Tarihçi Louis P. Masur on dokuzuncu yüzyıl Amerikan hukuk tarihine katkı sağlayan Rites of Execution (İnfaz Ayinleri) başlıklı kitabında devrim ve bağımsızlıktan iç savaşa uzanan zaman aralığında ülkede ceza ve infaz hukuku sisteminde reform taleplerinin yükseldiğine, bu taleplerin kabul gördüğüne, bir dizi önemli değişiklik yapıldığına dikkat çeker.
Gerçekten İngiltere’de pek çok suçun karşılığı ölüm cezasıydı. Bu hukuk anlayışı Amerikan kolonilerine de aktarılmıştı. Bağımsızlık öncesi kolonilerde de basit bir hırsızlık, mülkiyete karşı suçlar bile ölüm cezasıyla cezalandırılabiliyordu. Reformcuların başlıca gerekçesi bağımsızlık sonrasında kolonyalistlerin koyduğu infaz sisteminin yürürlükte kalmasının devrimin getirdiği cumhuriyetçi idealler ve ilkelerle bağdaşmayacağıydı. Masur’a göre Aydınlanma ideallerini benimsemiş olan entelektüeller, liberal Protestanlar ölüm cezasının kaldırılması talebinde başı çekiyor, ölüm cezasına karşı harekete kuramsal temel oluşturuyor, kuramsal gerekçeler sunuyorlardı.
On üçüncü yüzyılda Thomas Aquinas ölüm cezasını 'hukuka uygun öldürme' olarak nitelemiş, Katolik Kilise’si bu görüşü yüzyıllar boyu savunmuştu. Hıristiyan reformcular Martin Luther ve John Calvin’in de ölüm cezasına herhangi bir itirazları yoktu. Ama Masur’un da belirttiği gibi bazı liberal mezhepler, örneğin Quaker’lar ceza reformu taleplerinde, özellikle idam cezasına muhalefet etmede başı çektiler. Quaker eyaleti olarak bilinen, onların yoğun olarak yaşadıkları Pennsylvania insancıl reform taleplerinin hayli yüksek olduğu bir yerdi. Bu nedenle Masur’un liberal Hıristiyanların reform hareketinde başı çektiklerine dair tezleri doğrudur.
Reformcuların bir kısmı idam cezasının kamuya açık olarak infaz edilmemesini talep ediyor; diğer kısmı daha radikal bir talepte bulunuyor ve ölüm cezasının bütünüyle kaldırılmasını istiyordu. Bu talepler bazı eyaletlerde kabul gördü.1830’lara gelindiğinde artık pek çok yerde idam cezalarının infazındaki törenselliğine son verilmişti, infazlar kamuya kapalı olarak gerçekleştiriliyordu. Bazı eyaletler 1840’ların sonlarından itibaren daha ileri adımlar attılar. Önce 1847’de Michigan ölüm cezasını kaldırdı, onu Rhode Island ve Wisconsin izledi.
Walt Whitman’ın gazetecilik yaptığı yirmili yaşlarında, 1840’larda New York eyaletinde de güçlü bir ceza ve infaz reformu hareketi vardı, ölüm cezasının kaldırılması için yoğun kampanya yürütülüyordu. Demokrat Parti’nin yerel organı niteliğindeki Brooklyn Daily Eagle gazetesinin hem editörlüğünü yürüten hem adliye muhabirliğini yapan genç Whitman editöryal yazılarında idam cezasının kaldırılmasını talep ediyor; bunun yanısıra izlediği duruşmalarda verilen idam cezalarını eleştiriyordu. Aslında idam cezasına itirazlarını ilk kez on dokuz yaşında üyesi olduğu bir tartışma topluluğunda dile getirmişti. Gazeteciliğe başladığında da bu düşüncelerini savunmayı sürdürdü. "İdam Cezası ve Toplumsal Sorumluluk" başlığını taşıyan ilk yazılarından birinde 'demokratik cumhuriyetçi bir yönetimde bütün insanların insanlık dışı kanunların yürürlükte olmasından sorumlu' sayılacaklarını belirtiyor, herkese idam cezasına karşı kampanyaya destek vermeye çağırıyordu.
Ölüm cezasına karşı yürütülen kampanyada on sekizinci yüzyılda başlamış, 1776’da Bağımsızlık Bildirgesini’nin imzacıları arasında bulunan Philadelphialı doktor Benjamin Rush bu konuda başı çekmiş, yazdığı bir kitapçıkla idam cezasına karşı hareketi başlatmıştı. Rush’a göre ölüm cezası Avrupalı monarşilerin hukuk ceza ve infaz düzenine aitti; Amerika’da yeni inşa edilen cumhuriyet bunu benimseyemezdi. Ancak şunu belirtmek gerekiyor: Cumhuriyet idealleri ile ölüm cezasının uyuşmadığı tezi hayli tartışmalıdır. Fransa’da cumhuriyetin giyotinin gölgesinde inşa edildiği hatırlanacak olursa Rush’ın tezi pek yerinde görünmüyor. O aydınlanmacıydı; bu nedenle ölüm cezasına aynı zamanda pozitivist bir temelde karşı çıkıyor, bilimsel gerekçelere dayanıyordu. Ölüm cezasının caydırıcı olmadığını, tam aksine suçları arttırdığını, daha da zalimleştirdiğini, bu koşullarda hukuk düzeninde yer vermenin rasyonel olmadığını ileri sürüyordu.
