AKARSU MELİKE DEMİRKOL
Britanyalı ressam ve tasarımcı John Craxton 22 yaşında ününün zirvesindeyken resimlerini sergide ve geri kalan her şeyini Londra’da bırakıp hep hayalini kurduğu Ege’ye gelmek üzere bir uçağa atladı. Etrafındaki ünlüleri değil, sokakta gördüğü insanları, balıkçıları ve denizcileri çizdi. Asla resimlerini satmak gibi bir çabası olmadı çünkü onları bunun için yapmadı. Hayatı boyunca sahip olduğu tek şey Girit limanında restorasyonunu bile bitiremediği bir ev oldu. Turizmden nefret etti ve hayatı istediği gibi yaşadı. 5 Nisan'da Meşher’de açılan ‘John Craxton: Işığın Peşinde’ sergisi de az sergilenmiş sanatçının sayılı sergilerinden biri olarak hayatının izini sürüyor. 23 Temmuz’a kadar görülebilecek serginin küratörü ve sanatçının biyografisi ‘Hayatın Lütufları’nın yazarı ve aynı zamanda yakın dostu Ian Collins’le KARAR okurları için Craxton ve sergi hakkında konuştum.
Craxton’ın eserlerini bir modernizm eleştirisi olarak düşünebilir miyiz?
Kendisi modern bir insandı, öyle bir hayat tarzı vardı. Ayrıca tarzı da öyleydi, Picasso’yu oldukça severdi. Belki anti-kapitalist biri diyebiliriz. Bizi eski zamanlara bağlayan her şeyi çok sevdi. Ayasofya’nın mozaikleri, Osmanlı tipi evleri ve bir akşam bir tavernada denk geldiği zeybek oynarken Minoa duvar resimlerindeki gibi geriye takla atan denizci...
Bütün bu güzel resimler arasında bana göre birkaç tane muhteşem eseri var. Kasap (Butcher) bunlardan birisi. Bir film sahnesini iki boyuta aktarırmış gibi gözüken resim eski duvar kabartmalarını hatırlatıyor ama renkleri de bir o kadar modern.
Kesinlikle. O zamanlar Francis Bacon’la arkadaş ve aslında onunla bağlantısı var çünkü bu Bacon’a özgü bir şey. Kasap’la 1946’ta Büyük Donanma’dayken Paros’da tanıştı. Kasap harika bir dansçıydı ve bir akşam zeybek oynarken bir sandalyenin üstünden geri takla attı aynı 4 bin yıl önce Anadolu’da boğaların üstünden geri takla attıkları gibi. John ‘gündelik varoluşta mitin hayatta kalışı” dediği bu şeye bayıldı.
Okuyarak öğrenilemeyecek bilgi, değil mi?
Katılıyorum. John da örgün eğitime dair hiçbir şeyi kabul etmezdi, sanatta dahi. Bakarak, izleyerek ve gözlemleyerek öğrenirdi. Tamamen içselleştirerek. Bakma, düşünme, hayal etme, bağlantı kurma aslında okulun yapmayı durdurabileceği şeyler. Ve bence John’u bu kadar özel yapan şey eğitilmemiş olması. Sadece kendi bildiğini yaptı, herhangi bir otoriteyi veya kontrolü kabul etmezdi ve şaşırtıcı bir şekilde ailesi onu bunda destekledi. John dünyanın en şanslı insanıydı çünkü hayatı boyunca ailesi de dahil çevresindeki insanlar tarafından desteklendi. Sanatçı bir aile olan Craxtonların John da dahil bütün çocuklarından tek beklentisi ne isterlerse onu yapmaları, ama harikulade bir şekilde yapmalarıydı.
O bunu bir iş olarak ciddiye alıyor, iş olarak görüyor muydu sizce?
22 yaşında İngiltere’den ayrıldığında John Craxton oldukça meşhurdu. Ege’ye seyhat etmek ve orayı tanımak için gitmişti. Harika bir hayatı vardı, her gece tavernalardaydı ve John Craxton’ın miti çalışmadığı, sadece oynadığı, takıldığı dönemdi. Eserlerine eleştiriler aldığında bunlar hep kötüydü, işini ciddiye almadığı ve yeteri kadar ‘acı içinde’ olmadığı konusunda hakkındaydılar. 1967’de Londra’da bir retrospektif sergisi için The Times’ın eleştirmeni onun ‘mutluluk handikapıyla mücadele eden, iyi olmak için fazla mutlu bir sanatçı’ olduğunu yazdı. O da ‘Hayat sanattan daha önemli’ dedi. Yaptığı bu hayatı resmetmekti. Resimlerinin mesajı bu: ‘Git ve hayatın tadını çıkar, karşına çıkan fırsatları değerlendir, ama bunun için cesur olman gerek.”
