Tunus, 14 Ocak 2011’de diktatör Zeynel Abidin Bin Ali’nin yıllarca seküler fetişizme varacak sahnelerle yönettiği ülkesini terk edip Suudi Arabistan’a sığınmasıyla tarihinde “yeni bir bahar” imkânı yakalarken, bölgedeki değişim için de ilk domino taşının devrilmesini sağlamıştı. Ne var ki Bin Ali’nin iki yıl önce hayatını kaybettiği Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin 2013’ten itibaren bölgeye ihraç ettiği Arap Sonbaharı nihayet Tunus’a da tam anlamıyla ulaştı. 25 Temmuz günü Tunus’ta yaşanan darbe, 17 Aralık 2010’da başlayan Arap dünyasında değişim teşebbüsü sürecinin hitama erdiği tarih olarak kayda geçti.
Bu durum Tunus’un modern dönemdeki ilk hayal kırıklığı değil elbette. Arap dünyasındaki ilk anayasayı 1861’de hazırladığından beri Tunus’un “Tanzimat hikayesi” devam ediyor. Fransız himayesi ve sömürgesinden “çıkıp” cumhuriyetin ilan edildiği 1956’dan bugüne, son darbeyi gerçekleştiren Kays Said kurtarıcı figürü Tunus siyasal muhayyilesinin yabancı olduğu bir karakter değil. Habib Burgiba ile geç “Kemalizmini” ilan eden, Bin Ali ile “28 Şubat toplum mühendisliğinin” zirvelerini zorlayan modern Tunus; kurulurken Osmanlı “Beylik” düzenini ilga etse de Türk modernleşmesinden yakinen bildiğimiz hastalıkların çoğuna yakalandı. Milliyetçilikten sosyalizme, fanatik laikçilikten demir yumruk yönetimlerine savrulan Tunus, yarım yüzyıl sonra 2011’de ilk kez sahici bir demokrasi ihtimaliyle karşılaştı. 25 Temmuz’da bu ihtimal demokrasi için asgari şart olan seçimlerin meşruiyeti düzeyinde anlamsızlaşarak Tunus’u Mısır gibi diktatörlükler blokuna biraz daha yaklaştırdı.
Siyasal donma içerisindeki Cezayir’le iç savaşla boğuşan Libya arasına sıkışmış, tek jeopolitik çıkış noktası olan Akdeniz’de ise bütün bölgede darbe yönetimleriyle aynı siyasal dalga boyunda hareket eden kadim sorunu Fransa’yı karşısında bulan Tunus’u, zor günlerin beklediğini şimdiden söylemek mümkün. Tunus; ne jeopolitik ağırlığı ile ne ekonomi-politik gelişmişlik düzeyi ile ne de siyasal tarihiyle dikkat çekecek bir ülke değil. Modern bir devlet olma sancılarının yanında ekonomik, siyasal ve toplumsal sorunlarına cevap verecek bir demokratikleşme tarihi de bulunmuyor. Aksine Türkiye’ye benzer bir şekilde çoğu kez 20. yüzyılına ait yaralarıyla bazen 19. yüzyılın bakiyesi sorunlarla boğuşan bir ülke. Tunus’u modern dönemde anlamlı ve bilinir kılan en önemli gelişme 2011 devrimiydi. Tunus bir yönüyle bu devrimi tamamen kaybederse küresel ve bölgesel jeopolitikteki mütevazi yerini de kaybetmiş olacak. Darbeyi yapan Kays Said’in ve müdahaleye destek veren ülkedeki statüko taraftarlarının bu durumun farkında olduğunu söylemek zor. Ancak darbenin gerçekleşmesinde rolü olan Körfez-Mısır ekseninin “kulüplerine dahil olmuş Tunus’un” ne anlama geldiğini bildiklerinde şüphe yok.
