1- SİYASET VE HUKUKUN DOĞASI
Siyaset, yeryüzünde dil/kavim/ırk, din-ideoloji, ekonomi-çıkar veya ahlaki saiklerden biri veya birkaçı ile oluşmuş bir toplumun kendini diğer toplumlardan ayırması, koruması ve kendini sürdürmesi (güvenlik) çabasıdır. Bu çaba, doğası gereği ahlaki olabileceği gibi; ahlaksız da olabilir. Meşru siyaset ve meşru iktidar örgütleyici, organize ve idare edicidir. Meşru olmayan ise yıkıcı, yok edici, zulmedici, zorlayıcı şiddettir. İnsanlık tarihi, bunun hikayesidir.
a)- Hukuk, bir toplumun, kendi iç düzenini, işleyişini adalet idesine ve eşitlik ilkesine göre herkesi bağlayacak şekilde kurallara bağlaması ve bunu devlet erki ile gerçekleştirecek kurumlar oluşturmasıdır. Adalet, insanların bedensel, zihinsel ve ruhsal potansiyellerini, imkânlarını açığa çıkarmak ve aktüelleştirmek için, onlara sağlanan fırsat eşitliğidir. Bunu sağlamayan düzen ve iktidar, zalimdir. Hukuk, hakkaniyete ve uzlaşmaya/konsensüse/icmaya dayanması gerektiğinden dolayı; pür pozitif bir kavramdır. Herkesin sığınabileceği bir melcedir. Hukuk söz verme, söz tutma ve “sözleşme” yapmak ve buna uymaktır. Haksızlığa, zora-zorbalığa dayanan; konsensüs/icma içermeyen kanunlar/yasalar, “Hukuk=Adalet” niteliği kazanamaz. “Kanun/Yasa Koyucu” nun ahlakî ve ilmî itibara veya konsensusa dayanan bir meşruiyeti/otoritesi vardır. Salt “Güç” ten bu otorite ve meşruiyet çıkamaz. Adalet ve onu icraya yetkili şiddet uygulama(devlet), hukukun özüdür. Siyaset ve Hukuk, doğaları gereği, dinamik olsalar da; Hukuk, daha müstakar/durgun, yavaş değişir iken; siyaset, daha hareketli ve dinamiktir. Hukuk, salt Rahmanidir; “Hakk”, Rahman’ın diğer sıfatıdır. Hukuk oluşturmak ve ona itibar etmek, Rahmanî bir tavırdır(Ribbiyyun-3/146, Rabbaniyyun-3/79).
b)- Siyaset, Rahmani olabileceği gibi; şeytani de olabilir. Rahmani siyaset, özü itibari ile adalet, insaf, hakkaniyet ve merhamete dayanır. Bu bağlamda siyaset iktisadi içgüdünün, ekonominin, sermayenin ve salt güç istencinin diktatörlüğüne karşı madunların, mustazafların, mazlumların, ezilenlerin, yoksulların, yoksunların adalet ve özgürlük arayışı olarak ahlaktır. Kur’an’da “Tağutluk” Firavun’ların, Karun’ların, Haman’ların, iş-birliği içinde siyaseti zorbalık, güç istenci, tahakküm, zulüm, fesat, saldırı, talan, hile… olarak icra etmeleridir. Kur’an, bu tarz siyaseti reddederek; siyaseti, pratik ahlak olarak vazeder. “Dost-Düşman” veya “Biz-Öteki” ayrımının en temel ve meşru kriteri, adalet ve zulümdür. “Emanet”leri (kamusal işleri), ehline verme işidir (4/58). Meşru olan siyasal fail, toplumu oluşturan herkes (şura) veya onun onay verdikleridir (42/38). Allah, 610-632 arasında gerçekleşen İslam’ın doğuşu esnasında, müşriklerin oluşturmuş olduğu “sürekli düşmanlık” ve “sürekli savaş” ortamlarında “Rahman” ve siyasal bir “fail” olarak müminlere eşlik etmiş; onları yönlendirmiş ve onlara yardım etmiştir.
