Türk muhafazakârlığının İslamcı etkilere açıldığı ve 1970’lerden günümüze gittikçe büyüyüp güçlenen bir anlatı, muhafazakâr entelektüellerin Kemalist Türkiye’de büyük bir dışlama, sürgün ve hatta zulüm silsilesinden geçtiğini işleyerek okur-yazar kitleleri bariz bir ikili tarih anlayışına yöneltti. Buna göre bir tarafta Jakoben, müstebit, eli kırbaçlı, hatta halk düşmanı bir Tek Parti rejimi olarak 20. yüzyılın ikinci çeyreğini belirleyen Cumhuriyet Halk Fırkası/Partisi yönetimi vardı; bir de bu sıfatların tam karşısında duran mağdur, mahkûm ve mazlum bir muhafazakâr aydınlar grubu. Bilhassa son on yılda “Ce Ha Pe zihniyeti” diye dile dolanan bu yönetim anlayışı hem Türkiye’nin coğrafyasına yabancılaşmasına sebep olmuştu, hem cami ve kütüphaneleri ahıra çevirmeye teşebbüs etmişti, hem de Osmanlı barışının ve hoşgörü geleneğinin aksine örneğin Varlık Vergisi gibi utanç verici kararlara imza atmıştı. Peki, gerçekten öyle miydi – ya da en azından, anlatılması gereken tarih sadece bu kadardan mı ibaretti? Bu yazıda, repertuarı zaman içinde gittikçe siyasal İslamcı çizgiye kayan muhafazakâr anlatıyı, Türk muhafazakârlığının klasik referansları kabul edilen öncü temsilcilerine dair birkaç biyografik nota başvurarak gözden geçirmeye çalışacağım.
Bu argüman kümesini yoklamaya Tek Parti [CHP] zulmünden başlayalım: Mesela Necip Fazıl, Nurettin Topçu, Ahmet Hamdi gibi 1900’lerin ilk on yılında doğan isimler, akranları olan sosyalistler –mesela bir Hikmet Kıvılcımlı ya da Nâzım Hikmet kadar- devlet şiddetine maruz kalmış, çile çekmiş, hapis yatmış, basınıyla, bürokrasisiyle vatan haini muamelesine tâbi tutulmuş mudur? Ya da aynı Necip Fazıl, Nurettin Topçu, Ahmet Hamdi, Batı Avrupa’ya gönderilen diğer –mesela Batıcı/Kemalist- devlet burslusu öğrenci ve araştırmacılardan ayrı tutulup böyle bir haktan alıkonmuş mudur, yoksa bizzat Atatürk’ün, İnönü’nün tebrik ve teşvik mesajları eşliğinde aynı burslarla Fransa’ya gönderilmişler midir? Benim bulduğum cevaplar hikâyenin hiç de bugünlerden geriye doğru kurgulandığı şekilde olmadığı yönünde. Dahası, Türk Muhafazakârlığı: Terennüm, Tereddüt, Tahakküm (Alfa Yayınları, 2017) adlı kitabım için yaptığım araştırmalarda karşılaştığım gerçekler arasında, örneğin Necip Fazıl’ın CHP’li İş Bankası’nda müfettişlik yapıp çıkarmak istediği dergi için CHP’nin Ekonomi Bakanı Celal Bayar’dan yüklü miktarda fonlar aldığı, şeyh Abdülhâkim Arvasi’yle o meşhur tanışmasından yıllar sonra bile Tek Partinin ideolojik aygıtlarından biri olan Halk Odalarında Behçet Kemal Çağlar gibi “ortodoks Kemalist”lerle beraber nutuklar verdiği, ve hatta, “Atatürk dirilecektir” diye şiirler yazdığı gibi ilginç ayrıntılar yer alıyor. Aynı Necip Fazıl’ın İnönü’nün CHP’sinde Maraş’tan milletvekili olmak istediği, ancak İnönü’nün onu değil de Ahmet Hamdi Tanpınar’ı vekilliğe uygun gördüğü gibi hikâyeler de yer almakta. Bu son bahsettiğim konu, maalesef Kısakürek’in Tanpınar’ı Büyük Doğu dergisinde defalarca komünist ilan etmesine dek varacak birtakım husumetler de yaratmıştır. Kısakürek ile Tanpınar’ı ilerleyen yıllarda bir araya getiren neredeyse tek şeyin, 27 Mayıs Darbesini sevinçle karşılamaları ve “orducu, militarist” tarafta yer almaları ise bugünkü Necip Fazılcıların da, Tanpınarcıların da hatırlamadığı, hatırlatılmasından hoşlanmadığı, hatta unutturmaya çalıştığı bir tarihsel ayrıntıdır.
