1- SÖZ-ÖZ/VİCDAN İLİŞKİSİ
Söz/konuşma ruhun, kalbin, özün, şuurun/zihnin, için dil aracılığı ile dışa yansımasıdır. Sözün niteliğini, için-özün niteliği belirler. Yunus Emre’nin: “Söz ola, kese savaşı/söz ola, kestire başı/ söz ola, ağulu aşı bal eyleye bir söz.” mısraları, bu nitelik farkını ifade eder. Kur’an, bu nitelik farkını şöyle ifade eder: “…Güzel bir söz kökü sağlam, dalları göğe yükselen bir ağaç misalidir. Bu ağaç, Rabbinin izniyle her zaman meyvesini verir. Öğüt alsınlar diye, Allah, insanlara misaller getirir. Kötü bir sözün durumu da, yerden koparılmış, ayakta durmayan kötü bir ağacın durumu gibidir.” (14/24-25). “Ancak güzel sözler ve salih ameller, onun katına yükselir.” (35/10).
Sözün kalitesini, özün/ruhun/kalbin kalitesi belirler. Vicdan, dumura uğramışsa/kararmışsa, insan ne kaliteli söz söyleyebilir ne de başkalarının sözünü dinleyebilir. Vicdanın dumura uğraması Kur’an’da kalbin mühürlenmesi (2/7), katılaşması/taşlaşması (2/74,5/13), paslanması (83/14) ve hastalanması (22/53) olarak nitelenir.
Ahlaki bağlamda olumlu bir öz/fıtrat/kendilik/karakter/kişilik yani vicdan, Kur’an’da lübb (ulu’l-elbab), fuad, basiret, şehit/şahit, furkan, nur, ruh… olarak isimlendirilir. Vahyi, ancak bu niteliği olanlar dinleyip anlayabilir ve vahyin kendisi de, bu nitelikleri oluşturmaya çalışır. Takva, bu niteliklere haiz olarak sürekli tetikte ve teyakkuzda olma halidir. Bu durumdan pratikte iki şekilde uzaklaşılabilir:
1-Cehalet durumu olarak: taklit, dogmatiklik, alışkanlık, rutin, kanıksama. 2-Şeytanlık durumu olarak: istiğna, istikbâr, heva (arzu-içgüdü)ya uyma ve inat etme.
Öz ile sözün tekâbuliyeti/örtüşmesi önemlidir. Kur’an, şöyle der:
“Ey iman edenler, niçin yapmadığınız şeyleri söylersiniz? Yapmadığınız şeyleri söylemeniz, Allah nezdinde gazap gerektiren bir iştir.” (61/2-3). Eski Yunanda söz ustalığı (retorik) yani bilgi satmak, bir meslek haline gelmişti (sofistlik). Belağat, sözü güzel, etkileyici bir şekilde söylemektir. Şiir, edebiyat, hitabet bu kabil şeylerdir. Yapmadığı şeyleri, itibar ve kazanç sağlamak için söylemek ve insanları kandırmak (yalancılık) ahlaksızlıktır. Kur’an’da şairlerin kınanması boşuna değildir (26/224).
Başkalarının sözünü dinlemek ile vicdanın diri ve özün sağlam/doğru olması arasında nedensel bir ilişki vardır. “Can kulağı ile dinlemek”, “Kulak kesilmek”, “Kulak vermek/asmak”, Kur’an’ın deyimi ile “Duyarlı kulak” (69/12,) sahibi olmaktır. Başkalarını dinlemeyenler, ahlaken ölü ve sağır olanlardır (30/52). Onların kulaklarında “tıkaç (vekr)” vardır (41/5,44;6/25,31/7…). Nitekim müşrikler, kendilerine Kur’an okunduğunda onu dinlemiyorlardı. Allah, müminleri nitelerken, “Onlar, sözü dinler ve en güzeline uyarlar.” (39/18) demiştir.
Söz vermek, sözleşme yapmak (ahit-akit), söz almak (misak), sözünü tutmak, sözüne sadık olmak, hatta onu yazıya geçirmek (2/282), vicdanlı/sağlam özlü olmanın (ulu’l-elbab) zorunlu bir sonucudur. Allah da her şeyi yazmıştır. Yazma, kararlılığın, sözünden dönmemenin, söze sadakatin (sünnetullah) bir ifadesidir. Vicdanın sesi, “fetva” olarak isimlendirilir. Bireylerin kendileri veya din alimleri, kişilerin bireysel ahlaki tekil durumlarına ilişkin bu ahlaki kararı verirler. Öz çöküp, vicdan dumura uğrayıp kararınca ve söz düşünce, bireyler ve alim müsveddeleri, heva’ya göre konuşurlar: “Kitabına uydurma” ve “Hile-i Şeriyye”.
Kanun/Hukuk/(Ana)Yasa, konsensüs/icma ile oluşan “sözleşmenin” kamusallaşmasıdır. Eşitlik ve adalet saikleri ile herkesi bağlayıcı hale gelmesidir. Konsensüs ile oluşmadığı takdirde “zorbalık”; Tanrı’yı “temsil” iddiası ile oluştuğunda ise “Tağutluk” olur. Yazılı hukuka uymamak veya etrafından dolanmak, özün/vicdanın çöktüğünün veya dumura uğradığının göstergesidir.