2- TÜRKİYE'DE SİYASET VE HUKUK
Burada yapacağım siyasi ve hukuki tasviri, Türkiye Cumhuriyeti, kurulurken ve kurulduktan sonraki dönemde Dünya siyasetinin ve güç odaklarının, Türkiye üzerine olan etkilerinden bağımsız olarak değerlendirmek, yanlış olacaktır. Türk Toplumu veya Türkiye devleti, Kurtuluş savaşının önderlerinden bir grubun, diğerlerini tasfiye ederek “Devrim” yaparak kurdukları bir yapı/gövdedir. Kurucu irade, Tek-adam (M. Kemal) ve Tek parti (CHP)dir. Bu yapıyı, “Çağın Ruhu (Zeit-Geist)”na göre kurmuşlardır. Bu olgu, siyasal bir tasarruftur ve birinci cümlede söylediklerimizden ve Osmanlı imparatorluğunun çöküşünden bağımsız olarak anlaşılamaz. Olgunun kendisi, anlaşılabilir bir hadisedir; ideal siyaset ve ideal hukuk açısından doğruluğu-yanlışlığı, ayrı bir tartışma konusudur. Hukuk da, bu irade tarafından oluşturulmuştur. Muhafazakâr halk yığınları, bu siyasal-hukuki tasarrufa genellikle pasif direniş göstermişlerdir. 1950’den sonra Demokrasiye geçilmiştir. Siyasi fail, halk olmuştur (DP). Zorla yapılan bazı “kanun” ları, “Hukuki” leştirmeye çalışmıştır. 1960’da Tek-Adam ve Tek Partinin “mirasçısı/ehl-i beyti” olarak kendini gören askeri bürokrasi, “Darbe” yaparak, meşru siyasal otoriteyi devirmiştir. Daha sonra, kendi güdümlerinde bir Anayasa (Hukuk) yaparak, tekrar demokrasiye geçilmiştir. Seçimlerle halk, tekrar siyasal iktidarı devralmıştır (AP). Bu tarihten itibaren siyaset, (Askeri) vesayet altında işlemiştir. Politik gidişattan memnun olmayan askeri vesayet, 1980’de tekrar bir “Darbe” daha yapmış ve bir müddet sonra demokrasiye tekrar geri dönülmüştür. Hukuk da bu darbeci irade tarafından dizayn edilmiştir. 1997’de tekrar bir “Post-modern Darbe” yapılmıştır (28-Şubat Süreci). Bu süreç de İki binlerin başına kadar sürmüştür.
İki binlerin başında Ak Partinin iktidara geliş ile birlikte demokratikleşme doğrultusunda gelişmeler oldu. Ak Parti, “The Cemaat” ile işbirliği ederek askeri vesayeti geriletti. Siyaset, siyasi “kumpas”lar ile (vesayetten) özgürleşti. Daha sonra da Cemaat, “illegal” olarak meşru hükümeti devirmeye kalkıştı (15-Temmuz). 2018’de referandumla “Başkanlık Sistemi” ne geçildi. Zamanla TBMM’nin yetkileri, Başkan’a devredilerek önce tedrici olarak “Parti Devleti” ne; oradan da “Tek-Adam” lık yönetimine evrildi. Siyaset, güçlenirken; hukuk ve hukuki kurumlar, giderek zayıfladı. Hukukun, siyasetin kontrolüne girmesi, adalet idesinin/ülküsünün, güç istenci tarafından boğulmasıdır.
Bunun genetik sebebi, tarihe dayanır. Müslüman toplumlar (imparatorluklar), Hukuku “kanun” ve “fetva”lar ile yapmışlardır. Kanunu, Padişah (“Kanuni”); Fetvayı kadı, şeyhülislam ve müftiler verirdi. Vicdanın aktif ve diri olduğu toplumlarda tikel durumları ahlaki hükme bağlama anlamında bu yol, adaleti gerçekleştirmeye daha yakın olabilir. Ancak, vicdanın dumura uğradığı durumlarda, bu tutum, “Kitabına uydurma”, “Hile-i Şeriyye” ve “Minareyi çalıp, kılıfına uydurma” şekillerinde mafyalaşmayı doğurur.