DARBENİN AYAK SESLERİ
Cumhurbaşkanı Kays Said Tunus siyaset sahnesine ilk kez iki yıl önce seçimlerin ikinci turunda mutabakat adayı olarak girmiş anayasa hukukçusu bir isim. İlk turunda yüzde 20 oy bile alamadığı seçimini ilginç bir özgüven patlamasıyla “yeni bir devrim” olarak niteleyen Said’in, parlamentoyu askıya alma ve hükümeti devirme kararı, bir yönden “beklenmedik” bir gelişme olsa da göreve geldiği günden itibaren meclisle ve Tunus hükümet sistemiyle barışık olmadı.
İronik bir şekilde mayıs ayında ‘devletleri tehdit eden tehlikelerin, gruplar ya da onların arkasına saklananlar tarafından yapılan terör eylemleri olmadığını’ vurgulayan Said şu cümleleri kurmuştu:
"[Devletleri tehdit eden] Anayasal ya da bir hukuk metnine yapılan yorumlar üzerinden devletin vurulmaya çalışılmasıdır ve gerçek tehlike devletin içeriden bölünmesidir. Kimse kanunun üstünde değildir. Kanunu aşan herkes kanun, halk ve tarih tarafından cezalandırılacaktır. Tunus Devleti bütün bölünmelerden himaye edilmelidir. Silahlı kuvvetler ya da emniyete bağlı güvenlik güçlerinin tamamı, Silahlı Kuvvetler Başkomutanı olan Cumhurbaşkanının komutası altındadır."
Kays Said’in bu açıklamaları yaptığı günlerde medyaya sızan ‘çok gizli damgalı’ belgelere göre darbe hazırlıkları çoktan başlamıştı. Said’in etrafındaki bir grup “anayasal diktatörlük” için kolları sıvamış, bütün yetkileri Cumhurbaşkanında toplayacak bir müdahalenin aşama aşama planlarını 13 Mayıs’ta hazırlamıştı. Tunus benzer darbe hazırlığını ilk kez tecrübe de etmiyor. Körfez-Mısır ekseni, son 4 yıldır Kahire’nin yaşadığı benzer bir süreç için fırsat kollamaktan geri durmadılar. Trump döneminde inşa ettikleri jeopolitik ekseni bozan, demokratik umutları çok zayıf da olsa canlı tutan Tunus istisnasını ortadan kaldırmak istiyorlardı. 2018’de Tunus İçişleri Bakanı Lütfi İbrahim’in Birleşik Arap Emirlikleri’nin (BAE) desteğiyle bir darbe girişime hazırlandığı ortaya çıkmıştı. Görevden alınan İbrahim ve BAE’nin oluşturmaya çalıştığı istikrarsızlık o dönem Nahda ve Nida Tunus partilerinin ittifaklarını korumayı başarmasıyla atlatılmıştı. Benzer bir girişime dair spekülasyonlar geçen sene de gündeme gelmiş, hükümet karşıtı gösterilerin başlamasının ardından Bin Ali rejimine destekleriyle de bilinen BAE destekli aktörlerin başarısız hevesleri olarak kalmıştı. Dolayısıyla 25 Temmuz’da gerçekleşen darbe bir yandan son dört yıllık darbe hazırlık ve girişimler sürecinin sonuncusu olarak da okunabilir.
Said’i darbeye götüren süreç seçildikten sonra Meclis’le yaşadığı iktidar paylaşımı ve görev karmaşası oldu. Bu karmaşanın gizemli bir tarafı bulunmuyor. Fransız etkisi altındaki Tunus’un siyasal ve hukuki aklı, 2014 anayasasında da kriz üretmesi mukadder olan tarifi zor bir hükümet sistemini kabul etti. Bir yönüyle yarı-başkanlık diğer yönüyle parlamenter sistem görünümündeki bu yapı, bir siyasi kariyerden/partiden gelmeyen ilk teknokrat isimle beklendiği üzere ilk krizlerini de üretti. Aynı anda hem Cumhurbaşkanının hem de parlamentonun seçimle oluştuğu, her iki organın da etkin yürütme ve yasama yetkilerinin olduğu, Cumhurbaşkanının meclisi fesih yetkisine sahip olduğu bir hükümet sistemi 25 Temmuz’a giden yolların taşlarını 2019 sonrası Said’le döşemeye başladı. Halbuki cumhurbaşkanlığına siyaset sahnesinden bir isim gelse Anayasanın bütün sorunlu tabiatına rağmen (Münsif Merzuki 2011-14 ve Baci Kaid es-Sibsi 2014-19) sistem büyük bir kriz çıkmadan yürütülebilirdi.