ELEŞTİRMENLER ONU ANLAMADI
Buna ‘dışarıdaki’ olmanın ödülü diyebilir miyiz?
Evet, dışardaki olması önemli. Bu yüzden kendine ‘Arcadian’ diyor. Onun Yunanistan’da yaşadığı sürede ülke iç savaş yüzünden çok zor günler geçiriyordu ama John bunu pek fark etmiş gibi gözükmüyor. Kendi görüşüne odaklanmış. Ve böyle görüşe sahip olan bir sanatçı olmak için oldukça amansız, kararlı olmak gerek. Bu yüzden oynamıyordu. Yani kendi içinde oynuyordu ama bir sanatçı olarak korkunç derecede ciddiydi. Tam bir hedonisti ama eğer çalışmıyor olsaydı o hayatı yaşayıp öyle tadını çıkaramazdı. John Craxton’ın karmaşıklığı bu. Sadece neşeli, sürekli hayatın tadını çıkaran biri değildi, aynı zamanda çalışıyordu ama eleştirmenler bunu anlamadı. O da yardım etmedi çünkü resimlerini göstermedi, bitirmedi ve satmadı. Onun için asıl nokta anda olmak, sevdiği şeyi, resim yapmaktı. Hiç tarih bilmeyen bir insan bu resimlere baktığında neyden ilham alındıklarını ya da neye atıfta bulunduklarını anlamadan da sadece resmettiklerinin tadını çıkarabilir. Ama neye bakması gerektiğini bilen biri ne kadar geriye gittiklerinin görebilir. Bu yüzden de Türk ziyaretçiler için de özellikle anlamlı çünkü bu resimler Doğu Akdeniz kültürlerinin yoğunlaştırılmış hali gibi.
Peki, etrafındaki insanları resmedecek kadar ilginç bulmadı mı?
Kimi resmetmeyi seçtiğimiz ilginç bir konu. Etrafında harika insanlar vardı. Sanatçılar, yazarlar, hatta Leonard Cohen, ama onları resmetmedi. Resmettiği sıradan hayattı ve sevdiği şey bu insanların kutsalları… Eğer gerçekten yaşadıysa, hala İzmir’den kalkan Homeros’un anlattığı gibi yaşayan bu insanları görünce John o dünyaya düştüğünü düşündü. Bu insanlar doğaya o kadar yakın yaşıyordu ki yaşadıkları bütün korkunç şeylere rağmen hala doğayla olan ana ilişkileri sağlamdı, hayatlarını ondan kazanıyorlardı.
Resmin tamamen gizemle ilgili olduğunu söylemiştiniz. Kendisinin yakın dostu ve biyografisinin yazarısınız. Bu bilgileriniz ışığında ‘sanatçı anlamadığı bir şeyi resmediyor’ diyebilir miyiz?
John başta ben ressam olmadığım için kitabını yazmamı istemedi. “Çoğu sanat yazarı başarısız ressamlar ve acılarını yazdıklarına koyuyorlar” dedi. Ben hiç resim yapmadım, sadece yazarım. Sorunun yanıtı hayır, o kesinlikle resmettiği şeyi anlaşmıştı ama içindeki gizemi canlı tutmak istedi. Açıklamak ve “bakın benim neşem bu” demek istemedi. Söylemek istediği şey “bakın burda bir resim var ve siz de kendi neşenizi bulabilirsiniz” idi.
HER ŞEY RAĞMEN HAYATTA OLDUĞUNA SEVİNEN İNSANLARI ÇİZDİ
Craxton’ı resmettiği insanlardan biri olarak hayal edebiliyor musunuz?
