BÜLENT ARAS YAZDI
Tekrarlanan İstanbul Belediye Başkanlığını Ekrem İmamoğlu 800 bine yakın bir oy farkı ile kazandı. Seçimin galibi en fazla oyu alandır. Ancak seçimler kazan-kaybet ikilemi ötesinde, siyasal sistem, siyasetin aktörleri ve geleceği üzerine ipuçları verir. Sonuçları itibarıyla seçimlere bu genel çerçeveden bakmak, ne ile karşı karşıya olduğumuzu anlamamıza yardımcı olur. Seçimin en çarpıcı özelliği Şerif Mardin’in Türk siyasetini anlamak için bir anahtar dediği merkez ve çevre ilişkilerinin dönüştüğünü göstermesi. Merkezde durmayı yeğleyen ve bu konum alışı ile siyasetin merkezinin sunduğu imtiyazları kullanmayı alışkanlık haline getirmiş CHP siyasetinin, çevre ile barışmasına şahit olduk.
CHP’nin alışılageldik pozisyonunu neden bıraktığı sorusu önemli. Cevabı ise oldukça basit. Bu pozisyon artık siyaseten mümkün değil. Türkiye’de siyaset, vesayet rejimini mağlup etti, medya-ekonomi-ordu vesayet ilişkileri rafa kalktı, devlet ve siyaset ayrımının belki de en aza indiği bir döneme girildi. Kurumları, gücü ve bağlamı ile vesayet rejimi nereye gitti sorusu başka bir yazı konusu. Ancak yapı çözüme uğrayan bu yapı yeni bir siyasal iktidar-devlet ilişkisi çerçevesinde yapılandırılıyor. Net olan bu imkanın CHP için ortadan kalktığı.
AK Parti, önceki on yılın sonuna kadar karşı karşıya kaldığı durumlara bakılarak, vesayet rejiminin güçsüz/yetkisiz bıraktığı bir iktidar olarak algılandı. Bu kısıtlama içinde bazıları gönüllü, diğerleri stratejik kesimlerle ittifaklar kurdu. Bu dönemde hem içeride, hem dışarıda meşruiyet önemliydi. İçeride iyi yönetim ve reform, uluslararası toplum nezdinde makbul bir aktör olma bu meşruiyeti sağlayacak araçlar oldu. AK Parti’nin bu dönem çokça model olarak gösterilmesi hedefe ulaşıldığını gösteriyor. Öte yandan güçsüz iktidar algısının pratik faydası başarısızlığa rahat kılıf sağlamasıydı.
İçinde olduğumuz on yıl AK Parti’nin vesayet rejimini—özellikle ordu ve yargı—hizaya getirme mücadelesi ile geçti. Sürecin yönetimi zaman içerisinde partiden Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın kontrolüne geçti. Önceki dönemden kalan müttefikler ile bağlar koparıldı. İdeal olmasa da iyi yönetim ve reform siyasi kavgalar ve başarısız darbe girişimi ile yerini beka kaygısı ile olağanüstü hal yönetimine bıraktı. Ülkede siyaset ve yönetimin aslında ciddi manada sıkışmışlığı ve devlet krizini işaret eden bir durumla karşı karşıya kalındı.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bu durumdan çıkış formülü vesayet rejimin tamamen ortadan kaldırmanın yanı sıra, devlet yapısını ataletten kurtarıp daha yönetebilir hale getirecek güçlü başkanlık sistemi oldu. Hem siyasal sistem değişikliği, hem de yeni sistemde cumhurbaşkanlığı az farkla da olsa yüzde 50 üzerinde oyla kabul edildi. Bir anlamda Cumhurbaşkanı Erdoğan devlet ve millet arasındaki bariyeri kaldırmış oldu. Parlamenter rejim yerini Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemine, devletin kurumsal yapısı ise Cumhurbaşkanının merkezinde olduğu yeni idari sisteme yerini bıraktı.
Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi ve yeni idari yapısı Cumhurbaşkanlığı Kararnameleri ile yapılandırılıyor. Bu çalışmalar devam ederken kesin olan Cumhurbaşkanının tüm sistemi kontrol edecek yetkileridir. Ancak kontrol ve yönetimin farklı şeyler olduğunu vurgulamak gerekiyor. Mevcut haliyle Cumhurbaşkanlığı sisteminin iyi yönetim sağladığını söylemek zor. Önemli vaatlerden biri olan bürokratik devletten girişimci devlete dönüşümün de sağlanamadığı ortada. Yönetim sistemi ve idari yapının amaçlanan performansa ulaşmasının zaman alacağı bir gerçek, ancak siyasi tutarlılık ve devletin sürekliliği ilkelerinden tavizler derinleştikçe bırakın devlet krizini aşmayı, krizin derinleşmesi söz konusu. Siyaseten ayakta kalmanın yolu ise ittifaklara yönelmek, yönetim yerine kontrolü tercih etmektir.
