Oxford Üniversitesi Tarih bölümünde doktora çalışmalarını yürüten, küresel politika analisti, KARAR yazarı Galip Dalay, Rusya'nın Ukrayna’ya yönelik işgal operasyonunun içte ve dışta doğuracağı politik sonuçlarından bahsetti. Dalay, Türkiye'nin 'Avrasyacı tahayyülünün' sonuna gelindiğini vurgulayarak "Avrasyacı tahayyülün Türkiye’nin iç ve dış politikası için bir gelecek oryantasyonu olmayacağı üç aşağı beş yukarı bu süreçte ortaya çıktı. Bundan sonra muhtemelen Kanal İstanbul hadisesi başka çerçevede tartışılacaktır. Toplumun Kanal İstanbul hassasiyetleri, soru işaretleri artacaktır" diye konuştu.
Galip Dalay'la yapılan ilgili Perspektif Online’a yaptığı söyleşiden öne çıkanlar şöyle:
YENİ OLUŞACAK SİSTEM NEYE BENZEYECEK?
- Bu sürecin tetiklediği uluslararası sistemdeki değişim ve dönüşüm nasıl olacak? Yeni oluşacak olan sistem böyle giderse neye benzeyecek?
Doğru bir soru, Rusya’yı tanımlarken şunu her daim aklımızda tutmamız lazım. Rusya, ABD’den daha fazla nükleer başlığa sahip olan ama İspanya kadar ekonomisi olan bir ülke. Daha farklı ifade edersek, ekonomisi Batı ekonomisinin yüzde 4’üne tekabül ediyor. Batı derken ABD, İngiltere ve AB’nin toplamını kast ediyorum. Rusya jeopolitik bir aktör; geniş bir orduya, silah sanayisine, enerji yataklarına ve nükleer teknolojiye sahip bir ülke. Ama diğer alanlarda kayda değer bir başarısı yok. Yüksek teknolojili bir aktör değil, eğitimde bir aktör değil. Uluslararası finansta değil. Gelişmiş ve çeşitlendirilmiş bir ekonomiye sahip değil.
Bu nedenle Rusya bugün Batı için jeopolitik bir tehdidi temsil ediyor. Çin ise sistemik bir tehdit.
Batı’nın Rusya ve Çin ile rekabeti bir süre sonra sistemik ve jeopolitik söylem setinin dışına çıkmaya namzet gözüküyor. Kısa vadede bu rekabet otokrasi-demokrasi rekabeti olarak lanse ediliyor ve daha da fazla edilecek. Bu şekliyle de otokrasinin de demokrasinin de jeopolitize edildiği bir dönemden geçiyoruz, her iki kavram da jeopolitikleşiyor. Buradan da sadece otokrasi-demokrasi rekabeti söyleminin yeterli görülmeyeceği, bunun yerine medeniyet kavramı ve kategorilerinin etrafına örülmüş siyasal, söylemsel ve değersel bir tartışma ekosisteminin içinde kendimizi bulabiliriz. Yani bu sert rekabet ve kapışma kamusal yansımasını medeniyet söyleminde bulabilir. Ruslara karşı kullanılan ırkçı, tahkir edici nefret söyleminin ötesinde, yeni bir medeniyetçi söylemin inşasına dair emareler ortaya çıkıyor.
Daha önce kutuplaşmayı mümkün, sürdürülebilir kılan bir şey vardı. Bu blokların kendi dünyalarında yaşamasından kaynaklanan bir sürdürülebilirliği bulunuyordu. Doğu Bloku kendi içinde üretip kendi içinde tüketiyordu. SSCB ile ticarette belli sınırlamalar vardı ama enerjiyi, birçok teknolojiyi kendi içinde üretip tüketiyordu. Batı da bağımsız şekilde üretip tüketiyordu. Otoriterleşmenin ve demokrasinin iki kutup halinde nüfuz ettiği durumda böyle bir şey yok. Bunu kullanabiliyor bugün Batı, Rusya’ya karşı. Bunlar nasıl kutuplaşacaklar, son tahlilde aynı havuzun içindeler. Ne kadar mümkün olacak, nasıl sınırlar çizilecek? Rusya’nın fişini çekiyor Batı ama Çin’in fişini nasıl çekecek? Bu, kendi fişini de çekmek anlamına gelecek aynı zamanda…
Yeni dönemin güçlüklerinden bir tanesi bu. Biraz önce de belirttiğim üzere, Soğuk Savaş bittikten sonra bir tarafın sistemi globalleşti. Çin bugün Batı’ya alternatif sistem önererek yükselmiyor. Batı’nın sistemini en az Batılılar kadar iyi kullanarak yükseliyor. En az Batılılar kadar kapitalist. Buna karşın, Çin’in siyasal sistemi ise arkaik. Bir taraftan hâlâ tek parti, komünist yönetim ile yönetilen bir ülke, diğer yanda en az ABD kadar da kapitalist.