Walt Whitman’ın ölüm cezasına karşı gerekçeleri farklıydı. Öncelikle belirtilmesi gereken şu: (Richard Rorty her ne kadar bunun aksini söylese de) Whitman dindar bir şairdi. İdam cezasına karşı ilk yazısından itibaren itiraz ve gerekçelerinde dinsel bir ton mevcuttu, soruna hep dinsel bir zeminde yaklaştı. Pozitif hukuktan üstün tuttuğu, insan doğasını esas alan bir doğal hukuk anlayışına sahipti. “Adalet kanunlarda değil, insan ruhundadır” diyordu. Dinsel bir çerçevede, insanın ıslah olma ve kötülükten uzak durma konusunda potansiyele sahip olduğuna inanıyordu. Aksakallı bilge şaire göre birey iyi ve kötü arasındaki seçimde sonuçta iyiyi seçecek olan ahlaklı bir özneydi. Önceden kötüyü seçmiş, kötülük yapmış olsa da ıslah olabilirdi. Oysa ölüm cezası suçluya pişmanlık duyma, ıslah olma şansı tanımıyordu.
Tanrı kardeşini öldüren Kabil’in yaşamasına izin vermişti, yani ona nadim olma şansı tanımıştı. "Kardeşin nerede?" diye sorduğunda Tanrı onu sınamak istemişti; Habil’i kırlarda gezinirken öldürdüğünü elbette biliyordu. Kabil ya pişmanlık duyacak, bağışlanacak ya da işlediği suçun ağır yüküyle yaşayacak, suçluluğun damgasını taşıyacaktı. Dışlanacak, gittiği her yerden kovulacaktı.
Gazetelerdeki yazılarında ceza hukukunda reform talep eden, idam cezasının kaldırılmasını için kampanya yürüten Walt Whitman’ı Çimen Yaprakları’ndaki şiirlerinde demokrasi çoğulculuk ve eşitlik vaaz eden, insana güven duyan ve onu yücelten şairi birbirinden ayrı düşünemeyiz. İlk baskısı 1855’de yayımlanan Çimen Yaprakları’nda demokrasi konusundaki düşünceleri olgunlaşmış, vizyonu genişlemişti. Bu şiirler toplamı demokrasi kültürüne katkı sağlamış bir kitaptır. Anayasal demokrasi, demokrasi ve birey ilişkileri konusunda çalışmalarıyla tanınan George Kateb çok yerinde olarak "Demokrasinin büyük filozofu" diyor Whitman için.
O ne doğuştan ne sonradan edinilen hiçbir ayrıcalığa sahip olmayan sıradan insanların şairiydi. Plebyen demokrattı. Bireyi yüceltiyordu, ama onu topluma, diğer insanlara bağlıyordu. Bireye demokratik toplumun öznesi niteliğini kazandıran bu bağdı. Whitman böylelikle birarada yaşamanın, dayanışmanın demokrasi açısından önemini vurguluyordu: “Tek insanın şarkısını söylüyorum, herkesten ayrı, basit bir insan /Gene de Demokratik kelimesini, yığınlar kelimesini kullanıyorum” dizeleri bu vurgunun açık bir örneğidir. Onun 'açık yol'da yürümeye davet ettiği birey başkalarıyla birlikte el ele vererek iyi bir hayat kurmaya çalışan ahlaki öze sahip öznedir.
Çimen Yaprakları on dokuzuncu yüzyıl sonunda ve yirminci yüzyıl başlarında İngiltere’de Marksist olmayan sosyalistleri, ütopyacıları etkiledi; bu şiirler sosyalist çizgideki gazete ve dergilerde bolca alıntılandı. 1930’larda ABD’lerinde Yeni Anlaşma politikalarını destekleyen reformcular, 1960’larda savaş karşıtı aktivistler Whitman’ın şiirlerinde esin buldular.
1871’de yayımlanan Demokratik Manzaralar, Whitman’ın iç savaşın ertesinde, 1860’larda kaleme aldığı üç politik denemeden oluşuyordu. Esasında on dokuzuncu yüzyılda örneklerine çok rastlanan politik risale niteliğindeydi. Whitman yurttaşlar arasında eşitliği, dayanışmayı, kültürel çoğulculuğu ele alıyor, demokrasi kültürü açısından bunların önemini vurguluyordu. Bir kez daha demokrasinin erdemlerini övüyordu. Ancak iç savaş sonrasında Amerika’nın bu erdemlere yeterince sahip çıkamamış olmasından dolayı da yakınıyordu.
Seksen küsur sayfalık bu kitapçıkta yer alan denemelerinde Çimen Yaprakları’ndaki iyimserliği, bireye duyduğu güven bir ölçüde kaybolmuştu. Neden öyle olmuştu ? Aradan geçen kısa sürede değişen neydi? İç savaş sonrası Amerika’nın seçtiği yeni yön onu düş kırıklığına uğratmıştı. Yaldızlı Çağ (Gilded Age) olarak bilinen ve 1860’lardan 1900’lere kadar uzanan bu dönemde ekonomik patlama yaşanmış, hızlı bir sanayileşme gerçekleşmiş, ülkenin her yanında demiryolları inşa edilmişti. Ancak sonuçta zenginlik belirli ellerde toplanmış, yoksulluk büyümüş, yoğunlaşmıştı. Açgözlülüğün, sömürü ve bencilliğin çağıydı bu. Whitman bu dönemin ahlaki çöküntü yarattığını düşünüyor, Amerikalıların 'yüreği boş insanlar' haline geldiklerini söylüyordu.