Claude Lefort’un siyaset felsefesinde demokrasi ve totalitarizm, merkezi yere ve öneme sahip iki anahtar kavram. Onun siyaset felsefesi bu ikisi arasındaki karşıtlık üstüne kurulu.
İkinci Dünya Savaşı sonrasının iki kutuplu dünyasında totalitarizmin, Soğuk Savaş ideologlarının jargonundan bir sözcük olduğu öne sürüldü, onların söyleminin kurucu kavramlarından biri olarak görüldü. Ama Lefort, Soğuk Savaş ideologu yaftasının kolayca yapıştırabileceği bir düşünür değil (tıpkı geçtiğimiz yüzyılda totalitarizm üzerine hayli yazmış bir başka düşünür, Hannah Arendt gibi). Öncelikle henüz Marksist olduğu dönemde dahi Marksizme eleştirel yaklaşabilen, yüksek derecede entelektüel cesareti ve özgüveni olan bir düşünür. Tam da bu nedenle SSCB’nin totaliter yapısını görmeyen, daha da kötüsü, partiye bağlılık adına gördükleri halde eleştirmeyen, bunu dile getirmeyen partili entelektüellerle arası epey açıldı. Sadece onlarla değil, Marksist olmayan sol tarafından da hayli eleştirildi.
Lefort, Marksist geçmişiyle bağlarının neredeyse hiç kalmadığı dönemde de siyaset felsefesinin odağına demokrasiyi yerleştirdi, özgün bir demokrasi kuramı oluşturdu. Marx’a yönelttiği eleştirilerden biri de buydu zaten. Marx’ı demokrasinin önemini ve değerini kavrayamamış olmakla eleştirdi. Marx demokrasiyi ve insan haklarını liberalizme terk etmişti. Oysa bunlar toplumu ekonomik temelde tanımlayan, ekonomik temelde örgütlenmiş bir toplum tasarlayan ve politikayı ekonomi ile liberalizmin olumladığı piyasanın işleyişi içinde faaliyet gösteren bireyin ekonomik öz taşıyan hakları olmanın çok ötesindedir.
Lefort’a göre bu, Marx’ın bir başka yanılgısıyla yakından bağlantılıydı. Marx politikanın önemini, politikanın insanların hayatındaki rolünü de kavramada çok yetersiz kalmıştı. İlkel denilen toplumlarda politikanın mevcut olmadığını, bunların politika öncesi toplumlar olduğunu düşünüyordu. Oysa, toplumsallığın olduğu her yerde politika hep vardı. Toplumsallık ve politika arasında bir tür töz birliği mevcuttu.
Genç Claude Lefort, Marksist-Troçkist hareketin içindeydi. 1948 yılında önce Troçkizmden koptu. Kendisi gibi Troçkizmi terk eden Cornelius Castoriadis ve daha birkaç genç entelektüelle “Sosyalizm ya da Barbarlık” Dergisi çevresinde bir araya geldi. Küçük, ama kuramsal açıdan hayli kuvvetli bir gruptu. İlerideki yıllarda Fransa’nın düşünce dünyasında önemli yer edinecek insanlar (örneğin, Lyotard) bu küçük çevrede yer aldılar
Lefort’un Troçkizmi terk etmesinin nedeni, Sovyetler Birliği’nin niteliği konusundaki tartışmaydı. Troçkist hareket, Sovyet devletini “bürokratik deformasyona uğramış işçi devleti” olarak niteliyordu. Lefort ise Sovyetler Birliği’ni bürokratik tabakanın egemen olduğu yeni bir toplum biçimi olarak tanımlıyordu. Lefort’a göre bürokrasi Çarlık Rusyası’nın bir kalıntısı olmayıp devrimden sonra ortaya çıkan yeni bir sosyal tabakaydı ve Sovyetler Birliği’nde bir işçi devleti değil, bürokrasinin hegemonyası altında yeni bir sömürü düzeni kurulmuştu.
Sovyetler Birliği’nin ekonomik yapısını “devlet kapitalizmi” teziyle açıklanmasına da karşıydı. Çünkü bu tez Sovyetler Birliği’nin özgün niteliklerini ortaya koymadan, basitçe Batı’daki kapitalist toplumların bir versiyonu olarak görüyordu
Lefort, Isaac Deutscher’in Stalin zamanında uygulanan şiddeti “ilkel birikim dönemi”ne özgü bir şiddet olarak nitelemesini de eleştirir. Troçkist tarihçi Deutscher’in ileri sürdüğü şudur: SSCB, Stalin döneminde Batı’nın kapitalist toplumlarının çok daha önceden yaşadıkları ilkel birikim döneminden geçmiştir. Batı’da bu dönemde sermaye birikimi için çıplak şiddete başvurulmuştu. SSCB ise bunu Stalin döneminde gecikmeli olarak yaşamıştır . Bu tez şöyle bir çelişki içerir: SSCB’yi Batı’daki kapitalist toplumların gecikmiş bir versiyonu saymakta ama beri yandan “bürokratik yozlaşmaya uğramış işçi devleti“ olarak nitelemektedir.
