Jacob Taubes politik otoritenin teolojik temellerini, modern zamanlardaki mesihçi ve kıyametçi eğilimleri, sekülerleşmenin evrimini ve politik sonuçlarını, geçtiğimiz yüzyılda totalitarizmin yükselişini yoğun biçimde araştırmış, çeşitli üniversitelerde verdiği derslerde bu konuları işlemiş bir düşünür.
1923 yılında Viyana’da bir Yahudi ailenin çocuğu olarak dünyaya gelen Taubes’nin babası hahamdı. Soykırımdan kurtulmak için ailesi Zürih’e göç etmek zorunda kaldı. Böylece Taubes için uzun göç yılları başlamış oldu. İlahiyat ve felsefe eğitimi aldı. New York, Kudüs ve Berlin’de dersler verdi. Bütün hayatı boyunca ders verdiği şehirler arasında gidip geldi; hiç birinde gerçek bir yuva bulamadı. Onun hayatında şehirlerden çok üniversiteler belirleyiciydi. 1966 yılında Amerika’dan Almanya’ya döndü ve Hür Berlin Üniversitesi’nde dersler verdi. O dönemin sol öğrenci muhalefetini destekleyen akademisyenlerden biriydi. Batı Eskatolojisi başlıklı doktora tezini yazdığında henüz yirmi üç yaşındaydı. Tezin içerdiği güçlü argümanlar hayli tartışma yarattı. (Taubes’nin düşüncelerinin açıklaması içi bkz. Bengül Güngörmez, Modernite ve Kıyamet: Henri Lubac, Karl Löwith, Jacob Taubes, Liberte Yayınları, Hüsamettin Arslan Dizisi-1, 2.baskı, Ekim 2018)
Dünyanın sonuna, insanlığın nihai yazgısına dair bir öğreti olan, kaynakları Yahudilikte ve Hıristiyanlıkta bulunan eskatoloji ölüm ve mahşer düşünceleriyle de yakından ilişkilidir. İsa’nın ikinci gelişi ve bu gelişle dünyada mesihçi bir krallığın kuruluşunu ifade eden Hıristiyanlığın binyılcılık (millenerianism) düşüncesi eskatolojinin başka biçimidir. Dahası, Marx’ın proletarya ile birlikte tüm insanlığın yabancılaşmadan kurtulacağına, özgürleşeceğine dair düşünceleri de topluma ve tarihe eskatoloji bir yaklaşımın sonucu.
Taubes çağımızın toplumsal ve ruhsal bir kriz içinde olduğunu, bunun politik teolojiyi de etkilediğini belirtiyordu. Bu asla geri gelmeyecek olan geçmiş ve henüz gerçekleşmemiş geleceğin arasında bulunuşumuzun, içinde yaşadığımız zamanın kriziydi. Yaşamakta olduğumuz zamanda varoluşsal temellerimiz sarsılmıştı. Teolojik olan da krizden etkilenmekle birlikte çözümünde belirleyici olacak olan da oydu. Teolojik olan krizden hem etkileniyor, hem krizin çözümünde belirleyici olma gücünü taşıyordu. Gecenin sonunda gün onun sayesinde ağaracaktı. Taubes böylelikle modern felsefe ve politikanın krizi tek başlarına çözme kudretinden yoksun oluşlarına, beri yandan teolojinin belirleyici gücüne vurgu yapar. Kaldı ki, ona göre politika teolojiden bağımsız değildir.