Said, bir anayasa hukukçusu olarak, Burgibaizmin en belirgin karakteri olan kurtarıcı, kalkınmacı ve kamu düzeni tesisi misyonunu kendisine atfeden bir isim. Kendisini ‘kötü yöneten yolsuz, liyakatsiz ve kanun nedir bilmeyen siyasetçilere’ karşı bir kahraman olarak kodlayan bu muhayyile, büyük ölçüde Tunus’u bir mahkeme salonu kendisini de hâkim olarak gören bir karakter. Bu tasviri hak eden birçok açıklaması, uygulaması ve girişimi ile Said, 25 Temmuz’u demokratik işleyişe bir darbe olarak da algılamıyor. 2019 seçimlerinin ilk turunda yüzde 18 oy alabilen, ikinci turda mecburi ittifaklarla yüzde 70’in üzerine tırmanarak seçimi kazanan Said, bütün bu siyasal denklemi ve mekanizmayı yok sayarcasına kendisini “bağımsız ve müesses nizam karşıtı” bir isim olarak takdim etti. Oldukça ütopik teorilerini, demir yumruk kamu düzeni ve kanun devleti etrafında şekillendiren Said’in, Türkiye’de askeri darbelere meşruiyet sağlamak için askerlerin darbe yapmalarını mümkün kılan tanklarını unutup yaptıklarını iç hizmet kanunları ile izah etmesini andıran bir şekilde anayasanın 80. maddesine göre meclisi feshetmesi beklenen değilse de şaşılacak bir durum değildi.
TUNUS’UN KEMALİST DÖNGÜSÜ
Said’in siyasal ve toplumsal dünyası, benzeri teknokrat hukukçular gibi, siyasal bağlamdan bağımsız bir şekilde istikrar, kamu düzeni ve kanunları kusursuz uygulamaktan ibaret. Tunus’un kangren haline gelmiş asırlık yapısal ekonomik, siyasal, toplumsal ve demokratik sorunlarının otokrat ve dürüst bir ‘talimat ve ceza düzeninde’ çözülebileceğine inanıyor. 25 Temmuz günü sorunların çözümünde kendisine ayak bağı olduğunu düşündüğü unsurları saf dışı etmesiyle sorunlarla baş başa kalmış oldu. Sokaklarda Said’in popülist çıkışlarına ve müdahalesine destek verenlerin, 25 Temmuz öncesine göre şikayetlerine çözüm getirecek kapasite genişlemedi, aksine daraldı. Bu, artık kısır döngüye dönüşmüş olan kriz sarmalına, Tunus’un 1956’dan verdiği cevapların tekrarından ibaret ve bir ismi de var: Burgibaizm.
Türkiye’nin post-Kemalizm sürecine geçemeyip her defasında aynı siyasal kısır döngüye düşmesi gibi, Tunus da benzer bir tıkanma yaşıyor. Bu tarihsel krize odaklanmak yerine Nahda merkezli Tunus okumaları ile yapısal sorunları görülmez kılmak, İslamcılık tartışmalarına odaklanmak pazarlanabilir ama bu sığ bakış sadece kısa raf ömrü olan konjonktürel sonuçlara yol açıyor. Batılı liberal entelektüel hegemonyadan ruhsatlandırılmanın konforu içerisinde Tunus’a baktığında sadece İslamcılık veya Nahda başlığı gören yaklaşımların mezkûr kısır döngünün parçası olduklarını hatırlatmak gerekiyor. Kaldı ki Mısır’da ve Tunus’ta yakalanan demokrasi momentleri ve imkanları İslamcı partilerin başarısızlıklarından çok “seküler, milliyetçi veya liberal” olarak anılan aktörlerin aleni ve proaktif anti-demokratik tutumlarından dolayı heba oldu. Son tahlilde 2011’le ilk kez adil olmasa da meşru bir siyasal yarışa giren İslamcı hareketler yönetmeye hazır değillerdi. Ancak seküler-liberal-milliyetçi partiler daha büyük bir krizin içerisindeydiler, asgari düzeyde demokrasiye bile hazır değillerdi. Bu unsurlar İslamcıfobizme savruldukça demokrasi ihtimali ortadan kalktı, İslamcıların da demokrasi ufku daraldı ve eski rejim yeniden dirildi.
