Keza o, dünyadan el etek çekip ömrünü ibadetle geçirmeye karar veren bazı sahabesini, bunun kendisinin ‘sünnetinden sapmak’ anlamana geldiğini belirterek uyarmıştır.
MUSTAFA ÇAĞRICI
Kur’ân-ı Kerîm, İncil’deki İsa gibi “Nen varsa dağıt ve gel benim ardımca yürü” (Matta 19/21) ya da “Fani olan yiyecek için değil, fakat ebedi hayatta kalıcı olacak yiyecek için çalışın” (Yuhanna 6/27) demez. Bilakis dünya malını ‘Allah’ın ziyneti’ diye niteler ve “Allah’ın kulları için yarattığı ziynetini, temiz rızıkları kim haram kılar!” diye sorar (A‘râf 7/32). “Hem dünyanın hem ahiretin güzellikleri”ni (hasene) isteyenlerden övgüyle bahseder (Bakara 2/200-201). “Erkek olsun kadın olsun, kim inanmış olarak iyi ve yararlı (sâlih) işler yaparsa ona kesinlikle güzel bir hayat yaşatılacağını” müjdeler. (Nahl 16/97). “İnsanın, ancak çalışmasının karşılığını alabileceğini” (Necm 53/39-40) ve böylece, din işleri gibi dünya işlerinde de başarının çalışıp üretmeye bağlı olduğunu bildirir.
Hadis kitaplarında da emeğin değerine, helalinden mal mülk sahibi olup zekât, sadaka gibi malî hayırlarla başkalarına da faydalı olmanın önemine işaret eden çok sayıda rivayet vardır. Bazen ‘kesb-i tayyib’ (hoş, güzel kazanç) deyimiyle helal kazancın önemini anlatan Hz. Peygamber, “Kişinin yediğinin en hayırlı olanı, kendi emeğiyle kazandığıdır”; “Erdemli insan için temiz servet ne güzel!” buyurmuştur. Keza o, dünyadan el etek çekip ömrünü ibadetle geçirmeye karar veren bazı sahabesini, bu tutumlarının kendisinin ‘sünnetinden sapmak’ anlamana geldiğini belirterek uyarmıştır.
***
Çalışıp kazanmayla ilgili Kur’an ve Sünnet’teki bu makul yaklaşım sonraki İslâmî kaynaklara da önemli ölçüde yansımıştır. Mesela Ebû Hanîfe’nin gözde öğrencisi Muhammed eş-Şeybânî (ö. 189/805), el-Kesb başlıklı eserinde çalışıp kazanmanın peygamberlerin tutumu olduğunu örnekleriyle anlatır; bu konuda ayetlerden deliller getirir. ‘Zühd ve tasavvuf ehlinin cahil ve ahmaklarından bir kesim’in, zaruri haller dışında kazanmanın tevekküle aykırı ve haram olduğu yolundaki iddialarını aktaran Şeybânî, bu telakkinin Müslüman toplumlar için doğuracağı tehlikeyi görmüş olmalı ki, aklî ve dinî delillerle bu görüşü çürütür. Hatta bazı ayetlere dayanarak çalışıp kazanmanın farz olduğunu, çünkü dünyanın (ülkenin ve toplumun) ancak bu sayede ayakta kalabileceğini belirtir.
Böylesi uyarılara rağmen, çalışma ve mal mülk karşıtlığı, daha genel olarak ‘terk-i dünya’ şeklinde özetlenen normal dünya hayatının kötülenmesi önce tasavvuf çevrelerinde başlamış ve giderek Müslüman toplumlarda güçlü bir zihniyet halini almıştır. Oysa, yukarıda sunulan birkaç örnek bile bu telakkinin, Hz. Ömer’in halifeliği zamanında İslam coğrafyasına katılmaya başlayan Hıristiyanlıktan ve başka kültürlerden geldiğini gösteriyor.
Bu kültürlerin İslam’ın 5. yüzyılında, yani bundan bin yıl önce Müslüman toplumları nasıl kuşattığına bir delil olması bakımından o dönemin yetkin âlimlerinden Râgıb el-Isfahânî’nin ez-Zerî‘a… (Kahire 1985, s. 380) adlı eserinden yaptığımız şu kısa alıntı bir belge niteliğindedir:
“Tasavvuf iddiasında bulunup da kazanç konusunda tembelliği seçenlerin… aklı fikri midelerini ve cinsel arzularını doyurmaktadır. Bunlar başka insanların kazandıklarını tüketiyor, onlara geçimlerini zorlaştırıyorlar, karşılık olarak onlara hiçbir yarar da sunmuyorlar. Böylelerinden hiçbir fayda beklenmez. Bunlar (emeksiz tükettikleri için) sadece çarşı pazara zarar veriyor, fiyatların yükselmesine sebep oluyorlar.”