Taubes Batıda sekülerleşme ile birlikte dinselliğin kaybolmadığını, modernitenin kutsal olanı yok etmediğini, dünyevileşmenin bütünüyle gerçekleşmediğini ileri sürer. Ona göre ortaçağ ve modern dönem arasında teolojik bir devamlılık, dinsel bir süreklilik mevcuttur. Eski dinsel formlar ve kavramlar modern çağda da Batının kültüründe, politik kurumlarında varlıklarını sürdürmüşlerdir; bu devamlılığı Marx’ın düşüncelerinde de okumak mümkündür. Marx’a göre tarihin yasaları ve kutsal ulvi gayesi vardı. Onun proletaryası mesihçi bir cemaatti. Mesihçi ve mahşerci bir kavrayışa sahip olan Marx, Eski ve Yeni Ahitler’deki sürgün, toplu çıkış (exodus) ve selamet (kurtuluş) düşüncelerinden esinlenmişti. Onun öğretisinde bütün insanlığı kurtuluşa götürecek bir sınıf olan proletarya İsa’nın rolünü üstlenmişi. Öğretisi sömürünün, tahakkümün, adaletsizliğin ortadan kalkacağı dünyevi bir cennet vaat ediyordu.
Taubes’nin ana hatlarını aktardığım tezlerinin belirli noktalarda Carl Schmitt’inkilere yakınlığı çok net. Öncelikle ikisi de politik olanı teolojik temelde ele alıp değerlendiriyorlar. Bu gerçekten önemli bir buluşma noktası. Ancak ikisi arasındaki bu yakınlık radikal biçimde farklı sonuçlara varmış olduklarını görmemizi engellememeli. Fark öncelikle şurada: Carl Schmitt modern politik düşüncenin ve kurumların teolojik olanla içiçe geçmişliğini demokrasi karşıtlığını, otoriter yönetimleri meşrulaştırmak için vurgular. Taubes, 1987’de, ölümünden birkaç ay önce Heidelberg’de Aziz Paul üzerine verdiği derslerde Schmitt’in politik ilahiyat düşüncesi ile kendininki arasındaki farkı da ele alma fırsatı bulmuştu. Taubes’ye göre Schmitt mahşerci, daha doğrusu mahşeri dizginlemek, engellemek ve varolan haliyle dünyayı mahşerden korumak isteyen bir düşünürdü.
Mahşercilik esasında Batının düşünce tarihinde devrimci bir eğilim olagelmiştir. Taubes mahşerciliğin kökenini Yahudilikte bulur. Yahudi inancında peygamber ve kurtarıcı kabul edilen Daniel’in kıyamete dair kehanetlerini, İsrail halkının Mısır’dan çıkışını (Exodus’u), bu kitapta anlatılan kölelikten çıkış öyküsünü bu iddiasına kanıt gösterir. Schmitt’in mahşerden anladığı ise varolan düzeni altüst edecek, radikal değişikliklere yol açacak olan devrimlerdi. Taubes’nin de belirttiği gibi bu noktada Schmitt’in Aziz Paul’dan aldığı ve düşüncesinde önemli bir yer tutan katekhon kavramıyla karşılaşıyoruz. Katekhon önleyici, engelleyici, hiç değilse geciktirici bir gücü ifade ediyor. Schmitt’e göre devlet ve devletin yürürlükteki yasaları böyle bir güç, kaosu ve mahşeri engelleyebilecek, böylelikle varolan düzeni koruyabilecek kurumlar. Karşı devrimin hukukçusuna göre bunlar dipten gelecek mahşer karşısında birer engelleyiciydi (der Aufhalter). (Taubes, The Political Theology of Paul, çev. D. Hollander, Stanford University Press, 2004 s. 103. Ayrıca bkz. M.Ertan Kardeş, Schmitt’in Katekhon’u Üzerine Notlar, Felsefe Arkivi, 46.sayı, 2017/1, s.9-20)
Aziz Paul Hıristiyanlığı seçmişten sonra pagan Roma’da İsa’nın öğretisini yaymış, Batı’nın Hıristiyanlaşmasında en büyük rolü oynamıştı. Martin Buber, Aziz Paul’un Yahudi kökenli olmasından dolayı iki din arasında sıkı ve kuvvetli temas noktaları oluşturduğunu belirtir. Marksizme teolojik bir temelde yaklaşan, diyalektik materyalizmi Lacan’in tezleriyle sentezleyen Slavoj Zizek başta olmak üzere günümüzün siyaset felsefesinde sol cenahta konumlanan birçok düşünür Aziz Paul’un mektuplarını evrenselliği, dayanışmayı ve sosyalizmin diğer belirleyici niteliklerini yığınlara açıklayan kurucu metinler olarak değerlendiriyorlar. Zizek’e göre Aziz Paul Hıristiyanlığı insanlığın kurtuluşunu sağlayan bir teori haline getirmiş, Marx’a uzanan evrenselciliğin ilk adımlarını atmıştı. (Zizek, Gıdıklanan Özne: Politik Ontolojinin Yok Merkezi, çev.Ş.Can ,Epos, 2003, s.276).