'ÇİN, BATI'NIN MEVCUT DÜZENİNİN KAZANANI'
- Küreselleşmenin içinde iç içe daha küresel ve daha az küresel halkalar oluşabilir mi?
Aynen öyle, küreselleşme içindeki farklı halkaların farklı ölçekte küreselleşme süreçlerine dahil olduklarını ve onun nimetlerinden faydalandıklarını görüyoruz. Bu hep böyleydi zaten. Daha da hız kazanacak. Peki Çin gerçekten sistemik ölçekte Batı’ya meydan okumak istiyor mu? Çin, Batı’nın mevcut düzeninin kazananı konumunda. Rusya’nın kaybetme hadisesi biraz da buradan kaynaklanıyor. Rusya “Eğer Çin, Batı’ya alternatif uluslararası bir ekonomi düzeni kursaydı, Rusya buna entegre olur” derdi. Ancak Çin mevcut uluslararası ekonomik sistemin tamamıyla parçası. Bu nedenle de Batı ile bu ölçekte sert kapışmaya giren, bu ölçekte oradan kopan bir Rusya’nın Çin’in küçük ortağı olmaktan başka şansı yok.
Çin, Rusya’ya eşit ortak muamelesi yapmaz. En nihayetinde bu iki ülkenin siyasal psikolojileri farklı. Çin yükselişte olan bir gücün siyasal psikolojisine sahip. Rusya ne kadar jeopolitik meydan okuma naraları atarsa atsın, düşüşte olan bir ülkeyi temsil ediyor. Ve düşüşte olan bir ülkenin siyasal psikolojisine sahip. Bu nedenle buradan alternatif bir sistem çıkacağını düşünmüyorum. Çin’i uluslararası iktisadi düzenin dışına atarsanız alternatif bir düzen inşa edebilir, o kapasitesi var. Rusya jeopolitik bir aktör. Rusya, alternatif bir uluslararası ekonomik düzeni inşa edebilecek kapasiteye sahip değil ve Çin de Rusya için böyle bir işe girmez. Ruslar, Çinlilerin küçük ortaklarına nasıl davrandıklarını görmek istiyorlarsa Çinlilerin İranlılara nasıl davrandıklarına baksınlar. Çinliler İranlıların uluslararası yaptırımların altında olmalarını sonuna kadar kullanıyorlar.
'AVRUPA'NIN BÜTÜN KITAYI İÇERECEK BİR GÜVENLİK MİMARİSİ OLMAYACAK'
İkinci parçalanma, Avrupa güvenliğinde ortaya çıkıyor. Uzun süre Avrupa güvenliği başlığında liderlerin dile getirdiği şu yaklaşım vardı: ‘Soğuk Savaş bitti, biz Rusya’ya daha önce düşman gözü ile baktık. Tehdit olarak gördük. Ama Soğuk Savaş bitti, yeni dünyadayız. Bu yeni dünyada Rusya’ya, bir düşman gözüyle değil Avrupa güvenliğinin partneri gözü ile bakmalıyız” tarzı söylemler Avrupa’da yaygınlık kazanmaya başlamıştı. Macron da bunu dile getirdi. Rusya’ya artık tehdit değil, partner gözü ile bakmalıyız dedi. Almanya da benzer şekilde ifade etti. Türkiye’nin Rusya’dan S-400 almasının stratejik anlamı ne ise, Almanya’nın Rusya ile yaptığı Kuzey Akım-2 projesinin stratejik anlamı da odur. Aslında uzun süredir Avrupa güvenliği daha bütünlük içinde bir çerçevede sağlanabilir mi tartışması yürütülüyordu. Şimdi Avrupa güvenliği tartışmasının bütün ekosistemi değişti. Neyi kastediyorum? Artık şu net, Avrupa’nın bütün kıtayı içerecek bir güvenlik mimarisi ortaya çıkmayacak. Avrupa’nın Batı, AB, NATO, Avrupa’yı kapsayan bir güvenlik mimarisi olacak.