Mısır örneğinde Mübarek sonrası Mübarekizmi ayakta tutmaya çalışan ve milliyetçi-seküler-liberaller ve selefiler gibi eski rejimin aktörlerinin oluşturduğu eksene Mısırlılar “fulul” ismini takmışlardı. “Rejim artığı” anlamında kullanılan bu kavram, darbe öncesinde ve sonrasında birçok ismin ve hareketin oynadığı rolle teyit edilmiş oldu. Mübarek’in devrilmesi sonrası “fulul” kategorisine giren isimler ve aktörler aslında o kadar da rahat bir şekilde sahnede kendilerine yer bulamamışlardı. Ömer Süleyman’ın girişimleri geri püskürtülmüş, Mübarek’in son başbakanı Ahmed Şefik girdiği seçimlerde Mursi’ye yenilmişti. Ancak küresel ve bölgesel güçlerin desteğinden emin oldukları anda milliyetçi ve seküler aktörler sahneye çıkmışlardı. Bu aktörlerin başlattığı dalgaya o dönem “Fululliberalizm” ismi takılmıştı. Benzer durum Tunus’ta çok daha güçlü bir şekilde varlığını sürdürdü. Gerçek bir demokrasiye geçişin önündeki en büyük engel bizatihi bu aktörler oldular. Tunus’ta ana eksenini oldukça primitif bir Fransız laikliğinin oluşturduğu, fanatik bir İslamofobizm eşliğinde, eski rejimin aktörlerinin olmadığı ancak düzeninin muhafaza edildiği bir Tunus tahayyülü bulunuyor.
Bu yaklaşım; ne Tunus’un derin yapısal ekonomik sorunlarını ne krizden başka bir şey üretmeyen hükümet sistemini ne de toplumsal barışı mütemadiyen tehdit eden sınıfsal imtiyazları görmek istemiyor. Said’in gerçekleştirdiği darbe ile “Siyasal İslam”a son vermenin derin sevinci içerisinde bir kez daha demokrasiyi unutan Nobel ödüllü sendikadan ömrünü hümanizm ve insan hakları “mücadelesiyle geçirdiğini” düşünen entelektüellere, ekonominin kalbi turizm sektöründe çalışanlardan en yüksek oyu alan Nahda’yı anlamak yerine onu ülkenin en büyük tehdidi gören turizmci iş adamlarına varıncaya kadar “fululliberal” ekseni revaçta bugün. Bu eksen dilinden demokrasiyi düşürmüyor. Ancak bazı hijyen kuralları var. Zamanında yüzde 40’a yakın oy almayı başarmış, son seçimde de en önde gelen toplumsal kesimin siyasal taleplerini yersiz bulup karşı çıkmıyor sadece. Daha da ileri giderek Tunus demokrasisine bu kitlenin hiçbir şekilde bulaşmamasını istiyor.
Tunus demokrasisinin en büyük krizi olarak Burgiba döneminde başlayıp Bin Ali ile zirvesine çıkan otoriter yönetim gösterilse de askeri/polis-vesayet rejiminin yoksunluğunu dolduran önemli aktörler hep siviller oldu. Bu aktörlerin başında da sendikalar geliyor. Oldukça anakronik, ciddi şekilde Fransız solunun etkisi altında şekillenmiş, kendisini güncellemekte zorlanan, 1956’da bağımsızlık sonrasında hükümetlerde bakan koltuklarına bile sahip olan, yıllar içerisinde de facto imtiyazlı bir güce dönüşen sendikalar; 2011 devrimine verdikleri destekten dolayı Nobel Barış Ödülü bile aldılar. Sendikalar açısından, en azından görünür liderlerinin, 2011’de kanlı-bıçaklı oldukları Bin Ali’den kurtulma mücadelesine destek vermelerinden daha doğal bir durum olamazdı. Ancak bu mücadele kendilerinin de bir vesayet odağı olduğu gerçeğini değiştirmiyor.
