Örneğin, insan vücudunda da -tuz, şeker, vitamin, hormon, magnezyum vs.- elementlerin dozajında bir dengesizlik olduğu zaman, bütün vücudun dengesi alt-üst olur. Keza, herhangi bir insanın gözleri, kulakları, elleri, ayakları, parmaklarının simetrik bir şekilde yaratılması bu ontolojik ve biyolojik dengenin bir tezahürüdür. Keza, insanlık camiasının bütün -sağlam- fertlerinde mevcut organların birbirinin yerine geçebilmesi, organ naklinin şahitliğiyle bu denge sisteminden
haber vermektedir.
Ontolojik manada evrenin her tarafında cari olan bu denge kanunu, sosyolojik, psikolojik ve teolojik alanlarda da söz konusudur. İnsanların hayatında çok önemli bir yere sahip olan korku-ümit dengesi de hem teolojik hem psikolojik açıdan hayati önemi haizdir. Her şeyden korkan veya hiçbir şeyden korkmayan kimselerin hayatlarında hâkim olan unsur dengesizliktir. Korku damarı, hayatı muhafaza etmek için verilmiştir. Malını, canını, dinini, namusunu, memleketini müdafaa
edemeyecek kadar korkak olan bir insanın halini düşünün! Veya ne Allah’tan ne de
kullardan korkan bir seri katili, bir gaspçıyı, bir hırsızı düşünün! Bunların dengesizliği insanlık camiası için öldürücü bir zehir hükmündedir.
Demek ki, insanda yaratılan havf-reca/ümit ve korku damarı yalnız ahiretle alakalı konularda değil, aynı zamanda dünya hayatıyla ilgili olarak da son derece önemli birer faktördür.
Bununla beraber, Ramazan ayı münasebetiyle, bu dengenin özellikle dini hayat için
ne kadar gerekli olduğu üzerinde duracağız. Havf-Reca/ümit-korku, bir müminin Allah’ın karşısında ruhi durumunu belirleyen ve davranışlarını etkileyen iki duygu. Allah’tan korkmayı ve O’ndan ummayı belirtir, Tasavvufta da iki hal ve makamın adıdır. Korkudan inkıbaz hali, ümitten inbisat hali doğar.
Genel anlamda korku (havf), insanın başına gelmesini istemediği bir şeye karşı
duyduğu endişe; ümit (reca) de, elde edilmek istenilen şeye karşı kalbin ilgisidir. Her
iki durum da geleceğe yöneliktir ve insanın tutum ve davranışları üzerinde belirleyici
bir rol oynar. Bu nedenle müminin temel niteliklerinden birisi korku, diğeri de umuttur. Ne var ki korkunun insanı umutsuzluğa (ye’s); umudun da kötülükleri önemsiz görmeye götürecek ölçüye ulaşmaması gerekir.
Bu dengeyi sağlamaya yönelik olarak Kur’an’da Rabbimiz şöyle buyurmuştur:
“(Resulüm!) Kullarıma benim gerçekten çok bağışlayıcı, çok merhametli olduğumu,
ama azabım da çok elem verici bir azap olduğunu haber ver” (Hicr, 15/49, 50).
Demek ki, uhrevi ve dini hayat bakımından korku duygusu, insana Allah’ın azabını
hatırlatmak ve onu günahlarda ısrar etmekten alıkoymakla görevlidir. Ümit ise, günahları ne kadar büyük olursa olsun, Allah’ın rahmetinin, affının daha büyük olduğunu, tövbe kapısının her zaman açık olduğunu kişiye hatırlatmak ve böylece sâlih ameller/iyi işler yapmasına dair şevkini kamçılamakla vazifelidir.
Bu sebepledir ki, Kur’an’da ne korkusuzluk, ne de ümitsizlik duygusunun iman
şuuruyla bağdaşmadığına dikkat çekilmiştir. Şu ayetlerde bu beyanları görmekteyiz:
“Hiç şüphe yok ki, kâfir olan kimselerden başkası Allah’ın geniş rahmetinden ümit
kesmez” (Yusuf, 12/87). “Zarar-ziyana uğrayan (kâfir) kimselerden
başkası, Allah’ın mekrinden/azabından emin olmaz.” (A’râf,7/ 99).
Allah’ın mekrinden/azabından emin olmak, O’nun affına dayanarak günahlara boş
vermek demektir. Hasan-ı Basri’nin dediği gibi, Müminler korku ve endişeyle ibadet
ederken, kâfirler güven içinde günah işlerler.
Rivayete göre, Peygamber efendimiz (s.a.v), Cenab-ı Hakkın bir hadis-i kudside
şöyle buyurduğunu beyan etmiştir; “İzzetime yemin olsun ki, ben kuluma
ne iki korkuyu, ne de iki emniyeti veririm. Eğer (kulum) dünyada benden emin (korkusuz) olarak hareket ederse, ben onu kıyamet günü korkuturum. Şayet (kulum) bu dünyada benden korkarsa, ben onu kıyamet günüde emin (korkusuz) kılarım.” (Sahihu İbn Hibban,2/406; Beyhaki, Şuabu’l-İman,
2/223).
Rabbim, bizi dünyada korkan ahirette emin olan kulların zümresine ilhak eylesin,
Âmin!