İlahi din(ler)de Tanrı’nın tekliği ve tarih boyunca insanlığa seçtiği peygamberler aracılığı ile söyledikleri (vahiy), o andaki insanlık durumlarında ahlaki en doğru olan hakikatlerdir. İnsanlığın ahlaki gelişmesine, tekâmülüne, evrimine göre, önceki durumlar için söylediği ahlaki hükümlerin bir kısmını “nesh (uygulamayı iptal etme)” etmiş, değiştirmiş, yenilemiş ve update etmiştir (2/106, 16/101, 13/38). Kendi tavsiyelerini oluştururken de, insanların üzerinde konsensüs sağladıkları ahlaki hakikatleri almakta bir mahsur görmemiştir (Örf-maruf). Yani insanda yaratmış olduğu vicdan kapasitesinin ürünlerini hesaba katmıştır. İnsanı dışlamamıştır. İnsanlığın ıslah çabası, Tanrı ile vicdanlı insanların işbirliğiyle, el ele, kol kola yürümüştür.
Ancak vahiy kesildikten sonra, müminler, ya Tanrı’nın sözlerini işlerine geldiği gibi “tahrif” etmişler veya oluşturdukları dogmatik teolojiler ile yaşamın devingen dinamizminin doğurduğu ahlaki sorunları çözme kapasitesinden yoksun kaldıkları için Tanrı’nın “mutlak”lığını devreye sokup, onun sözlerini de mutlaklaştırmışlar; bundan da öte, kendi görüşlerini tartışmaya-itiraza kapatarak mutlaklaştırmışlar, Tanrılık taslamışlar, totaliter/otoriter ve karizmatik bir eda ile insanlığa şiddet, zor ve terör uygulamışlardır. Din-iman, soru/sual sormak ve “düşünceli (ahlaklı-mesuliyet) olmaktır. Tersi kör inanç, taklit, çaresiz teslimiyet ve dogmatizm olarak ahlaksızlıktır.
Bu durum, en tehlikeli sonuçlarını, devlet aygıtını elinde tutan ve kendini dogmatik olarak din ile dolayımlayan siyaset alanında görülür. Hristiyanlıkta “Kilise”nin kendini Tanrı (Hz. İsa) nın bedenlenmiş hali olarak görüp; devlete hükmettiği zamanlarda yaşanmıştır. Örneğin: Fransız kıralı 14. Louis: “Devlet, benim (L’ Etat cest moi); Tek kral, Tek yas ve Tek inanç” demişti. İslam tarihinde de durum yaklaşık olarak benzerdir. Abbasi Halifeleri, kendilerini Tanrı’nın Gölgesi (Zıllullah); Şii imamlar da kendilerini Allah’ın Delili (Huccetullah), Yol Göstereni (Mehdi) veya Allah’ın İşareti/izi (Ayetullah) yani onun “temsilcisi” olarak görmüşlerdir. “Halife” kavramı da, dinsel olarak, Hz. Muhammed’in “temsilcisi” olarak görülmüştür.
Tevhit, Vahdet, Ehadiyet (teklik, birlik, bütünlük) gibi vurgular ancak, Allah’ın şahsiyeti söz konusu olduğunda anlamlıdır. Siyaset alanında son derece tehlikelidir. Toplumsal adalet ve eşitlik, hukukla siyasal erk tarafından sağlanır; ancak “birlik”, “bütünlük”, kendiliğinden “oluşması” istenir, umulur, arzu ve tavsiye edilebilir; yapılmaz, sağlanmaz, zorlanmaz. O takdirde şiddet ve totalitarizm ortaya çıkar.
İslam’ın uygulaması da, tarihte sivil (Tarikat) veya siyasal (Hilafet) örgütlü bürokratik bir yapıya dönüşmüştür. Böylesi örgütlü dinsel/bürokratik yapıların sosyal psikolojisini Erich Fromm şöyle tasvir eder: “İster ilkel kabilesel, ister ulusal, isterse de dinsel yapıda olsunlar, örgütsel/cemaatsel yapıların çoğu, kendi varlıklarını sürdürmek ve önderlerinin gücünü yüceltmek isterler. Müntesiplerini, kendi örgüt/cemaatlerinin dışında yer alan ve kendileri ile çatışan başkalarına karşı ayağa kaldırmak için, müntesiplerinin doğasında var olan ahlak duygusunu sömürürler. Ama bir yandan da müntesiplerinin ahlak duygusunu ve yargılama yeteneğini boğmak için kendi grubunun ahlaksal tutsağı durumuna getiren ensest türü bağlardan yararlanırlar. Böylece kişiler, ahlak ilkeleri başkalarınca çiğnenince, şiddetle karşı çıkarken; aynı ilkelerin, kendi gruplarınca çiğnenmesine ses çıkarmaz hale gelirler. Bütün büyük dinlerin, bir din bürokrasisince yönetilen kitlesel kurumlar haline gelir gelmez, özgürlük ilkelerini çiğnemeleri ve saptırmaları, bu dinlerin bir trajedisidir.” (Erich Fromm, Psikanaliz ve Din, зev: Ş. Alpagut, İst, 1990, s 82).
Oysa bilindiği gibi, Kur’an, politik hayatta sorunları “emanet” olarak görmek, emaneti ehline vermek, adalet ve şura ilkeleri doğrultusunda çözülmesini istemiştir. Yani provakatif bir ifade ile siyasi alanda esas olan şirktir, iştiraktir, ortaklıktır. Şura ilkesi, bunu gerektirir. Ortak akıl ve oydaşma ile kurum kurmak, kural (hukuk) geliştirmektir. Demokrasi kavramı da, bunu ifade eder. Kuvvetler ayrılığı yani yasama, yürütme ve yargı kurumlarının birbirinden ayrılması ve aralarında bir denetleme ve dengenin kurulması, insanlığın geliştirdiği hayırhah bir düşünsel, ahlaki ve siyasi kurumdur.