Lefort, Kruşçev’in 20. Kongre’de Stalin’e yönelttiği “kişilik kültü” eleştirisini de kabul etmedi. Politik faydacılık ve çıkarcılık temelinde yapılan bu tür bir eleştiri bütün suçları, bütün günahları Stalin’in sırtına yüklüyor, onun dışında herkesi temize çıkarıyordu. Her şeyi Stalin’in paranoyak kişiliği, onun sınır tanımaz ve patolojik nitelikli iktidar tutkusuyla açıklamaya çalışıyordu. Buna göre korkunç bir terör rejiminin bütün sorumluluğu demonik bir figür olarak Stalin’e aitti. Sistemin her türlü olumsuzluğunu Stalin’in kişiliğine indirgemek onun aşırılıkları olmasaydı her şeyin iyi olacağını söylemek anlamına geliyordu ki gerçek bundan çok farklıydı. Eğer kendisini destekleyenler, onunla birlikte hareket edenler olmasaydı Stalin partinin ve toplumun üstüne çıkarak bir “kişilik kültü” yaratamazdı çünkü her kült ancak inananlar ve destekleyenler varsa yaratılabilir. Stalin’i tarihsel olarak ele alırken hemen her şeyi onun kişiliğiyle açıklamak ondan önce olup bitenleri temize çıkarmanın, Lenin’in ölümünden önce sanki bir altın çağ yaşanmış gibi davranmanın bir başka yöntemiydi. Yukarıda özetlenen bütün bu eleştirilerin ışığında Lefort’un SSCB ve Doğu Avrupa’daki totaliter rejimlerin çöküşünü öngörmüş, bu çöküşün kuramını geliştirmiş bir düşünür olduğu söylenebilir.
Rönesans hümanizmi ile Marksizmi buluşturmak
Lefort doktora tezini Machiavelli üzerine yazmıştı. Tez danışmanı Raymond Aron’du. Ama tezinde geliştirdiği düşüncelerde Aron’un değil, Maurice Merleau-Ponty’nin daha çok etkisi olmuştu.
Lefort fenomenoloji geleneğinden geliyordu. Merleau-Ponty onun öğretmeni ve arkadaşıydı. Merleau-Ponty’nin 1961 yılında ani ölümünden sonra onun bazı yazılarını derlemiş ve yayına hazırlamıştı. Marksizme bağlanışı, içeriden yaptığı eleştiriler, devrimci teori ve pratikten kopuşu Merleau-Ponty’nin Marksizm ile yaşadığı serüvene benzetilebilir. (Ancak, Lefort’un hiçbir zaman Stalin’i desteklemediğini hatırdan çıkarmayalım)
Merleau-Ponty’nin 1947 yılında yayımlanan Hümanizm ve Terör başlıklı kitabı Les Temps Modernes için kaleme almış olduğu politik yazılarından oluşur. Yazılarından bazılarında Arthur Koestler’in “Gün Ortasında Karanlık” romanını çıkış noktası yapar. Aslında oldukça zor bir işe girişir. Moskova Davaları karşısında Marksist hümanizmi savunmaya çalışır. İki yıl sonra kaleme aldığı “Machiavelli Üzerine Bir Not“ yeni bir hümanizm tanımlama ve formüle etme girişiminin devamıdır. Bu kez hümanizmi tanımlamaya Rönesans hümanisti olarak gördüğü Machiavelli üzerinden girişir. Floransalı düşünürün Rönesans hümanizmi ile Marksizmi uzlaştırma çabasıdır bir bakıma bu. İnsan ilişkileri arasındaki şiddetin mevcudiyetini inkar etmemek, beri yandan tarihsel sorumluluğa bağlı kalmak. Merleau-Ponty’in önerdiği budur. Bunu başarabilmenin Machiavelli’nin tanımladığı anlamda bir politik erdem olduğunu ileri sürer. İşte, Lefort’un tezini asıl etkileyen, Merleau-Ponty’nin bu karmaşık metnidir.
Lefort’u Machiavelli’nin düşüncesine çeken, Floransalının toplumsal bölünmeye yaptığı vurguydu. Machiavelli, Roma İmparatorluğu’nda patriciler ve plebler arasında çok net biçimde beliren bu çatışmanın istisnasız her toplumda gözlemlendiğini, bunu gidermenin, bölünme ve çatışmayı bütünüyle yok etmenin, çatışmanın nihai noktasının ve sentezin mümkün olmadığını ileri sürüyordu. Toplumun olduğu her yerde bölünme ve çatışma da kaçınılmazdı. Toplumsallık bir anlamda çatışma demekti. Machiavelli’ye göre bölünmenin temelinde varlıklıların hükmetme iradesi ile yoksulların itaat etmeme, tahakküm altına girmeme arzusu yatıyordu. Lefort bölünmenin günümüz toplumlarında da sürdüğünü, Machiavelli’yi izleyerek bölünmenin bütünüyle aşılmasının mümkün olmadığını belirtiyordu. Machiavelli’nin Marx’dan farkı bu içsel bölünmenin ortadan kalkmayacağını vurgulamasıydı ve tarih Marx’ı değil, Machiavelli’yi haklı çıkardı.
