MELEK GEDİK/RÖPORTAJ
Hayatın acı gerçeklerini, deneyimlerini adeta büyülü bir masala sığdırarak kaleme alan İsmail Güzelsoy’un son kitabı ‘Hatırla’ okuyucuyla buluştu. 50’li yılların Türkiye’sinde yaşanan acı hikâyeleri, 8’inci yüzyılda tasarlanan robot öyküleriyle birleştiren Güzelsoy, kitabını 2015’te öldürülen gazeteci Nuh Köklü’ye ithaf etmiş. Gerçekle rüyanın, iyilikle kötülüğün, güzellikle çirkinliğin sert geçişlerle birbirine karıştığı ‘Hatırla’yı Güzelsoy ile konuştuk.
‘Fenni Sihirler’ üst başlığıyla yayımladığınız son kitap ‘Hatırla’. Daha önce de ‘Değmez’ ve ‘Gölge’ okuyucuyu selamlamıştı. Fenni Sihirlerden kastınız nedir?
‘Fenni Sihirler’ tanımının ilk anda bir şey söylemediğinin farkındayım. Hatta serinin ilk romanı olan ‘Değmez’in kapağına bunu yazıp yazmamakta çok tereddüt etmiştik editörümle. Aslında bunu ‘bilimkurgu’ gibi de düşünebilirsiniz ama ‘kurgu’ kısmı daha çok büyülü gerçeklik dedikleri türe yaklaştırılmış, diyelim. Tür olarak büyülü ya da masalsı gerçeklik gibi görünse de arkaik ‘ilmi’ unsurlardan bolca yararlanmak gibi bir yol izledim. Bu tanımı ilk anda yadırgayanlar da kitaplar tezgâhtan çıktıkça daha kabul edilebilir buldular sanıyorum. Bu bir üçleme değil, birkaç yıl sonra tekrar bu türe döneceğim. Şimdilik yalnızca ara veriyorum ‘Fenni Sihirler’e.
Hatırla’da, Türkiye’nin acı hikayeleriyle yüzyıllar öncesine uzanan robot tasarlama maceraları birbirine karışıyor. ‘Hatırla’ nasıl ortaya çıktı, ne kadar sürede tamamlandı?
Tam da öyle, bu topraklarda vaktiyle şahane şeyler de yapılmış, vahşetin, kıyımın da en acımasız örneklerine tanık olmuşuz. Bizim hikâyemizin iki kutbu var ve sanıyorum her kuşak bir kez daha durup seçimini yapmak zorunda kalıyor. Her iki seçimi yapanların da yükü giderek ağırlaşıyor elbette. Yüzyılların birikimine ve acılarına sahip çıkabilmek gerek. Sinan’ın bir eserini korumayı beceremedikten sonra kendimize nasıl aydın diyeceğiz? Bu topraklarda yüzyıllar önce insanoğlunun bilinen ilk başarılı robotları yapıldı. Bütün dünya El-Cezerî’nin bu muazzam eserlerini uygulamak peşinde. Büyük üniversitelerin hepsinde bu türden projeler var ama siz hiçbir zaman bu topraklarda bu cinsten bir milliyetçiliğe tanık olamazsınız. Sinan üzerinden, Levni üzerinden sürdürülen bir milliyetçilik yoktur. Çünkü kahramanlık yıkıcı, saldırgan yanlarımız üzerinden tanımlanmıştır. Bu durum sürdüğü sürece de bir garaja girip büyük bir mühendislik eseri ortaya çıkaran gençler beklemeyin. Basit, ucuz, kestirme işler peşindeyiz. Havada yumruğunu sallayarak haykıran adamlar kahraman oluyor, Sinan’ın eserlerinin restorasyonunun dert edinenler vatan haini. Evet, roman bu sıkıntılara dair. ‘Hatırla’ için kesintisiz 19 ay çalıştım ama öncesinde de kaba bir çalışma yapmıştım. Diğer romanlarımdan daha dinamik bağlarla birbirine iletilen olaylar var burada. Doğrusu yoğun bir yazım süreci oldu. Yol boyunca yoğun ve karmaşık bir kurgunun da keyifle okunabilmesini gözettim. Karmaşık durumları anlatan eserlerin kendileri de karmaşaya düşmekten kaçınamaz genelde. Romanın sorunsalı çok karmaşık bir insanlık durumu olmasına rağmen bu karmaşayı keyifli bir okumaya dönüştürmeye gayret ettim. Bu nedenle diğer romanlarımdan biraz daha uzun sürdü. Romanın ana meselesini ilkelleştirmeden basitleştirebilmek zor iş çünkü.