'BU MİMARİDE TÜRKİYE'NİN KONUMU HENÜZ TANIMLANMIŞ DEĞİL'
- Güvenlik mimarisi parçalı değil miydi zaten? Monolotik, yekpare bir Avrupa güvenliği zaten yoktu…
Yoktu ama Rusya burada nasıl yer almalı diye tartışmalar vardı.
Gerçekçi miydi? Eğer NATO daha önce genişlemiş olsaydı, Ukrayna’yı alsaydı, bugün Rusya bunu yapamazdı yorumları da var. Rusya’nın Avrupa güvenlik mimarisinin parçası olduğunun düşünülmesi ne kadar gerçekçiydi? Bugün yaşananda bu bakış açısı ne kadar sorumlu?
Şüphesiz meşru bir soru, bugünkü kadar düşman gözüyle tanımlanmayabilirdi. Avrupa güvenliğinde Rusya’nın konumuna dair tartışmalar sona erdi. Burada gri kalan kalmadı. Rusya Avrupa Güvenlik mimarisinin net düşmanı, tehdit edeni konumuna geldi. İkincisi, daha önce Avrupa güvenliği tartışmalarını tetikleyen hususlardan biri de ABD’nin Asya-Pasifik’e daha fazla yoğunlaşacağı, asıl rekabet ve kapışmanın Çin ile olacağı ve bu nedenle Avrupa’daki yükümlülüklerini azaltacağına dair öngörü idi. Şimdi bu da kısmen revize edilecek. ABD artık iki tehditli bir stratejiye yönelecek gibi. Dolayısıyla Amerika’nın Asya-Pasifik’teki rekabet nedeniyle Avrupa’ya sırtını dönebileceğine dair analizlerin şu an için doğru olmadığı ortaya çıktı. Üçüncüsü Brexit’ten sonra İngiltere ile Avrupa arasında hoşnutsuzluklar, Avrupa güvenlik mimarisinde İngiltere’nin pozisyonunun nasıl bir mahiyette olacağına dair kafalarda soru işaretlerinin doğmasına yol açmıştı. Son yaşananlar, Ukrayna’da İngiltere’nin Batı’nın en aktif bir-iki ülkesinden biri olmasının da hasebiyle, şöyle bir resim ortaya çıkardı. Brexit’e rağmen İngiltere, Avrupa güvenlik mimarisinde çok önemli bir rol oynayacak. Burada asıl mesele Türkiye’nin konumunun tanımlanması ile alakalı. Avrupa güvenlik mimarisinde Türkiye’nin konumu henüz tanımlanmış değil.
SERT JEOPOLİTİK MÜCADELE, DEĞER SÖYLEMİ VE YENİ MUHAFAZAKÂRLIK
Türkiye’ye geçmeden önce, bugüne kadar uluslararası jeopolitik dengeler, sistemik değişiklikler iç siyasetleri de etkiledi. İkinci Dünya Savaşı bitiminde kurulan yeni sistem birçok ülkede komünist rejimleri, anti-kapitalist rejimleri doğurdu. Diğer yanda Türkiye, Rusya korkusu ile küçük Amerika olmaya çalıştı. İç yapısında demokrasiye, çok partili yapıya Rusya korkusu yüzünden geçti. Demokrasiler-otokrasiler arasındaki kamplaşma süreci iç siyasetleri nasıl etkiler? Ülkeler içinde Rusya’ya yakın unsurlar tasfiye mi olacak? Basın özgürlüğü olabilir, teşebbüs hürriyeti olabilir, nasıl bir iç siyasal bir dinamik bekliyor küresel olarak birçok ülkeyi?