3- TÜRKİYE'DE SİYASETİN DOĞASI
İdeal anlamda siyaset, hukuki-kurumsal bir yapıya kavuşturulmuş devletin, Anayasal çerçevede işletilmesidir. Siyaset yapmanın saiklerine gelince, ideal olan, ahlaki bir sorumluluk ile kamuya hizmettir: “Honorial Duty” veya “Halka Hizmet, Hakka Hizmettir.” İkinci saik şan, şöhret, itibar, makam-mevki sahibi olma dürtüsüdür. Bu da, anlaşılabilir bir şeydir. Üçüncü saik güç istenci, tahakküm tutkusu, zorbalık ve şiddet içgüdüsüdür. Bu, tağutluktur, mafyalaşmadır, tehlikelidir, ahlaksızlıktır. Dördüncüsü, herhangi bir mesleği ve kariyeri olmayan, fırsatçı, muhteris, kurnaz, hilebaz insanların güç ve zenginlik, mal-mülk edinme çabasıdır. Siyaseti, bunun aracı olarak görürler.
Bizim gibi “Devrim” yapmış ülke ve toplumlarda bir diğer saik, “Toplum Mühendisliği” dir. Kitlelerin kimliğini devleti kullanarak zorla değiştirme-şekillendirme tutkusu. Oysa bizim gibi, imparatorluk bakiyesi toplum ve devlette siyaset, Toplum mühendisliği değil; Halıcılık ve Kuyumculuk gibi ince işçilik ve nezaket gerektiren bir sanat ve çaba olmak zorundadır. Modern Ulus-devlet aygıtı, egemenlerin (Burjuva sınıfı) kontrolünde “Kimlik Teknolojileri” geliştirerek (okul, hapishane, kışla, medya…) “Makbul Vatandaş” oluşturmaktadır. Oysa özgür toplumlarda Kimlik, uzun süreli, sivil-kültürel kurumlaşmalar ve etkileşmeler ile diyalektik olarak, kendiliğinden oluşur. Doğru ve ahlaki olan da budur.
Türkiye’de siyaset yapanların kahir ekseriyeti, ya toplum mühendisliğine soyunmakta veya mesleği-kariyeri olmayanların “meslek” edindikleri bir uğraştır. Meclisten çıkardıkları “kanun” ile iki yıl milletvekilliği yapmış birisi, emekli olup, en yüksek dereceli memur emeklilerinin aldığı maaş kadar kazanç elde ediyorlar. Asgari ücretli bir memurun en az beş-on katı gelir elde ediyorlar. Kamu imkânlarından/kurumlarından yok pahasına hizmet alıyorlar. Nalıncı keseri gibi, çoğunlukla kendilerine yontuyorlar: “Rabbena, hep bana”. Özel sektör ile devlet arasında “aracı-ortak” olarak gayri hukuki “iş” halledip, avantadan para kazanıyorlar. Bazıları kamudan hep çalıyorlar; bazıları da “çalıyorlar; ama çalışıyorlar” da. Devlet’in mülkiyeti ve yetkisinin “büyük” lüğü oranında, siyasetin gücü ve itibarı da, alabildiğine artmış oluyor.
Türkiye’de en itibarlı kişi düşünür, sanatçı, bilim insanı değil; bakan, milletvekilidir. Batı, bunun tehlikelerini bilfiil yaşadığı için 'Kuvvetler Ayrılığı' ilkesini geliştirmiştir. Oysa bir toplumun ve devletin hukukileşmesi, medenilik alameti iken; siyasetin gücü ve öneminin artması, şeytanlık-tağutluk alameti olabilmektedir. “Gece Bekçisi” devlet (Güvenlik), en ideal olanıdır. Toplum, rüştüne erdiği oranda devletin ve siyasetin gücü-cesameti azalır; sorunları, vicdan, hukuk ve kurumlar halleder. Bazı muhafazakârların siyaseti “Daru’l-harp-Hile ve Takiyye” bağlamında algılamaları, ülkemiz için ayrı bir talihsizlik ve tehlikedir. 1950’lerde ülkenin ekonomik durumunu göz önünde tutarak milletvekili maaşını almayan Ankara mebusu olduğu gibi; bugünlerde akraba-i taallukatını devlet imkânlarından nemalandırmayı, Kur’an’ın “akrabalarınızı gözetin” tavsiyesine bağlayabilen muhafazakâr milletvekiline de de şahit olduk. Türkiye’de “Parti”, politik-ideolojik bir ”örgütlenme” aparatı olmaktan çok; bir karizmanın etrafında kümelenmiş “Tarikat-Cemaat” veya “Anonim Şirket” halindedir. Partililer ise, “mürit” daha doğrusu “ortak” ve “nemalanan”lardır.