Aynı Tek Parti döneminin bir başka muhafazakâr figürü olan Peyami Safa da, harf inkılâbı konusunda hoşnutsuzluğunu dile getirmiş olsa da, yazdığı romanlarla ve köşe yazarlığıyla yetinmeyip, Türk İnkılâbına Bakışlar (1938) adlı eseriyle partinin [CHP’nin] ideologu olmayı amaçlayacak kadar Tek Parti Türkiye’sinin vitrininde yer almıştır. Safa ayrıca 1928-1940 arasında Cumhuriyet gazetesinin edebiyat (kültür-sanat) sayfasını yönetmiş, güzellik yarışmaları gibi Batılı âdetlerin Türkiye’deki organizatörlerinden biri olmuş ve Türk Dil Kurumu gibi reform mahfillerinde bürokratik görevler üstlenmiştir. Peyami Bey Kırklı yılların ikinci yarısında muhalif [bugünkü muhafazakârların kendilerine tarihsel köken olarak seçtiği ancak muhafazakârlığı ayrıca tartışılmaya değer olan] Demokrat Parti’nin yükselişine karşı çıkarak, yine CHP’nin organik aydınlarının kalem oynattığı Ulus gazetesine yazılar yazmış ve 1950 seçimlerinde CHP’den milletvekili adayı olmuştur.
Bahsettiğim bu üçlünün; Necip Fazıl, Ahmet Hamdi ve Peyami Safa’nın kumar, alkol, kadın ve hatta birlikte katıldıkları uyuşturucu partileri gibi bugünün ahlakçı ve “ilmihal Müslümanlığı” anlayışındaki muhafazakârlarınca kabul edilemez görülecek birtakım merakları, onları Tek Parti Türkiye’sinin mazbut, mazlum, mahkûm “öteki”leri olarak okumanın bir muhafazakârlık illüzyonu olduğunu düşündürüyor.
Bu isimlere ‘üstad’lık yapan Yahya Kemal Beyatlı ise Tek Parti çatısı altında 1920’lerden 1940’lara defalarca milletvekilliği yapmış, Meclis’te olmadığı dönemlerde ise Kemalist Türkiye’nin Avrupa’nın çeşitli başkentlerindeki büyükelçiliğini üstlenmiştir. Yahya Kemal Türkiye’nin ilk “monşer diplomat” tipli hariciyecilerinden biridir. Dahası, 1942’deki Varlık Vergisi gibi, sonraları çokça eleştirilen bir kanunun altında sadece Şükrü Saraçoğlu ve Recep Peker Nazi yanlısı siyasetçilerin değil, pekâlâ muhafazakâr Yahya Kemal Beyatlı’nın da, Fuad Köprülü’nün de, Alaettin Gövsa’nın da, Şemsettin Günaltay’ın da imzası bulunmaktadır. Günaltay ayrıca Kırkların sonunda CHP’nin sekizinci başbakanı olacak; Soğuk Savaşa intibak etmek adına devletin laiklik ilkesini toplumun İslam’ıyla uzlaştırmak adına yumuşatan, imam-hatiplerin ve ilahiyat fakültelerinin kuruluşuna yön veren lider olarak tarihteki yerini alacaktır. Yani Tek Parti Türkiye’sinde 1920’lerde İslamcı Mehmet Âkif’in milletvekilliği yapması kadar, onunla aynı İslamcı dergilerde kalem oynatarak kariyerini şekillendirmiş olan mütedeyyin Günaltay’ın da 1940’ların Tek Partisinde başbakanlık yapmışlığı vardır. Dersim Olayları, Trakya Yahudi Tedhişi, Menemen Olayı, Şeyh Said İsyanı gibi Tek Parti rejimini –belli ölçülerde haklı olarak- eleştirmek üzere bugün nidaları yükselen muhafazakâr öfke, söz konusu olaylar karşısında İslamcı ve muhafazakâr nice entelektüel ve siyasetçinin takındığı tavırdan, söylediği sözden habersiz olmanın konforunu yaşamaktadır. Birtakım çarpık temsillerle (misrepresentation) inşa edilen ve “müşteri memnuniyeti” gereği muhafazakârlığa dair tek bir eleştirel tarihsel değerlendirme yapmazken, yine aynı “müşteri memnuniyeti” icabı şeytanlaştırılmış bir Tek Parti portresi çizen bugünün “üstad”ları, maalesef sonraki on yıllarda nasıl başa çıkacağımızı öngöremediğimiz birtakım husumetleri bilhassa genç zihinlere fütursuzca enjekte etmeye devam etmektedir…
Bu yazıya tahsis edilen yerin kısıtlılıkları Erken Cumhuriyet dönemi muhafazakârlarının Tek Parti içindeki, dışındaki, yanındaki ve karşısındaki hem düşünsel, hem eylemsel hem de söylemsel tavırlarını etraflıca anlatmaya izin vermiyor. Bu yüzden örnekleri çok çeşitlendirememekle birlikte, en azından bir noktanın altını çizebilmeyi isterim. Modern dünya tarihinin en zorlu, en lanetli yarı-yüzyılında, belki biraz keyfi ama biraz da mecburiyetler dolayısıyla tesis edilip sürdürülen Tek Parti yönetiminin, isminden de anlaşılması gerektiği gibi, tek bir partinin çatısı altında liberal, faşist, İslamcı, hümanist pek çok farklı yönelimi bir araya getirdiği; ve tek meşru siyasi sahne olarak, konvansiyonel bir yapı arz ettiği, modern Türkiye tarihi tartışmalarında daha fazla gözden kaçırılmamalıdır. Bununla beraber, eğer Tek Parti rejiminin ana yönelimi, muhafazakârların dünya görüşünün çok çok uzağına düşüyor idiyse, muhafazakârların nasıl bir Türkiye tahayyül ettiklerine de bakmamız gerekecektir.