Buna benzer süreçler, ülkelerin jeopolitik kimliklerini veya global jeopolitiğin mahiyetini belirlemek ile kalmıyor. Ülkelerin iç siyasetine de boyasını çalan bir mahiyeti var. Bu yaşadığımızı 1945 sonrasında yaşananlarla 11 Eylül 2001 tarihinden sonra yaşananların karışımı bir şey olarak okuyorum. 45 sonrasında yeni bir sistem doğdu. 11 Eylül ise Batı’nın ortak ötekisini Müslümanların üzerinden inşa etti. Yeni dönemde ise hem jeopolitik hem kimliksel tarafı güçlü olan bir sürece gidiyor gibiyiz. Dış politikada veya jeopolitik düzlemde girdiğimiz yeni süreçte Batı’nın ortak ötekisini Rusya ve Çin oluşturacak. Rusya ve Çin merkezli dil duyacağız. Bu dil, demokrasi-otokrasi merkezli gidecek. Bu dilin değersel ve medeniyetsel yansımaları, tonları, rengi olacak.
İç politikalarda bu sürecin yansımalarını göreceğiz. Son yıllarda Avrupa’da özellikle aşırı sağcı partilerin Putin imgesi ile özdeşleşmesinin bir sonucu olarak, aşırı sağ partilerin ciddi manada hem meşruiyet hem kimliksel kriz yaşayabilecekleri bir döneme giriyoruz. Batı ile Rusya arasındaki kapışma derinleşir ve uzun erimli bir döneme girerse, ki elimizdeki veriler, ilk işaretler bunu gösteriyor, bu, mevzubahis partilerin kimliksel krizlerini biraz daha da ön plana çıkaracak.
GÜÇLÜ TEK ADAM REJİMLERİNİN SONU MU?
Türkiye’de de neo-con meselesini tartışmamız gerekecek. Rusya’ya gösterilen tepki, jeopolitik meydan okumaya karşı jeopolitik karşı duruşun ötesine geçti. Çok toptan, çok holistik bir tepki var. İnsanın aklına gelmeyecek bir tepki süreci yaşanıyor. Güvenlik dengelemesi değil, bile isteye bir kutup oluşturma, daha ciddi bir öteki yaratmaya dair. Türkiye’de ise iki başlığı ele almak lazım. Birincisi, sistemik yeniden kurulma konusunda İnönü’nün meşhur “Yeni bir dünya kurulur ve Türkiye orada yerini alır” sözü. Fakat burada problemler var. Türkiye’yi yeni kurulan düzende kim nerede görmek istiyor, bu önemli. Türkiye’nin şu ana kadar getirdiği jeopolitik bagajları var. Geçmişi, ait olduğu eski kamp, alışkanlıkları, değerler silsilesi var. Ancak, siyasal ve jeopolitik geçmişin örtüşmediği Rusya ile daha önce olmadığı kadar angaje olan bir cari durum söz konusu. Dünyanın Türkiye’ye bakışından hareket edersek Türkiye nasıl konumlanacak?
Önce iç siyasal trend ile alakalı bir şey ekleyeyim, oradan Türkiye’ye geçeyim. Uzun süredir global siyasette güçlü tek adam rejimleri revaçtaydı, bu güçlü tek adam rejimlerinin nirvana’sını, en sembol ismini Putin temsil ediyordu. Putin bir dönem güçlü tek adam rejimlerinin en güçlü argümanıydı: “Soğuk Savaş’tan sonra küçümsenmiş, dağılmış bir Rusya’yı tekrardan canlandırdı ve küresel çapta güçlü bir devlet olarak tarih sahnesine döndürdü, itibar kazandırdı” deniyordu. Orbán’dan Modi’ye giden resimde asıl referans Putin’e yapılıyordu. Bugün Putin yaptığı ile güçlü tek adam rejimlerinin aleyhine en büyük örneği de temsil etmeye başladı. Putin’in yaptıkları, tek bir adama bu kadar yetki vermenin ne kadar tehlikeli olduğunu gösterdi. Ülkesini global siyasette kısa sürede paryaya dönüştürmeyi başardı… İnsanlar canlı yayında her gün, bir adam yüzünden bir ülkenin ne kadar geri gidebileceğini, nasıl paryaya dönüşebileceğini, ne büyük bir hata yapabileceğini ve bunun sonucu olarak da ne ölçekte maliyet ödeyebileceğini görmeye başladılar. Bir ülkenin uluslararası ekonominin dışına atılabileceğini görmeye başladılar.