Günlük (Real) politikada dini değer, sembol ve kavramlara (Örneğin: Allah/Tevhit, İslam, Şeriat, Hz. Muhammed/Hadis-Sünnet…) aleni atıf yapmanın doğurduğu kaçınılmaz bazı problemler mevcuttur. Bunları şöyle sıralayabiliriz: 1- Dogmatizm: Tanrının mutlaklığına inanan müminler, onun söylemlerinin (vahiy) de mutlak olduğuna inanmakta ve kendi “yorum”larını, yüzde yüz olarak Tanrı’nın görüşü olarak görebilmektedirler. Hristiyanlıkta Kilise, İslam’da Hariciler, günümüzde İŞİD ve Tarikatlar (“Gavs’ın sözü, Allah’ın sözü gibidir.”) bunun tipik örnekleridir. 2- Din İstismarı: Dinin değerlerine sözde/görünüşte değer verdiğini söyleyen bazıları, bunları kullanarak kendine çıkar, güç, prestij temin edebilmektedir. Muaviye’nin, Hz. Ali ile olan savaşında “Aramızda Kur’an hakem olsun” diyerek, askerlerinin mızrakları ucuna Kur’an yaprakları taktırması gibi. 3- Şiddet ve İç savaş: Mutlak hakikatin kendinde olduğuna inana mümin, Tanrı rızası için, kendi gibi düşünmeyenleri “tekfir” ederek onlara karşı rahatça şiddet ve zor kullanabilmektedir. İslam’ın erken dönemindeki “ Büyük Fitne (İç-savaş)” ve Kilisenin orta çağda yarattığı “Din Savaşları”nda olduğu gibi.
Bu tehlikelerden kaçınabilmek için, benim teklifim, günlük siyasal dilin kamu maslahatı, ahlak, adalet, akıl ile temellendirilmesidir. Bu, hem İslam’a uygundur; Hem de Kamu maslahatına.
Çağdaş İslam dünyasında Demokrasi, -eğer kabul edilebilirse- en fazla, seçim/sandık (%50+1) ile Tek-adama/lidere/karizmaya tam yetki vermek olarak işliyor. 19. Yüzyılın başında Batıdaki bu tip demokrasilere, siyaset bilimci Maurice Duverger. “Seçilmiş Krallar” demişti. Demokrasi, ikinci Dünya savaşından sonra Batıda hayli gelişti. Bizim gibi kurum-kural, ortak akıl, istişare, ortak karar alma yeteneklerin gelişmediği toplumlarda; bilgisinden kuşku duymayan, bilmeyen (cahil), bilmediğini bilmeyen (cehl-i mürekkeb) cesur siyasetçiler türetiyor. Oysa 2500 yıl önce Sokrates, onca bilgeliğine rağmen: “Bilmediğimi biliyorum.” diyebilmişti.
Siyaset kendini Din, Tanrı, Hakikat ile dolayımladığında, başta hukuk olmak üzere, din, bilim, iktisat, sanat… alanlarını kendi kontrolüne almaya çalışır. Çünkü dolayımlandığı kavramlar, doğaları gereği total, mutlak, tümel, tekçi ve kesin karakterlidir (“Nas var; Nas”).
Dinsel motivasyonlu veya değil, totaliter/otoriter yönetimlerde -parti içi veya değil-, lidere/karizmaya/otoritere karşı muhalefet veya fikir beyanı, en hafifinden: “Başkalarına şirin gözükmek”, “Çatlak ses”; ağırından ise “Fitne-Fesat çıkarmak”, “İhanet etmek” olarak algılanır. “Teklik” ve “Birlik” vurguları yoğunlaşır. Örneğin: Sayın Erdoğan’ın: “Tek Millet, Tek Bayrak, Tek Devlet, Tek Vatan” vurgularının, Türkiye’ye has haklı olan “Bölücülük” korkusundan kaynaklanan bir politik bağlamı olsa da; bizzat kendinden kaynaklanan bir “Güç İstenci” şuuraltı da mevcut olsa gerek. Yine onun: “Bir olacağız; iri olacağız; diri olacağız; hep birlikte “Türkiye” olacağız” sloganı da, ciddi düzeyde şuuraltından kendi “Güç İstenci”ni ve “Kesin Hakikat”i haiz olduğu algısını yansıtmaktadır. Ayrıca, son yirmi yılda Türkiye’de devasa kamu binaları (Şehir Hastahaneleri, Adliye Binaları, Bakanlık, Valilik, en uzun bayrak direkleri, en büyük bayraklar...) veya özel sektör AVM ler, Rezidanslar, İş Merkezleri, Kuleler yapılması, “teklik, büyüklük, güçlülük” psikolojisinin görsel-mimari yansımalarıdır. Bu “Büyüklük” kompleksinin şuuraltında –bana göre yersiz- bir “Batıya kafa tutma” psikolojisi de olabilir. Ben ise, kurumlarda-nesnelerde devasalık-hantallık yerine; etkinlik, estetiklik, nitelik ve işlevselliğin daha doğru olduğu kanaatindeyim.
Sonuç olarak, siyasetin “din” olarak değil, “dil” olarak; “iman” olarak değil, dogmatik “itikad” olarak laikleştirilmesi (din diline başvurulmaması), çoğullaştırılması/ortak-akıllaştırılması ve kurumsallaştırılması gerekir.