MELEK GEDİK / İSTANBUL
Çizgi roman, grafik roman ve mizah alanındaki yaptığı çalışmalarla tanınan senarist Levent Cantek son kitabı ‘1951’le okuyucuyu selamladı. Senaryosunu Cantek’in yazdığı, çizimlerini ise Sefa Sofuoğlu’nun yaptığı ‘1951’ aslında bir grafik roman ve bu tür Türkiye’de yeni yeni bilinmeye başlandı. Daha önce ‘Emanet Şehir’, ‘Dumankara ve ‘Uzak Şehir’ gibi grafik romanlara imza eden Cantek ‘1951’de, Ankara’nın ağır atmosferinde intihar eden Nedim ile bu şüpheli ölümün peşine dü- şen kardeşi Vedat’ın kirli ilişkilere şahit olduğu ‘resmi’ anlatıyor. Cantek ile konuştuk.
* ‘1951’, Ankara’nın ağır atmosferinde yol alan İstanbullu Vedat’ın hikâyesinin anlatıldığı bir grafik roman. Grafik roman herkesin bildiği bir tür değil. Grafik roman nedir?
Çizgi romanla farkını anlatırsam açıklayıcı olabilir. Çizgi romanlar, her şeyi başaran, tahkiyesini kötünün yenilgisiyle sonuçlandıran muktedir kahramanların hikâyeleridir. Grafik romanların böyle bir ‘mutlu son’ niyeti yoktur, kahramanları yenilebilen, yaşlanabilen, ölebilen sı- radan insanlardır. Daha yavaş ve daha edebi nitelikli hikâyeler içerirler, insani meseleleri anlatırlar. ‘1951’ de böyle bir grafik roman, muğlak bir hikâyesi var, siyasetle kurduğu mesafesiyle, edebi tavrıyla yavaş ve kederli bir anlatı.
* Sizce Türkiye’de grafik roman okuru diye bir kitle var mı? Mesela sizi kimler okuyor ve nasıl geri dönüşler alıyorsunuz?
Her şeyden önce çizgi romanları eskisi gibi çocuklar okumuyor, belli bir yaşa gelmiş biri, aynı çizgi romanları okur mu? Ya çocukluğunun peşinden giderek nostalji yapacak ya da yeni şeyler bulacak. Grafik romanlar, eski okurlardan elbette faydalandı ama bütünüyle onlarla varoldu diyemem. Grafik romanları edebiyatla ilgisi olan yeni bir okur okuyor, çizgi romanlarla kıyaslarsam daha fazla kadın okuru var örneğin. Daha itibarlı, daha az ‘erkek’, daha yavaş, daha dokunaklı, daha insani olduklarını iddia edeceğim. Bu ayrımın farkında olan bir okurum olduğunu söyleyebilirim.
* ‘1951’den önceki çalış- manız ‘Muhalefet Defteri’nde Levent Gönenç’le Türkiye’deki mizah dergilerinin tarihine ışık tutmuştunuz. Kitabın önsözünde şöyle bir cümle vardı: “Bizi bir araya getiren hissiyat, doğal olarak ‘çizgili şeylere’ olan tutkumuzdur.” Çizgili şeylere olan tutkunuz nasıl başladı?
Çocukluktan başladı doğal olarak. 1985’te o dönemin Korku çizgi roman dergisinde senaryosunu yazdığım çalışmalar yayımlanmıştı. İlk başlangıç o diyebilirim. Hafif tertip bir fanatik olarak çizgi romana itibar kazandırmak gibi bir gayem vardı o yıllarda. Çizgi roman fanzinleri çıkardım. Sonrasında Türkiye’de çizgi romanla ilgili kitaplar yayımladım. Yurt içinde ve dışında sergiler yaptım, dergiler çıkardım. Uzun bir yolculuk aslına bakarsanız…
* Sefa Sofuoğlu ile ‘1951’ üzerine yaklaşık 3 yıl çalışmışsı- nız. İlginç olan nokta; bu ortak çalışma yüz yüze iletişim kurulmadan ortaya çıkmış. Uzaklık söz konusuyken kafanızdaki hikâyeyi, çizgilerle buluşturmak zor olmadı mı?