Belirsiz dönemler otoriteye duyulan ihtiyacı da artırabilir, insanların korktukça otoriteye daha fazla ihtiyaç duyacaklarını da dikkate almamız lazım. Bence Putin örneği sistemden ziyade tek adam rejimlerine yapılan yatırımların ne kadar yanlış olabileceğini herkese gösterdi. Yatırımlar sisteme mi yapılmalı, aktöre mi yapılmalı, tartışması vardı. Bunu kısmen 2017’de biz de yaptık Türkiye ölçeğinde. Sisteme değil aktöre yatırım yaptık, yani siyasal sistem değiştirdik ama siyasal sistem aktöre göre dizayn ettik… Bu mantığın yanlışlığını görüyoruz. Önümüzdeki dönemde güçlü tek adam rejimlerinin ciddi manada imaj kaybedeceği döneme giriyoruz gibi.
JEOPOLİTİK KIRILGANLIK, ANTİ-RUSYA DOZAJINI BELİRLİYOR
Türkiye’nin sistemdeki yerine dönecek olursak…
Mevcut Ukrayna krizinde Türkiye için birçok meydan okuma var. Her şeyden önce Ukrayna’nın kendisi Türkiye’nin önemli ticaret partneri, kuzey komşusu, güvenlik alanında önemli iş birlikleri yapılan bir ülke. Hem onun güvenliği hem de Karadeniz’in güvenliğinden dolayı önemli. Eğer Rusya, Ukrayna’yı kukla rejimle yönetecekse, Karadeniz’i büyük oranda Rus gölüne dönüştürmüş olacak demektir. Yarın bir gün Karadeniz’de başka bir ülkeye Rusya’nın benzeri bir hamlede bulunmayacağını kim ileri sürebilir? Bu tartışma ayrıca Rusların Avrupa güvenliği ile alakalı Amerikalılarla pazarlığını da temsil ediyor. Bir de bütün bunların sonucu uluslararası düzene bakan tarafı vardı.
Türkiye bugüne kadar şöyle bir siyaset izledi; çok sert bir şekilde anti-Rusya olmadan Ukrayna tarafında durmaya çalıştı. Yani anti-Rusya olmadan pro-Ukrayna olmaya çalıştı. Rusya’ya karşı birçok konuda kırılganlıkları var. Türkiye ile Batı’nın ortak zemini nedir? Türkiye birçok Batı ülkesinden de önce Ukrayna’ya askeri mühimmat, drone verdi. Ukrayna’nın askeri kapasitesini tahkim eden bir rol ifa etti. İkincisi, Ankara’nın söylem dozajını arttırdığını görüyoruz. İşgal ve savaş kavramının daha bolca kullanıldığı bir noktaya geldik. Üçüncüsü boğazlar kapatıldı. Yapılış tarzı da önemliydi. Bir yönüyle Montrö’yü uyguladı diğer yönüyle de yapılış tarzına kendi yorum ve tarzını kattı. Hukukçuların da ifade ettiği gibi Türkiye, Montrö’yü sadece uygulayan ülke değil aynı zamanda onu yorumlama hürriyetine de sahip.
TÜRKİYE, BATI'DAN HANGİ YÖNLERİYLE AYRIŞIYOR?
Peki Türkiye Batı’dan hangi alanlarda ayrışıyor? Birincisi, ekonomik yaptırımlara henüz katılmadı; ikincisi, hava sahasını kapatmadı. Ekonomik yaptırımlara katılmama sebebi, Türkiye’nin diğer Batı ülkelerinden daha fazla Rusya’ya karşı kırılganlıkları var. Rusya, Türkiye’ye en fazla turist gönderen ülke, ikinci en fazla enerji sağlayan ülke konumunda. Yaklaşık 34 milyar dolarlık ticaret hacmi var iki ülke arasında. Mersin’de nükleer reaktör yapıyor. Liste uzayabilir… Dolayısıyla Rusya’ya karşı ekonomik kırılganlık var. Ve ekonomik krizden geçtiğimiz süreçte bu hadise gerçekleşiyor. Son olarak da Türkiye’nin bir yaptırımlar hafızası da var. Hem Körfez Savaşı sonrası Irak hem de İran yaptırımlara maruz kaldığında Ankara da maliyet ödedi. Bunlardan Türkiye de ciddi manada etkilendi. Diğer Batı ülkelerinden farkı, Türkiye’nin ciddi anlamda jeopolitik kırılganlıkları var. Kriz, çatışma alanlarında siz Rusya ile birebir hem çalışıyor hem çatışıyorsunuz. Rusya İdlib üzerinden yüz binlerce mülteci gönderebilir. Jeopolitik kırılganlık, Türkiye’yi anti-Rusya dozajını ayarlamak zorunda bırakıyor.