1950’lerde Kars’tan İstanbul’a oradan 8’inci yüzyılda yaşayan Emir Sökmen’in sarayına uzanan bir hikâye kaleme almışsınız. Zamansal ve mekânsal geçişler çok sık.
Zaman ve mekân geçişleri hikâye akışını dinamik kılmak için kullandığım bir teknik. Zor bir hikâye yazdığımın farkındayım, bunu da hazmedilebilir hale getirmek için küçük porsiyonlara bölmek zorunda kaldım. Bunu yaparken çok kafa patlattım doğrusu ama günümüzün dizi izleyicisinin rahat nüfuz edebileceği bir çağırışım hattı oluşturabildiğimi sanıyorum.
Kitabın en dikkat çekici bölümlerden biri 6-7 Eylül olaylarını anlatıldığı satırlar. Türkiye’nin, yıllarca görmezden geldiği bu yara, son yıllarda pek çok metinle ortaya çıkıyor. Siz neden bu yaraya dokunmak istediniz?
6-7 Eylül, toplumu oluşturan grupların birbirine karşı husumet, öfke, güvensizlik hissetmeye başladığı önemli bir dönemeçtir. Tarih boyunca süren bütün husumetler, Osmanlı’nın şiddetli girişimiyle giderilmişti. Gele gele modernizmin sıcak kucağında artık husumete, gerilime ihtiyaç kalmamışken birden bir tuhaflık oldu ve devlet bizzat bölücülük rolünü üstlendi. İfadeyi ağır bulabilirsiniz ama Selanik’te Atatürk’ün evini bombalayanların istihbarat çalışanları olduğu ispatlandığı için bu kadar net konuşabiliriz, derim. Adamların mezarlarındaki ölülerin kemiğini köpeklere atıyorsun. Kim bu? Dün birlikte pikniğe gittiğin komşun. Şimdi o adam nasıl güvenip evinin kapısını aralık bırakıp işine gidecek? Burada yaşama şansı kalır mı o insanların? Bunun sorumlusu tek başına Menderes hükümeti filan da değil. Dürüst olalım. İnsanları günahsız ilan eden hiçbir ideoloji beni sarmıyor. Dinliyormuş gibi yapıyorum, he he, deyip geçiyorum. Sınıfsal durumlarmış da, yok tarihsel bilmem neymiş de. Geçin bunları, komşunun kızına tecavüz ettin sen yahu. Nasıl huzur içinde yaşayacaksın artık? Onlar çekip gidince geriye kalanlar mutlu olabildik mi? İnsanlar gibi toplumların da bilinçdışı var ve oradaki irin bir yerde dışarı akar. Bu da ağır bedeller ödettirir. Adına ilahi adalet mi dersiniz, karma mı dersiniz bilmiyorum ama bir şey biliyorum ki başkalarını incitenlerin de yüzü gülmüyor. O gün yaşadıklarımızın üzerine avuç avuç antidepresan çaktık ama bir işe yaramadı gördüğünüz gibi. Yara açık çünkü. Çok az şey değişti çünkü. Bu topluma acilen şefkat ve hoşgörü gerekiyor. Şefkat vaat eden bir parti çıkarsa militanlığını yapabilirim. Kalkınma, ekonomi filan bekleyebilir. Çok da önemli değil bence. İnsanların birbirinin yarasını sardığı yerde bir öğün az yemeye razıyım. Ben bunun tersi bir durumu tanımladım romanda.
‘Hatırla’da çok özel kadın karakterler var: Suzan, Sibel Abla ve Süsen. Erkek bir yazarın gözünden kadınlar, toplumumuzun alışkın olmadığı şekilde anlatılıyor. Acı çeken fakat yılmayan kadınlar. Böyle güçlü kadın karakterler, romanları nasıl şekillendiriyor?