İşin başlangıcı kare kare yazılmış bir senaryoyla başlıyor. Sefa ile daha önce çalışmıştık, neyi nasıl yapacağımı biliyordu. Senaryoya göre taslak çizimler yapıyor ve bana gönderiyor. Konuşuyoruz, her aşamada revize edebiliyoruz yaptığımız işi… Burada aslolan niyettir, çalışmak istiyorsanız her şekilde çalışırsınız.
* ‘1951’de Ankara’yı reklam afişlerinden mekânlarına kadar o kadar ayrıntılı anlatmışsınız ki, kitabı okuyan herkes gerçekten o yıllara gidiyor. Detayları yansıtmak için nasıl bir yol izlediniz?
Bir dönem hikayesi anlatacaksanız, gerçeklik vehmini kurmak adına, o yılların mekanları- nı, popüler kültürünü, modasını, aurasını iyi bilmek zorundasınız. Yüksek lisans ve doktora tezim o dönemle ilgili yaptım. Daha önce Berat Pekmezci ile yine o yıllarda geçen ‘Emanet Şehir’ adlı bir başka grafik roman daha yaptım. ‘Mor Menekşeler’ adlı bir TV dizisinin senaryosunu yazdım. Dönemi iyi bildiğimi düşünüyorum. Hiç de fena olmayan bir görsel arşivim var, çizerlerle bunu paylaşıyor ve yönlendirmeler yapıyorum.
* ‘1951’de iki kardeşin adeta Ankara mağlubiyetini aktarıyorsunuz. Nedim ile Vedat’ın acıklı hikâyesi... Ankara, yaşadığınız kent dışında sizin için bir edebiyat unsuru da olmuş. Siyasetin kalbi Ankara’yı nasıl satır aralarına yerleştirdiniz?
Bence siyasetin kalbi Ankara’da değil paranın güçlü olduğu yerde, İstanbul’da atıyor. Siyasetin hutbeleri ve harareti nedeniyle Ankara’da yaşanıyor gibi gelebilir, dışarıdan öyle görü- nüyor olabilir o ayrı.
* 1951’de de böyleydi bence. 1951’i okuduğumda aklıma şu gelmişti: “Bu kadar güzel olan bir hikâye neden roman türünde, uzun uzun anlatılmadı.” ‘1951’ sizce bir roman olmaz mıydı?
Bu dediğinize ancak sevinebilirim. Grafik roman, okuruna edebi bir tat bırakır çünkü. Türkçe edebiyat editörü olarak romanın ne olduğuna dair bir fikrim var ama roman yazmak gibi bir niyetim yok. Roman olur muydu? Ben senaristtim, söz sanatlarını kullanmakla birlikte esas olarak sahneler ve diyaloglarla düşünüyorum.
BAĞIRAN YAZARLARI ÖNEMSİYORUZ
* “Biz sağcısı solcusu, öğretmeni öğrencisi, yazanı okuyanı ‘çok bağırıyoruz’, kıyametin eşiğinde durur gibi konuşuyor, konuşmalarımızı hutbeye çeviriyoruz, epeyce poz yapıyor, şairane çıkışlarda bulunuyor, büyük laflar etmeyi seviyoruz” diyorsunuz. Peki sizce neden bu kadar çok bağırıyoruz?
Tek bir cevabı yok. Rol modellerimiz böyle diyebilirim. Haklı olan bağırır diye düşünüyor olabiliriz. Başka bir biçimde sesimizi duyuramıyor olabiliriz. Dikkat çekmek istiyor olabiliriz. Emperyal geçmişimizle ilgili diyebiliriz. Hükmetmeyi seviyor olabiliriz. Kayınpederim herkes müdür olmak istiyor der. Müdür, deyince aklıma okul müdürlerim geliyor, hepsi bize bağırırdı mesela. Artık her ne ise bağıranları seviyoruz. Edebiyatta da bu böyle. Bağıran yazarları önemsiyoruz. Yazarak bağırmak diye bir şey var, farkındayız onun değil mi? Sakin insanları ancak yaşamıyorsa seviyoruz, yoksa onları sinameki, pısırık ve korkak sayıyoruz.
Levent Cantek-Sefa Sofuoğlu İletişim Yayınları 176 sayfa / 22 TL