İstanbul seçimleri süreçlerinde Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın yöneliminin MHP ile koalisyonu tüm maliyetlerine rağmen sürdürmek, beka söylemi ile siyaseti kontrol olduğu gözleniyor. Türk siyasi tarihinde diyalektik bir mücadeleye dönüşen siyaset-vesayet kavgasında taraflar devleti kontrol eden, milleti de kontrol eder peşin hükmüyle hareket ettiler. Daha önce bir çok kez, ancak en yakın İstanbul seçim sürecinde görüldüğü gibi milletin siyasi refleksleri bu tahayyülün ötesinde girift ve dinamik niteliklere sahip. Öte yandan bu sefer devlet ve siyaset arasında farkın azaldığı, milletin tercihlerinin bağlayıcılığının arttığı bir siyasal bağlam söz konusu. İstanbul seçimleri bu fırsatın kullanıldığını gösteriyor.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın devlet ve millet arasındaki ayrımı kaldırmasından kasıt kendine desteğin devam etmesi ise İstanbul’da sekteye uğramış gözüküyor. Zaman içinde bu durumun telafi edileceği söylenebilir, ancak mevcut durumun verdiği mesaja bakmak önemli. Öte yandan, eğer devlet ve millet arasındaki ayrımın kaldırılmasından maksat siyaset üstü araçların ortadan kaldırılıp, millet iradesinin güçlendirilmesi ise İstanbul seçimleri bu hedefin başarılı olduğunun altını çiziyor. Beka söylemi ve güvenlikleştirmeye rağmen İstanbul gibi önemli bir metropolde iktidardan muhafelete bir tercih değişikliğini doğuran siyasal süreç yaşandı.
Millet siyaset üstü mekanizmalardan korkmuyor, İslam artık kimsenin tekelinde değil, merkez-çevre ikileminde ezberler bozuldu, icraat ve hizmeti önceleyen, yönetenden yana tercihini kullanacak, atomize/bireysel tercih kullanan seçmenin arttığı bir dönemdeyiz. Toplumsal kesimler, cemaatler, ideolojik gruplar benzeri yapılar mevcudiyetini sürdürüyor. Ancak bu yapılar üzerinde baskı içerilerinde bireysel inisiyatif alma tepkisini doğuruyor. Bu tepkilerin mevcut siyasi dengede önemi arttı. İlginç olan bu dinamiklere, aynı zamanda bu dinamikleri ortaya çıkaran ortamın en önemli belirleyicisi olan Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, CHP-İYİ Parti ittifakından daha az farkında olduğunun gözlenmesi.
Millet ile sosyal mühendislik çalışmalarından sonuç almak zorlaştı. Cumhurbaşkanı Erdoğan ulusal düzeyde, CHP yerel düzeyde kaliteli hizmet, şeffaflık, hesap verme ve iyi yönetime mahkum durumda. Devlet sistematiği içinde millete hizmet üretme rekabeti içinde olacak yapıların uyumu ve alınan pozisyonlar ayrıca önemli olacak. Rekabet artık kelimenin tam anlamıyla siyasi, özgür ve adil olmalı, ve son söz milletin. Bir seçimle her şeyin değiştiğini söylemek mümkün değil. Doğru da olmaz. Ancak İmamoğlu’nun hızlı çıkışı, siyaset tarzı, daha önce partisinin ulaş(a)madığı kitlelere uzanması yukarıda çizdiğim çerçeveden bakıldığında bir sonuç olarak okunabilir. Bu bakış açısı konjonktüre değil—elbette aktörlerin rolünü yadsımadan—yapısal faktörlere bakmaya yardımcı olabilir. Siyasi rekabetin alternatifi yok, farklı arayışlar başarısızlığa mahkum. Başa dönecek olursak kazanan aslında millet. Önümüzdeki dönemde siyasi rekabetin doğru okumasını yapan aktörler arasında milletin desteğini kimin kazanacağını ise yönetim başarıları belirleyecek.