Özellikle 2011 devriminin gerçekleşmesine sebep olan, son on yıldır da Tunus’u bir kriz sarmalında tutan 20. yüzyıla saplanıp kalmış ekonomi politikalarının dönüşmesini engelleyen sendikalar, Tunus demokrasisinin yeşermesinin önündeki en somut engellerden birisi konumunda. Fiilen en etkili güç konumunda olan sendikalar, bir siyasi partinin yaşamak zorunda olduğu hiçbir zahmete katlanmadan Tunus ekonomi-politiğinin üzerinde ağır bir vesayet kurumuna dönüşmüş durumdalar. Sendikaların baskısı ve ekonomi politikalarındaki genel yönsüzlükle Tunus’un 4 milyonluk istihdamının bir milyona yakını kamuda çalışıyor. Kamu maaş harcamaları GSH’nın yüzde14’üne ulaşarak dünya rekorunu elinde tutuyor.
40 bin dolar ve üzeri kişi başına gelirin olduğu Avrupa ülkelerindeki sol entelektüellerin ve medyanın, 3 bin dolar geliri zor bulan Tunus’ta yaptıkları nostaljik sendika güzellemeleri durumu değiştirmemektedir. Gerek ekonomi politikaları gerekse de demokratikleşme perspektifi açısından Tunus sendikaları çözümün parçası olamamaktadırlar. Said’in gerçekleştirdiği müdahale karşısında da bu durum teyit edilmiştir. Tunus'un en büyük işçi sendikası, başbakanın görevden alınması ve parlamentonun feshine dair yaptığı açıklamada Cumhurbaşkanı Said’in müdahalesini kınamaktan kaçındı. Sendikanın tepkisi, müdahaleyi ülkenin gelişmekte olan demokrasisine karşı bir darbe olarak kınayan çoğu siyasi partinin tepkisiyle çelişiyordu. Tunus nüfusunun tahmini yüzde beşini temsil eden bir milyondan fazla üyesiyle güçlü Genel İşçi Sendikası (UGTT), Said’in meclisi feshetmesine karşı çıkmak yerine “bu aşamada atılacak adımlarda anayasal meşruiyete bağlı kalınması gereğini” vurguladı.
TUNUS’U NAHDA VE ARAP BAHARI ÜZERİNDEN OKUMAK
Diktatörlüğün “son bulduğunun” düşünüldüğü 10 yıl boyunca 4 cumhurbaşkanı, 8 başbakan ve 10 hükümet tecrübe eden Tunus’ta; Nahda’dan sadece iki başbakan, hiçbirisi iki yılı bulmayan bazı bakanlar ve Gannuşi’nin 2019 sonunda seçildiği Meclis başkanlığı bulunuyor. Dolayısıyla Nahda’nın yapılan seçimlerde birinci veya ittifaksız en büyük parti olmasının Tunus’ta iktidara yansıdığını söylemek mümkün değil.
İlk girdiği 2011 seçimlerinde yüzde 37, 2014’te yüzde 28 ve en son yapılan parlamento seçimlerinde yüzde 20 oy alan Nahda’nın, on yıllık kısa hikayesi ve iniş-çıkışları, Tunus’un demokrasi sınavına dair bir fikir veriyor. 2014 seçimlerinde oyları yüzde 28’ye düşen Ennahda seçimlerde ikinci parti olurken, laik blok inşa eden Nida Tunus Partisi birinci gelmişti. 2011 seçimlerinde 1,5 milyon oy alan Nahda, en yakın rakibi Tunus’un bilge isimlerinden Merzuki’nin liderliğini yaptığı El Mutemmer’ın üç katından daha fazla oy almıştı. En son yapılan 2019 seçimlerde ise ancak 560 bin oy ve yüzde 20 ile birinci parti olan Nahda’nın seçim performansları hem darbeye hem Nahda’ya hem de Tunus’un siyasal kırılganlığına dair bir fikir vermektedir. Bunun yanında meclis seçimlerine katılımın yüzde 50’yi bile bulmadığı 11 milyonluk Tunus’ta, demokratik süreçlerin olgunluğu, toplumsal demokrasi talebinin düzeyi ve siyaset kanallarının açıklığına dair daha dikkatli düşünmekte fayda var. Bu sorunları teyit eden 3 bin dolar düzeyindeki patinaja düşmüş kişi başı gelir ve 40 milyar doları bulmayan milli gelir de demokrasi kalitesi ve talebiyle ilgili Nahda dışında Tunus’a dair birçok şey söylemektedir.