Lefort, Machiavelli’nin düşüncesine bağlı kalarak bölünmenin bütün politik toplumların kurucusu kabul eder ve bölünmenin hiçbir zaman kesin ve nihai olarak çözülemeyeceğini ileri sürer. Devrimler bile söz konusu bölünmeyi sonlandırmaz. Sonlandırmak bir yana yeni bölünmeler doğururlar. Her türlü bölünmeyi ortadan kaldırmak için yapılan en radikal devrimlerde bile hakim sınıfın yıkılmasıyla toplumsal bölünmeler ortadan kalkmaz, yeni bölünmeler doğar. Yeni bir hükmetme biçimi ve hükmeden yeni bir toplumsal kesim ortaya çıkar. Eskinin devrimcileri yeni zamanların hegemonya kuran egemenlerine dönüşürler.
Lefort’a göre demokrasi politik modernliğin bir sonucudur. Peki, politik modernlik nasıl doğmuştur? Lefort bu konuda ilahiyat-politik ilişkisindeki ayrışmanın, bunların birbirinden kopuşunun belirleyici olduğunu belirtir. Diğer deyişle, modern politik alan teolojik olandan kopuşla, ilahiyatın meşruluk kaynağı olmaktan çıkmasıyla doğmuştur. En önemli metinlerinden biri olan “İlahiyat-Politik Sürekliliği”nde bu ilişki ve kopuşu Ernst Kantorowicz’in Ortaçağ’da iktidarın meşruluk kaynağını incelediği ve bunu yaparken beden metaforuna başvurduğu o çok önemli kitabını okuyarak ele alır.
Lefort demokrasinin ve modern toplumun bütün politik kurumlarının politik olanın ilahiyattan kopmasıyla ortaya çıktığını vurgular. Ona göre demokrasinin belirleyici özelliklerinden biri içsel bölünmeye açık olmasıdır. Demokrasi toplumsal bölünmeyi tanıyan, farklılaşmayı kabul eden, toplumsal bölünmenin etkilerine açık olan, çatışmaları kurumsallaştıran rejimdir.
Demokrasinin bir diğer özelliği belirlenmemişliktir. Demokrasinin bölünmeli, çoğul dünyasında geleceği belirleyen yasalar işlemez. Belirlenmemişlik politik modernlik ve onun içinde doğan demokrasi açısından bir riski de barındırır. Daha açık bir ifadeyle, demokrasi karşıtına dönüşebilir, totalitarizm demokrasiyi etkisiz kılabilir, onun yerini alabilir. Totalitarizm demokratik toplumda boş olan iktidar alanını işgal edebilir, bu boşluğu ele geçirebilir.
Lefort’un siyaset felsefesinde iktidar alanının sembolik boşluğu nosyonu büyük önem taşır. Bu anlayışı geliştirirken etkilendiği kaynak ise yine tarihçi Ernst Kantorowicz’in Kralın İki Bedeni kitabıdır. Lefort da modern öncesi toplumda iktidarın kaynağını, meşruiyetini açıklayabilmek için bu politik metafordan faydalanır. Buna göre modern öncesi eski rejimlerde kralın bedeni görünür ve görünmeyen, duyumsanır ve duyum ötesi arasında uzlaştırıcı işlevini görüyor, toplumun kimliği kralda bedenleşiyordu.
Lefort’a göre eski rejimleri yıkan ve modern çağları açan devrimlerde kralın hem biyolojik hem de iktidarı işgal eden politik bedeni yok ediliyor, böylelikle iktidar boşluğu yaratılıyordu. Demokrasi bu boşlukta doğmuştur. Demokrasi toplumun bedensizleşmesidir. O halde demokrasi politik bedensizlik ve sembolik boşluk rejimidir. Demokrasilerde iktidar alanının boş tutulması gerekir. Boşluğa sahip çıkmak demokrasiyi korumak demektir.
Bu sembolik boşluk aynı zaman demokrasiyi tehlikelere açık hale getirir. Totaliter eğilimler içinde hiçbir çelişki ve bölünme barındırmayan bir toplum yaratma adına bu boşluğa tepki verir, bu boşluğu doldurma girişiminde bulunurlar. Toplumdaki bölünmeleri ortadan kaldırma, bütünü temsil etme, toplumu tek bir gövdede birleştirme iddiasındaki totalitarizm demokrasiye radikal bir tepkidir. Totalitarizm toplumu yeniden bedenleştirir. Totalitarizmle birlikte beden metaforu geri döner. Politika ve ilahiyat yeniden bir araya gelirler. Politik-teolojik bir düzen yeniden tesis edilir.