Türkiye Rusya-Ukrayna arasında klasik bir dengeleme siyaseti izlemiyor, yani net şekilde Ukrayna tarafında. Fakat asıl meselesi Rusya karşıtlığının boyutunu ve dozajını ayarlama. Türkiye siyasetinin parametrelerini ne belirler? Birinci nokta, bu krizin ne kadar derinleşeceği. Bu Rusya için uzun erimli bir batağa mı dönüşecek yoksa belli bir süre sonra Rusya kukla bir rejim inşa etmeyi başaracak mı, yoksa Batı Rusya ile jeopolitik kapışmasını daha üst zemine mi taşıyacak? Ayrıca Türkiye ile Batı arasında son dönemlerde gerçekleşen pozisyonel yakınlaşma aktif iş birliğine dönüşecek mi? Bu noktada Amerikalıların Türkiye’nin F-16 talebini karşılayıp karşılamaması bize bir şey söyleyecek. Bu alanlar, Türkiye’nin Rusya karşıtı dozajını belirlemede ciddi etkiye sahip olacak. Yaptırımlara aktif katılmayacak ama bu yaptırımların sistemik özelliği olması sebebiyle pasif katılmak zorunda kalabilir, en azından bir kısmına.
Türkiye’nin uluslararası konumuna gelecek olursak, durum şu son yıllarda Türkiye dış politikasının en moda tabiriyle “stratejik dengeleme, jeopolitik dengeleme” idi. Türkiye; Batı, Rusya, Çin arasında dengeleme siyasetini gözettiğini söylüyordu. Bu kavram Batı ile Rusya arasındaki ilişkilerin savaş değil rekabet kavramı ile değerlendirildiği bir dönem için geçerliydi. Eğer konuştuğumuz şey rekabet ise gri alanda kalabiliyorsunuz, dengeleme yapabiliyorsunuz ama eğer hadise savaşa dönüşmüş ise ve siz de kurumsal olarak NATO’nun parçası iseniz, orada stratejik dengeleme siyasetinin de limitlerine geliyorsunuz. Bu siyaseti kenara bırakmak zorunda değilsiniz ama bu siyasetin kullanım değerinin, süresinin epey limitlerine geldiğini göreceksiniz. Türkiye dış politikasının bu üst çatısını oluşturan çerçeve şu anda krize girdi. Yeni dönemin, Türkiye’nin NATO kimliğini daha fazla vurguladığı, daha fazla ön plana çıkardığı bir dönem olacağı kanaatindeyim. Ama Batı ile bu yakınlaşma iş birliğine dönüşecek mi, Batılılar aktif olarak karşılıklı kanalları açacak mı; bunun da önemli olacağı kanaatindeyim. Her hâlükârda Rusya’nın uluslararası sistem içinde paryaya dönüştüğü, dışarı atıldığı bir dönemde “Rusya ile Batı’yı dengelerim siyaseti”nin kullanım değerinin limitlerine geldik. Bunun hem dış hem iç politikada sorun olacağı kanaatindeyim.
'AVRASYACILIĞIN SONUNA GELDİK'
Son yıllarda Türkiye’de bir Avrasyacı tahayyül revaçtaydı. Kanaatimce, bu Avrasyacı tahayyülün sonuna geldik. Avrasyacı tahayyülün Türkiye’nin iç ve dış politikası için bir gelecek oryantasyonu olmayacağı üç aşağı beş yukarı bu süreçte ortaya çıktı. Bundan sonra muhtemelen Kanal İstanbul hadisesi başka çerçevede tartışılacaktır. Toplumun Kanal İstanbul hassasiyetleri, soru işaretleri artacaktır.
Sistemik bir meseleden bahsediyoruz. Türkiye, Batı ile ilişkilerini büyük oranda sistemik, jeopolitik başlıklar belirledi. Biz 1856’da Paris Anlaşması’na Kırım Savaşı sonrası dahil olduk. NATO’ya Soğuk Savaş ve Sovyet tehdidinin sonucunda dahil olduk. Bugün de Türkiye-Batı ilişkilerinin geleceği Brüksel’deki bürokratlarca değil global süreçlerin bizi götürdüğü global süreçler, büyük güçler rekabeti tarafından belirlenecek"