Tunus’taki darbede Mısır’ın yansımalarını görmemek imkânsız. Darbenin siyasal kronolojisi, gerçekleştiği ay, gerekçeler ve hepsinden önemlisi “planlaması” ciddi benzerlikler gösterse de yapısal farklar var. Ama hepsinden önemlisi “Arap Baharını” boğma sürecini Mısır’da başlatan aktörlerin Tunus darbesindeki izleri aşikâr. Mısır’da 2012 sonbaharında yavaş yavaş başlatılan ve Mayıs 2013’te zirvesine çıkan süreç Muhammed Mursi’nin göreve başladığı 30 Haziran’ın üzerinden bir yıl geçtiğinde (3 Temmuz) kanlı bir askeri darbe ile sonlandırıldı. Sokak gösterileri şeklinde 2012 Kasım sonunda başlayan gösteriler 2013 baharında ciddi bir şekilde tabiat değiştirmiş, oldukça organize bir hal almıştı. 99 yıldır “bağımsız”, 68 yıldır “cumhuriyet” olan Mısır’da bir yıl kadar “iktidarda” kalan İhvan hareketinin Hürriyet ve Adalet Partisi lideri Mursi, bu sürenin tamamını bir ‘darbe süreci’ şeklinde tecrübe etti. Mayıs 2013’le birlikte Tunus’ta olduğu gibi darbe planları açık bir şekilde konuşulmaya başlanmış, Obama yönetimi Körfez’in ve İsrail’in ekseninde darbeyi çoktan satın alıp, Mursi sonrasına bakmaya başlamıştı.
3 Temmuz 2013’te Arap Baharı’nı bahar yapan Mısır’da bir darbe gerçekleştirildi ama daha önemlisi Tunus’ta başlayıp bölgeye sirayet eden siyasal değişim ve dönüşüm süreci de hitama erdirilmiş oldu. 3 Temmuz sonrası darbeye verilen desteği gören Esed rejimi kimyasal silah kullandı, Irak’ta Maliki yönetimi tam anlamıyla kontrolden çıktı, IŞİD zuhur etti, İsrail iki aya yakın süren Gazze saldırısını yaptı, Yemen’de vekalet savaşı veren Suudi Arabistan ve İran yönetimleri insani trajediye dönüşen savaşı körüklediler.
Mısır’dan sekiz yıl sonra Temmuz 2021’de Tunus’ta yaşanan darbe özellikle Arap dünyası için son umutların da orta vadede sönmesi anlamına geliyor. 10 yıl önce Tunus’un vesile olduğu domino etkisi, Mısır’ın ortaya çıkardığı “darbe modeli” ile ortadan kaldırılmış oldu. 17 Aralık 2010’da seyyar satıcı Muhammed Buazizi’nin kendisini yakarak fitilini ateşlediği Tunus devrimi en başta Tunusluların beklemediği bir devrimdi. 25 Temmuz’da Tunus Cumhurbaşkanı Kays Said’in gerçekleştirdiği anayasal darbe ise 2013’te Tunus Demokrat Yurtseverler Hareketi'nin liderlerinden Şükrü Belayıd’ın suikatle öldürülmesinden beri fırsat kollayan bir darbe süreciydi. 25 Temmuz darbesi bir yönüyle başta Nahda olmak üzere uzlaşı hükümetlerine katkı veren aktörlerin 10 yıllık emeklerinin, sekiz yıllık darbeye direniş nefeslerinin tükenmesi anlamına geliyor. Tunus için en iyimser senaryo siyasal süreçleri taşımakta zorlanacağı aşikâr olan Said’in “normalleşmeyi” sağlaması. Ancak seçimini sağlamış olan aktörlere (Nahda ve Kerame’ye) karşı gerçekleştirdiği darbe bu türden bir iyimserliğin naif kalabileceğini gösteriyor. Said’in bu süreçleri dışarda Körfez-Mısır-Fransa, içeride ise eski rejim unsurları, sendikalar ve ilk anda sokağa çıkanların verdiği destekle işletebilmesi kolay değil. Bu noktada askerin darbenin neresinde olduğu da yoğun bir şekilde tartışılıyor.
