HALİL TURHANLI
Topluluk yirminci yüzyılın son çeyreğinden başlayarak hayli tahrip oldu. Çoğu kişi karamsar. Bu tahribatın onarılmaz boyutlarda olduğunu, ortak hayata dönmenin, birarada yaşamının bundan böyle imkânsız denecek ölçüde zor olduğu kanısında. Bu ağır tahribatı önce 1970’lerin sonlarından itibaren neoliberalizmin kutsadığı ekonomik çıkarları doğrultusunda rasyonel tercihler yapan ve diğer bireylerle salt serbest pazarda temas kuran birey yarattı. Yüzyılın sonunda ise ideal topluluk olarak sunulan sosyalist topluluklar çöktü. Günümüzde etnik, dinsel, kültürel ayrımcılık ve dışlayıcı politikalar topluluğu dağıtmayı sürdürüyor. Bütün bu gelişmeler, Roberto Esposito’nun da dikkat çektiği üzere ,günümüzde topluluk düşüncesinin siyaset felsefesinin baskın temalarından biri haline getirmiş bulunuyor.
Özneleri biraraya getiren ve birarada tutan topluluk hangi temelde oluşur? Topluluğu kuran ortak değerler nedir? Bunlar aslında siyaset felsefesinin başlangıcından itibaren cevaplamaya çalıştığı sorular. Beri yandan Esposito’nun saptaması da doğru. Ortak aidiyet kuran topluluğun incelenmesi gerçekten güncellik kazanmış bulunuyor.
Çoğu kez uyumlu bireylerden oluşan, huzurlu hayatın egemen olduğu toplumlar ideal topluluk olarak görülmüştür. Thomas Hobbes’un uzun süren bir iç savaş döneminde inşa ettiği siyaset felsefesi bu açıdan az sayıdaki farklı örneklerden birini oluşturur.
Quentin Skinner Hobbes’un önce Magna Carta’da beliren, cumhuriyetçi ideolojiyle ön plana çıkan özgür insan ( liber homo ) anlayışının düşmanı olduğunu belirtir. Skinner’a göre iç savaş sırasında monarşinin bütün destekçileri cumhuriyetçi özgürlük düşüncesine, özgür insan nosyonuna karşı çıkmışlardı. Hobbes’u farklı kılan Leviathan ile bu eleştirileri sistematik biçimde ve kuramsal olarak sağlam bir temelde ortaya koymasıdır. Skinner’ın da vurguladığı gibi Hobbes, Leviathan’ da demokratik yazarların görüşlerine karşı çıkar. Onları Monarşi ’ye karşı ayaklanmayı destekleyen, devleti zayıflatan ve nihayet çökmesine yol açan görüşleri savunmakla suçlar. Hobbes cumhuriyetçiliğin özgür insan kavrayışını eleştirirken monarşi rejiminde yaşayanların da köle olmadıklarını ispatlamaya çalışmıştır.
Skinner’a göre Hobbes’un Leviathan’ın 21. bölümünde verdiği sınırlı özgürlük tanımı mutlakıyetçe rejimi meşrulaştırıyordu. Hobbes özgürlüğü hareketin önünde harici engellerin bulunmaması şeklinde tanımlıyordu. Ona göre bir insanın özgür sayılabilmesi için bu kadarı yetiyordu. Bedeni harici bir fiziksel engelleme ile karşılaşmadan hareket edebilen bir insan özgür sayılırdı. Zihnine, düşüncelerine yapılan müdahalelerin ise özgürlük açısından önemi yoktu. Başkasının iradesine bağlı olarak yaşamak özgürlüğün sınırlanması değildi. Bu nedenle hükümdarın egemenliği altında yaşayanlar da pekâlâ özgür sayılırlardı. Önemli olan tebaanın güvenlik içinde olmasıydı. Hobbes böylelikle monarşik devletin özgürlük anlayışını tanımlıyordu. (Skinner, Hobbes ve Cumhuriyetçi Özgürlük, çev. A.E.Zeybekoğlu, Dost Kitapevi Yayınları, 2008, s. 137 )
Hobbes siyaset felsefesinde iyi devlet arayışı geleneğini sürdüren bir düşünür. Ancak onun iyi ve ideal devletten anladığı olabildiğince etkili biçimde itaati sağlayabilen bir devlet. Leviathan’ı korunma/güvenlik ve itaat arasındaki karşılıklı ilişkiyi göz önüne sermek için yazmıştı.
Hobbescu antropoloji öldürme kapasitesi ve sağ kalma mücadelesi arasındaki diyalektiğe dayanır. Buna göre doğa durumunda insanlar karşılıklı olarak birbirlerinden korku duyarak yaşıyorlardı ve aralarındaki ilişki ölümcül bir tehlike taşıyordu. Devlete geçişle bu doğal düzensizlik son buldu, ama korku ortadan kalkmadı.