Aziz Paul’a dönerek evrenselciliğin kaynağını onda bulan bir diğer Marksist düşünür Alain Badiou, Yahudiliğin Tarsuslu ermiş hakkındaki bazı gerçekleri, bazı bilgileri engellediğini belirtir. Badiou’ya göre Aziz Paul’un evrenselciliğini ortaya koyabilmek için öncelikle bu Yahudi obskürantizmiyle hesaplaşmak gerekir. Badiou, Aziz Paul’un Şam yolunda İsa’yı görünce ani bir kararla din değiştirerek Hıristiyanlığı kabul etmesini, yeni bir inancın mesajını yayma gücünü kazanmasını “olay” kavramıyla açıklar. Olay, Aziz Paul’un varoluşunu parçalamıştır.
Taubes, Heidelberg’de Disiplinlerarası Araştırma Protestan Enstitüsü’nde 1987 yılında Aziz Paul üzerine verdiği derslerde onun mektuplarını Zizek ve Badiou’dan önce okumuş, bunları felsefi, politik-teolojik açıdan yorumlamıştı. Ölümünden sonra Aleida Assmann’ın derslerin ses kayıtlarından derlediği metinler Paul’un Politik Teolojisi başlığı altında bir kitapta toplandı. Kitaptaki metinler Aleida Assmann’ın derlediği ses kayıtlarından oluşuyor. Taubes’nin Aziz Paul’a yaklaşımı her şeyden önce bir Yahudi düşünürün bakışıdır. Bugün Hıristiyan dünyasında kabul gören Paul’un Reformasyon’la, Luther’in Katolik Kilisesi’ne yönelttiği eleştirilerle doğduğunu vurguluyor. Luther otoriteye boyun eğen, tam anlamıyla itaatkâr aziz yaratmıştı.
Zizek, Paul’un Yahudi cemaatiyle bağlarını kopardığını ileri sürer. Taubes aksi fikirdedir. Ona göre Paul esasında Yahudiliğin katı ahlakçılığına ve Torah’ın adanmış dindarlığına karşı çıkan, Eski Ahit’teki ahlaki kanunların değişebileceğini ileri süren, bunlardan bir kısmının bağlayıcılığı reddeden ama sonuçta Yahudilikten kopmayan bir antinomiandı.
Taubes ve Zizek’in Aziz Paul’a yaklaşımlarında ortak nokta da mevcuttur. İkisi de Aziz Paul’u bilinçaltının kuramcısı olarak görürler. Zizek, onun mektuplarında Lacancı psikanalizin ipuçlarını yakalar. Sloven düşünür Lacan’ı anlamak isteyen herkesin Aziz Paul’un Romalılar ve Korintliler metinlerini detaylarına dek okuması gerektiğini belirtir. (Zizek, Gıdıklanan Özne, 2008, s. 180).
Taubes ise Tarsuslu azizi Freud’un öncülü, habercisi sayıyor; onun politik teolojisi ile Freud’un psikanalizi arasında bağlantı görüyordu. Aziz Paul’un mektupları öznenin bilinçaltını eğiliyor, o karanlık bölgeye iniyor, böylelikle Viyanalı büyücüye yol gösteriyordu.