Tunus, Arap dünyasının en küçük ve en zayıf ordusuna sahiptir. Hiçbir ciddi savaşa dahil olmamış, büyük ölçüde garnizonlarına hapsedilmiş olarak tasvir edilen ordunun, 40,000 civarında personeli bulunuyor. Burgiba’nın, diğer Arap ülkelerinden ders alarak, bir güç merkezi olmaması için bilinçli bir şekilde kenara ittiği, cumhuriyet öncesi askeri yapılanmanın devamı olmasına ve bir ulusal ordu olarak serpilmesine müsade etmediği Tunus ordusu, Bin Ali’nin “polis devletinde” de anlamsızlığını korumuştur. Kurumsallaşması olmayan Tunus ordusu ancak 2011 devrimi sonrasında, özellikle 2016’da kurumsallaşma çalışmalarına başlayabilmiştir. Dolayısıyla Meclis başkanı Gannuşi’yi feshedilen meclisin kapısında karşılayıp, içeri girmesine “müsaade etmeyen askerler” fotoğrafı, Said’in darbesinde askerleri ciddiye alınacak anlamlı bir yere (henüz) oturtmamaktadır. Bu yönüyle darbede ve genel anlamda Tunus siyasetinde ordunun rolü, Mısır’da modern dönem bütün liderleri içinden çıkaran, ülke ekonomisinin ciddi bir kısmını elinde tutan, sosyo-ekonomik imtiyaz piramidinde tartışmasız bir şekilde en tepede yer alan ve de facto dokunulmaz konuma sahip silahlı kuvvetlerle karıştırılmamalıdır. 2011’de Bin Ali için sokağa çıkmayan ordunun bugün Said için neler yapacağı veya yapabilme kapasitesi de meşkûktür. Burgiba’nın darbe yapmaları korkusuyla küçük bir yapı olmasını sağlamanın yanında Batılı harp okullarında eğitime gönderdiği, Bin Ali’nin demir yumruk rejiminde kullan(a)madığı hatta Sipsi’nin 2017’de gösterileri bastırma talebine olumsuz cevap veren Tunus silahlı kuvvetlerinin, Said’in yol haritasından yoksun darbesinde harekete geçtiğini gösteren bir emare şimdilik yok. Ancak geçmişte kendisini siyasal süreçlere müdahale etmeyen/edecek gücü olmayan bir pozisyonda gören ordunun, bir teknokratın yol açtığı tıkanmada ordunun garnizonlarından çıkmasına ihtimal verenler de bulunuyor. Meclis’in feshedildiği, kurumsal yapıların felç olduğu ve Said’in de kendi yaktığı ateşi kontrol altına alamadığı sahnede askerlerin sürece dahil olması ihtimal dahilinde. Ancak bu senaryoda bile ordunun kamu düzenini sağlamanın ötesinde askeri bir rejimi sürdürebilir kılması kolay görünmüyor.