Evet. Bence kendisine dair bir şey var. Savaş zamanı yaptıkları hep kendisiydi, manzaralarda parçalanmış yalnız bir figür. Sonra başkalarını resmetmeye başladı. Bence kimse kendini bunun içine koymamalı. Resmettiği bazı insanlarla tanıştım. Bu sıradan insanların bazılarının inanılmaz derecede zor hayatları vardı. Ama hepsi gözlerinden yaş gelecek kadar gülebiliyorlardı çünkü içlerinde neşe vardı, aynı onun gibi. Hayatta ve anda olan yaşam. Aklıma getirdiği bu, hayatta olmanın inanılmaz şansı.
Sizce mahallenin kilisesini boyayan yerel bir zanaatkar olabilir miydi?
Evet, kesinlikle. Bu bir John Craxton trajedisi aslında, bence mozaikler ve freskler yapmalıydı. Bu yüzden zanaatkarlarla olmayı seviyordu, çünkü o da onlardan biriydi. Yapan, üreten insanları severdi. Bu da bir diğer tema, hiçbir şey seri üretim olmamalıydı. Insanların kendi eşyalarını yapıp kendi kendilerine yetmesini çok severdi. Haklısın, bu açıdan antikapitalistti, ‘anti-distance’, doğrudan bir hayat deneyimi istedi.
Son bir sorum var. Siz nasıl tanıştınız?
Onunla Ocak 2000’de tanıştım, ortak bir ressam arkadaşımızın cenazesinde. Picadelli’de büyük bir cenazeydi ve John Craxton beyaz çoban saçı, kamuflaj kıyafetler, çoban değneğiyle ve bir koyun sürüsünü meydana bırakıp gelmiş gibi, Ege’de dolanmaktan yeni dönmüş gibi görünüyordu. Görür görmez o olduğunu anlamıştım çünkü sanatını zaten seviyordum. O gün tüm gün boyunca birlikteydik. Geceyarısı “Biyografini yazabilir miyim, lüften?” diye sordum çünkü o kadar harika hikayeler anlatıyordu ki. O da ‘Over my dead body’ (ölsem de olmaz) dedi. Ben de ölmesinden birkaç sene önce kabul edene kadar gizlice yazdım. Bu şu an, Türkçede de çıkan kitap. Beni sorumlusu yaptı o yüzden onun ve sergilerinin resimlerini çekebildim. Fikrini değiştirdiği için çok şanslıyım. Onca zaman hikayesinin anlatılmasını istemedi ve fikrini benim sayemde değiştirdi. Çünkü ben çoğu sanat yazarı gibi değil, onun bakış açısından yazıyorum, bu çok daha ilgi çekici.
ZORBA FİLMİNİ İZLEYİNCE NEFRET ETMİŞ
Büyük bir tesadüf, sergiden iki hafta önce Zorba’yı okudum. Sonra sergiye geldim ve Craxton hayatıma girdi.
John kitaptan, ve filmden nefret ederdi. Üstelik ‘Zorba’nın yapımına dahil olmuş olmasına rağmen. Yönetmeni, Mihalis Kakoyannis tanıyordu, onu ve filmlerini seviyordu. John Girit’te yaşarken ona çekim yerlerini bulmasından yardım etmişti. Yanya’da gösterdiği bir liman kahvesi film ekibinin ana buluşma yeri olmuş, John da ev sahipleri. Ardından filmi izleyince nefret etmiş. Kitaptan da nefret ederdi. Onun Giritli köylülere inanılmaz derecede haksızlık ettiğini ve oldukça asil insanlar olmalarına rağmen onları vahşi insanlar gibi gösterdiğini düşünüyordu. Kitaptaki davranışlarının asla normalde davranmayacakları gibi olduğunu söylerdi. Kazancakis’in, yazarın, Almanya’da çok fazla bulunduğunu, Nietzsche felsefesinden çok etkilendiğini ve köy yaşamı hakkında çok fazla sert bir görüşü olduğunu düşünüyordu.
Gerçekten çok ilginç. Bir tarafta aynı dili konuşan ama birbirini anlamayan insanlar diğer yandaysa ortak bir dili, geçmişi olmasa da birbirini anlayan insanlar...
Kesinlikle. Filmi hiç sevmese de, kameranla çok iyi arkadaş oldular ama hikayeden ve yarattığı turistik arz ve talepten hep nefret etti. Kafeler, dans ki gerçek zeybek de değil, sadece pastij, ve geri kalan şeyler gerçek değildi. John gerçek olanın peşindeydi.