edilmişliğime de bir ağıt olabilir.
Öyle bir yere geldik ki, duruma gelinmiştir ki, bizim lirik mülkümüze sahip çıkarak kendi kendimizi yeniden kazanmamızı mümkün kılacak yollar da kapanmış gibi görünüyor.
‘Böyle bir şey olabilir mi’ cümlesi de semptom cümledir. Dikkat edersen son zamanlarda günlük dilde en çok kullanılan söz budur, herkes ‘böyle bir şey olabilir mi?’ diyor. Neden semptom, neden söylem haline geldi bu cümle? Bugüne kadar alışılmadık, akla vicdana adalete aykırı o kadar çok şey oluyor ki insanlar bu cümleyle reaksiyon veriyorlar. Bir başka ikinci; semptom cümle de ‘yapılacak bir şey yok.’ İşte dediğim gibi, lirik mülkümüzün yeniden kazanılmasını sağlayacak yolların kapanmış olması bu semptom cümle ile dile getirilmiş oluyor; ‘yapılacak bir şey yok.’ Bu umutsuzluk, umarsızlık, yolun bulunmamasıdır.