Türk muhafazakârlığı dediğimiz sınırları belirsiz dünya görüşü nasıl bir toplum hayal eder sorusuna cevaben kabaca şu söylenebilir: “Kemalizm’i andıran bir otorite anlayışına dayalıdır ama biraz anti-Kemalist gibi de görünmelidir… Modern görünümlü bir toplumda yaşanmalı, ama kimse de Batılılık rüzgârına, 1776’nın ve 1789’un ilkelerine pek de kapılmamalıdır… İnsanlar dindar, maneviyatçı olmalı ama yobazlığa, irticaya da teslim edilmemelidir…” Yahya Kemal’de de, Necip Fazıl’da da, Ahmet Hamdi’de de, Peyami Safa’da da, Cemil Meriç’te de –ve elbette burada yer veremediğim pek çok diğer kanonik isimde de- toplumsal tahayyül ana hatlarıyla bu doğrultudadır. Ayrıca Türk muhafazakârlığının gelenekten geleceğe, hikmetten felsefeye, umrandan uygarlığa, mâziden âtiye bir programı, hemen her muhafazakâr düşünce insanınca hatırlatılmış bir değer ve norm havuzu belirlenememiştir. Bunda Türk muhafazakârlığının sistematik ve organize çalışma becerisini, Tek Parti döneminin diğer birçok farklı cenahı gibi, pek de geliştirememiş oluşunun payını da akılda tutmalıyız.
Toparlamak –ya da parçaladığımız söylemi daha da dağıtmak- adına son bir not düşelim. Burada andığımız bu önemli suretleri CHP’yle ilişkilerinden ayrıştırıp, arındırıp, tarihsiz, mekânsız bir boşlukta ele almamızı isteyen, hatta bazen Ödipal bir kompleksle ve hışımla, “Keşke Yunan galip gelseydi!”, “Abdülhamid’i astılar” ya da “6-7 Eylül Olayları CHP’nin iktidarı zamanındadır” diyebilen bir anlayışın inşa edilmesiyle, muhafazakâr kitlelerin artık mensubu olunan toplumun geri kalanıyla, parçası olunan ülkenin tarihiyle çok sorunlu bir ilişki biçimine sokulmakta olduğunu görmek mümkün. Yani geçmişi bugünden okumanın, muhafazakâr düşünce dünyasında bir illüzyon yarattığı muhakkak. Bunu sansasyonel çıkışlarla, Atatürkçülüğün karşısına Abdülhamidciliği koyarak modern Türkiye’nin tarihini yeniden yazma iddiasıyla sahne alan birtakım “derin” tarihçinin, muhafazakâr şuuru bulanıklaştırdığı da…
Türk muhafazakârlığının gelenekten geleceğe bir programı, hemen her muhafazakâr düşünce insanınca hatırlatılmış bir değer ve norm havuzu belirlenememiştir.
Bütün bu karmaşanın içinde adeta ağaçlara bakmaktan ormanı görememek düzeyinde gözden kaçan şey, Tek Parti döneminin, adı üzerinde, bir tek parti düzeni oluşudur. Böylesi bir dönemde, bugünkü muhafazakârlığın kendine kültürel, estetik ve elbette politik referanslar olarak belirlediği isimlerin de, “Ce Ha Pe” zihniyetinin, fikriyatının, fiiliyatının (ve ayrıca mirasının) önemli birer parçası olduğunu hatırlamak ve geçmişle hesaplaşmadan önce geçmişi anlamak, anlamlandırmak ve açıklamaya çalışmak gerekir.