Hobbes insan topluluğunu ele alırken aklında öncelikle Kabil vardır. Başlangıçtaki kardeş katilini hatırlatarak öldürme kapasitesine sahip olmanın bütün insanların ortak yönü olduğunu vurgular. İnsanlardaki bu ortak yön öldürülme korkusuna da kökensel nitelik vermiştir. Her insan hem öldürebilir, hem de diğer insanların tıpkı kendi gibi öldürme kapasitesine sahip olmalarından dolayı öldürülme korkusu duyar. Öldürülme korkusu bu nedenle kökenseldir.
Ölüm/ öldürülme korkusu insanı esir alabilecek kadar güçlü bir duygudur. Bu korkunun zıddı ve tamamlayıcısı kendini koruma içgüdüsüdür. Devletin kurulmasından önce herkesin varlığını korumak için gerekli bulduğunu yapma hakkı vardı. Öldürülmekten sakınmak için sınırsız özgürlüğe sahiptiler. Varlıklarını korumak için serbestçe yaralıyor, öldürüyor, boyun eğdiriyorlardı. Ancak şu da var: insan açısından korku hayvansal bir duygu değildir. Hayvanlar tehlike karşısında güdüsel bir korku duyarlar. Oysa insan akıllı bir varlık olması, akıl yürütmesi nedeniyle gelecekte de korku uyandıracak durumlarla karşılaşabileceğini kestirebilir, dolayısıyla güvenliğini düşünür ve önlem alır. Bu nedenle doğa durumunda öldürülme korkusuyla yaşayan insanlar can güvenliğine ve huzura kavuşabilmek için yaptıkları sözleşmeyle özgürlüklerini Egemen’e devretmiş, can güvenliği için özgürlüklerinden vazgeçmişlerdi. Doğadan devlet ve yasaya geçmişlerdi. Öldürme hakkı da bundan böyle devletin tekelindeydi. Artık sadece kamusal otorite olarak devlet cezalandırabilecekti, öldürme de cezalandırmanın kapsamındaydı. Öldürme yetkisinin temeli ise sözleşmeydi.
Hobbes’un düşüncelerini biyopolitika kavramı açısından da değerlendirilir; çünkü gerçekten Hobbes hayatta kalma güdüsünün harekete geçirdiği korkuyu bedenle bağlantılı kuvvetli bir duygu olarak görüyorlardı. Korku aynı zamanda toplumsal bedenin de harcıydı. Hobbes’un tasavvur ettiği devlet uyruklarının fiziksel varoluşlarıyla, bedenleriyle yakından ilgileniyor, bedenleri üzerinde tasarrufta bulunuyordu. Yaşamlarını idame ettirmelerini sağlamanın yanısıra yeri geldiğinde cezalandırıyordu. Yaralıyor, hatta öldürüyordu. İktidarı korku, yaşam ve ölümle ilişkilendirmiş olmasından dolayı Hobbes’un modern devletin biyopolitik kuruluşunun kuramcısı ve temsilcisi olduğu iddiası doğrudur. ( Bu konuda hayli ilginç bir yazı için bkz.T. G.Esgün, ‘Thomas Hobbes ve Modern Devletin Biyopolitik Kuruluşu ‘ ,Biyopolitika cilt I içinde, ed.O. Kartal, Nota Bene,2017 s. 105-125 )
Hobbes’un teorisinde korku devlet himayesindeki hayatta da ortak bir duygu olarak devam eder. Bu kez insanlar birbirlerinden değil, cezalandırma ve şiddet kullanma tekeline sahip olan devletten korkarlar. Roberto Esposito’nun da vurguladığı üzere Hobbes’un felsefesinde devletin görevi korkuyu oradan kaldırmak değil, korkuyu belirgin kılmaktır; çünkü korku devletin işleyişinin teminatıdır. ( Esposito, Communitas, çev. Kartal, İletişim Yayınları, 2018, s. 45). Görüldüğü üzere Hobbes’un siyaset felsefesinde korku merkezi, daha doğrusu kurucu role sahiptir. O devletin ve hukukun kaynağına korkuyu yerleştirir.
Görüldüğü üzere, Hobbes’a göre korku insanları birleştiriyor, sözleşme de bu birleşmeyi kayıt altına alıyor. Özetle, Hobbes’un felsefesinde devlet (Leviathan) korku-korunma denklemi üzerine inşa edilmiştir. Toplum korku temelinde örgütlenmiştir. Korku devletin işleyişini sağlayan güçtür. Peki, korku gerçekten topluluğun temelini oluşturabilir mi? Korkunun biraraya getirdiği insanlar arasında iletişim mümkün mü? Bir toplum kendini yalnızca korku üzerinden idame ettirebilir mi? Korkuyla oluşmuş toplulukta demokratik bir hayat yürürlüğe girebilir mi?
İlk elden şunu söyleyebiliriz, korku ancak bir kalabalık, bir yığın oluşturabilir fakat otonom bireylerden oluşan bir topluluğun temeli olamaz. Korku toplumsal ilişkileri bastırır, bu tür ilişkilere izin vermez. Korkunun birleştirdiği insanlar arasında ancak iletişimsizlik söz konusu olur. Esposito’nun deyişiyle Hobbes’un bize sunduğu “ilişkisiz birlik”tir.