Bunu daha romanın başlarında Sibel Abla tipiyle, yani Kibele ile açık etmeye çalıştım. Üzerinde yaşadığımız bu topraklarda bir zamanlar kadınların hükmü geçerdi, demiş olduk böylece. Türkiye’de bütün toplumsal süreçler, dolaylı ya da dolaysız olarak kadın üzerinedir. Ya da farkında olalım ya da olmayalım, politik ya da entelektüel aktörler olarak bütün derdimiz kadına bir rol, misyon, kimlik biçmek... Bunun en şematik örneği de, stüdyoda beş altı erkeğin oturup kadın meselesi üzerine ahkâm kesmesi, değil mi? Kadın, kendi kimliğini konuşma hakkından mahrum edilmiş. Bu ülkede kadın olarak varlığını sürdürmenin tek yolu kadınlıktan vazgeçmek. Biliyorum, absürt bir şey söylüyorum ama durum absürt, ben ne yapayım? Romandaki kadınlar güçlü filan değil, yanılıyorsunuz bence. Kadınlar gözünü karartmış. Dışarıdan bakınca ikisini birbirinden ayırmak zordur bazen ama sonuçlarından geriye doğru giderseniz bunu daha iyi görürsünüz. Erkek kumar oynayacağı zaman genelde kariyerini pey sürer, kadınsa her şeyini. Kadın kumara oturacaksa canından el çekmeli. Şimdi Suzan’ı düşünün bir an, silahı alıp yola çıkıyor, değil mi? Yapmasa ne olacak? Ölmeyecek mi zaten? Bu kadın güçlü mü, bence değil, öfkeli ve gözünü karartmış. Belki de dünyanın kurtuluşu böyle gerçekleşecek bir gün.
Hayal, rüya, hikâye, masal, acı... Kısacası insan zihnine dair her şey var romanlarınızda. Bir yanıyla gerçek, bir yanıyla tamamen hayal olabilecek karakterleri nasıl yaratıyorsunuz? Bu kadar ilginç karakterlerin dünyanızda olması, gerçek hayatla bağlantınızı nasıl etkiliyor?
Sıradan insanların sıradan hikâyeleri sizi de sıkmıyor mu? Ama sıradan olmayacaklar diye de uçuk kaçık adamlar tanımlamıyorum. Romanda anlatıyı zora koşacak ya da okura ‘Böyle şey olmaz canım’ dedirtecek hiçbir sivrilik yoktur. Romanın kurgusunun gerektirmeyeceği bir zırtapozluk da yoktur aslında. Bunun haricinde bir hikâyem var ve bunu anlatmak için her şeyi kullanırım, doğru söylüyorsunuz. Masal, hikâye, hatta atladınız, onu da ben söyleyeyim, resim vs. her şeyden yararlanıyorum. Çünkü modern kurmacada, özellikle büyülü gerçeklik gibi, gerçeklik algısının uçlarına yolculuk yapan türlerde en güçlü malzeme inandırıcılıktır. Daha önceki bir söyleşimde bunları duyanların affına sığınarak tekrarlıyorum: Hikâyeniz ne kadar gerçeklikten uzaksa, daha net söyleyelim, ne kadar uçuksa o kadar inandırıcı olmaya çabalamalısınız. Bunun için de her araçtan faydalanıyorum tabii.
İlk kitabınız 2000’de, ilk romanınız ‘Ruh Hastası’ 2004’te edebiyatseverler buluştu. ‘Hatırla’ ise 10’uncu romanınız yani çok üretken bir yazarsınız. Hep şöyle bir algı vardır: “Sürekli kitap yazılır mı?, Sürekli üretim tekrara yol açar.” Bu söylemler için siz ne dersiniz?
Ben yalnızca yazıyorum. Başka hiçbir şey yapmıyorum. Bu yazdığım romanların pek çoğunun ilk kurgusu 15, 20 sene önce yapılmıştı. Tabii o gün yaptığım kurgu üzerinden yürümüyorum ama o tohumlar çimleniyor zamanla. Hayat gailesi diyerek yıllarca zaman bulup o projelerimi gerçekleştiremedim. Belki ‘piyasa dengeleri’ açısından doğru bir şey yapmıyorumdur, açıkçası çok da kafa yormuyorum bu tür şeylere. Sözünüz varsa söyleyin, çok konuşan herkes geveze olmaz. Bazen biri çıkar, üç kelime söyler kulağınızı tırmalar, evet üç kelimeyle geveze olmayı becerir; öteki çıkar saatlerce konuşur, zevkle dinlersiniz. Ben zevkle dinlenen adam olmayı hayal ederek yazıyorum. Anlattıklarıma inancımı kaybetmek istemiyorum doğrusu. Birikmiş çok hikâyem var ve anlatmayı da seviyorum. Umarım iyi insanlara rahatsızlık vermiyorumdur. Kötüler rahatsız oluyorlarsa demek ki doğru gidiyoruz.
Hatırla
İsmail Güzelsoy
Doğan Kitap
360 sayfa / 29 TL