DARBENİN ARDINDAN
Kays Said’in misyoner bir heyecanla gerçekleştirdiği darbe ilk gece belki seçilmişleri iktidardan uzaklaştırdı. Ancak darbe sabahında Tunus’un sorunlarının tamamı Said’in sorumluluğu altına girmiş oldu. Körfez açısından bir başka İslamcıfobik zafer olan darbe, Tunus açısından yıllardır devam eden siyasal ve ekonomik kısır döngünün bir başka durağından ibaret. Bir yönüyle Tunus belirsizliğe sürüklenmiş olsa da bir başka açıdan Tunuslular ezbere bildikleri bir sarmalla karşı karşıyalar. Said, devrimin ( الشعب يريد إسقاط النظام) “halk düzeni devirmek istiyor” sloganını hem seviyor hem de sık sık kullanıyor. Gelinen noktada düzenin bizatihi sahibi olan bu hevesli teknokratın neyi nasıl devireceğini göreceğiz. Tunus’ta ve bölgede yaşanan yüzyıllık yapısal sancıları, Körfez krallıklarının ve emirliklerinin demokrasi karşıtlığını perdelemek için köpürttüğü “İslamcılık tartışması” parantezine sıkıştıran okumaların yaşananları idrak etmesi zor görülüyor. Düşündükleri anlamda İslamcılığın ortadan kalkması için bir sebep de bulunmuyor. Zira tam demokrasi hedefine doğru yürünmediği sürece reaksiyoner ve popülist hareketlerin var olmaması tuhaf bir netice olurdu. 25 Temmuz’da da Tunus’ta İslamcılık değil demokrasi rafa kalktı!
Nahda bu süreçte basiretli, dirençli ve hepsinden önemlisi ciddi bir siyasal aktör olamadı. Ancak bu durum yakından takip edenler açısından ilk günden beri aşikardı. 2011 devrimine en az Bin Ali kadar hazırlıksız yakalanan Nahda, kendi iç insicamını ve politik bünyesini tesis edemeden popülist dalganın taşımasıyla seçimlerden birinci çıktı. Ama hiçbir zaman Tunus’u şekillendirecek bir iktidar olmadı. Bu yönüyle, iktidar olmanın ötesinde, Nahda ve diğer aktörlerin eski rejime karşı olma düzeyini aşan bir demokrasi ve ekonomi-politik vizyonları zaten bulunmuyordu. Son on yıl içerisinde bu kapasite olumlu yönde genişleyemedi. Kaldı ki Nahda’nın 2021’de yaşadığı süreç son yıl içerisinde birkaç kez yaşanabilirdi. Devrim sonrası ikinci seçimlerde başarısız olması, seküler fanatizmin hararetinin sönmesine, Nahda’nın da sindirilmese bile varlığına karşı olan tehditlerin azalmasına yaradı. Nahda kazandığı zamanı değerlendirerek Tunus’un siyasal ve ekonomik sorunlarına müdahale edecek bir vizyona kavuşmak yerine felç olmuş Tunus iktidarının sonuç üretmeyen denklemleri ve kendi iç sorunları içerisinde vakit kaybetti. Bu durumun bir yansıması olarak darbe gerçekleştiğinde başta Nahda olmak üzere iktidar ortaklarının ciddiye alınacak bir direniş sergileyememeleri, Tunus’un sorunlarına dair çok şey söylemektedir. Tunus, siyasi partilerin hiç hazır ve sahip olmadıkları ekonomi-politik bir reform sürecini başlatamadığı sürece güçlü bir demokrasi talebini ortaya çıkarmakta zorlanacaktır.
Şimdilik arafta bekleyen Nahda ve diğer aktörler, Said gibi bir teknokrata ülkeyi teslim etmenin ağır faturasını ilerleyen dönemde görecekler. Eski Cumhurbaşkanı Merzuki’nin (Nahda’yı kastederek) ‘onları timsahı besleme stratejisi gütmemeleri konusunda uyardım. Şimdi o timsah hem onları hem de Tunus'u yemek üzere’ şeklinde özetlediği bugünkü durum trajik bir çıkmaza işaret ediyor. Diğer yandan Said kendisini besleyenleri ortadan kaldırmasıyla güçlenmeyip zayıflamış oldu. Said yeni ve sürdürülebilir bir veli nimet bulma derdine düşerken, Nahda ve demokrasiden yana olan aktörler krizlerini yönetecek irade ortaya koyabilirlerse Tunus’un orta vadede kaderini şekillendirebilirler. Aksi takdirde Said’in geçici olacağını söylediği “demokrasinin feshinin” kalıcı olmaması için özel bir sebep bulunmuyor.