Ahlakın ve dinin dibi, Allah’ın yaratılışta insana bahşetmiş olduğu (91/7-10) veya kendi ruhundan üflediği (15/29) vicdan kapasitesini diri tutmak ve dumura uğratmamaktır. İmanın başarılması da buna bağlıdır: “Sen, ancak (vicdanen) diri olanları uyarabilirsin.” (36/70). Bu başarılamadığı takdirde, gerisi dinlerde tiyatro oynamak, ham softalık ve kara cahilliktir. “Kitleler, genellikle Tanrı’yı kandırma peşindedir.” (Spinoza). Dinlerdeki bağnazlığın, yobazlığın, kara-cahilliğin sebebi budur: “Cahilin sofusu, şeytanın maskarasıdır.”
Heidegger, özü sözüne uygun/otantik olma hali/karakteri/kişiliği ile, özün çöküşü ve sözün düşüşü yani gevezelik/dırdır, boş-boğazlık/lakırtı arasındaki ilişkiyi şöyle tasvir eder:
“Gevezelik ve merak içindeki kişi için, sahici ve yeni yaratılar ortaya çıktığı anda, onun için “çoktan eskimiş” sayılır. Sahiciliğin kendini gösterebilmesi için, “perdeleyici lakırdı” ve “umumi alâka”nın etkisinin kaybedilmesi beklenmelidir…Bu (özünü) arayışı sırasında kendine gelmesi beklenen Dasein (insan), “kişisel gelişim” öğretilerinin öznesi gibi, kendi sınırlarını keşfeden değil; kendini buldukça kaybeden, kaybettikçe bulan paradoksal bir kendiliktir. Dasein’in hep söyleyecek bir şeyleri olmalıdır. Bu sözleri, yine dinlemeye hazır olan kişi sarf edebilir. Onun için anlamak ve duymak/dinlemek aynı fiillerdir. Duymak, söyleneni tamamlar. İfade (konuşma) eyleminin mutlaka bir alıcısı, işiteni bulunur.
“Dinlemek”, ifadesini bulana mazhar olma ayrıcalığıdır. Gerçekten dinleyen ise, söyleyecek sözleri olandır. Oysa gevezelik, söyleyecek cümlesi olmayanın davranışı/işidir… Gevezelik, kendi metafiziğinde, söylemsel kapanımı içerisinde (dogmatizm/taklit-İG) kurulan cümlelerin, (yazılan) satırların genel durumudur. Keder verici boşboğazlık; dışarıdan, farklı olandan, başkasından ve özellikle varlıktan feyz almayan söylemlerin kaderidir. Sadece kendini dinleyerek konuşanın sergilediği davranıştır. Her seferinde malumu ilan eden söyleyişlerdir.” ( Özgür Taburoğlu. Varlık İzleri: Işık ve Ses (Heidegger’de Temel Kavramlar). Ank. 2022. s 59, 61-62.)
2- SÖZ VE SÜKUT
Yerine ve zamanına göre konuşmak erdem olduğu gibi; susmak da bir erdemdir. İnsan, söylediklerinden sorumlu olduğu gibi; söylemediklerinden de sorumludur. “ Haksızlık karşısında susan, dilsiz şeytandır” Hadis’i ve “Susma; sustukça, sıra sana gelecek” sloganı, yeri ve zamanında konuşmanın, erdem olduğunu ifade eder. Zamanında çığlık atmak, haykırmak, zılgıt, vicdanın patlamasıdır. Bu günlerde Ankara’nın göbeğinde işlenen bir cinayet hakkında bazı çevrelerin sükutu, ibretamizdir. “Sükut, ikrardan gelir” sözü, manidardır. Bazı yer ve zamanlarda da sükut etmek erdemdir. “Söz, gümüş ise; sükut, altındır.” sözü, bunu ifade eder. Bazen, susarak söylenen, konuşarak söylenenden daha güçlüdür. Sözün bittiği yerde konuşmak, gevezeliktir.
3- TÜRKİYE’DE DIRDIR MANZARALARI
Son dönemlerde Türkiye’de ciddi düzeyde insanımızın özünün/vicdanının tavsamasına paralel olarak “sözün düşüşü”ne şahit olmaktayız. Her şeyin çivisi çıkmış durumda. Kurumların, kuralların, hukukun, bürokrasinin (Devlet) işlemesinden ziyade; siyaset ve iktidar, her şeye egemen durumda. “Sözü geçme”nin kriteri “Güç İstenci” olarak siyaset olmuş durumda. Siyaset, “Pratik Ahlak” olmaktan çok; takiyye, harp-hile, yalan-dolan… olarak gerçekleşmektedir. “Siyaset”, her şeyi kuşatan ve öğüten bir çarka dönüşmüş durumda.
Günlük olanlar karşısında:
“Bu da olmaz/olamaz” deyimlerini sık sık kullanır hale geldik. Söz, yalama olduğu için, her şey artık “sözde”. Sözünde “durma”, söz “verme” yok. Siyaset başta olmak üzere, sosyal medyada bir kakofoni, gevezelik, dırdır, lakırdı, dedi-kodu, yalan, boş-boğazlık egemen. İktidar ve muhalefet, birbirine ağza alınmayacak sözler söylüyorlar. “Dervişin fikri (özü) ne ise, zikri (sözü) de odur.” Kötü sözün sahibine iadesi (“Kötü söz, sahibinindir”) yok oldu. Ağzı olan konuşuyor ve kimse kimseyi duymuyor, dinlemiyor, anlamıyor, etkilenmiyor. Kimse kimseyi ikna etmiyor; edemiyor. Televizyondaki tartışmalar, bunun iyi bir göstergesidir. Tv kanalları “yandaş” ve “muhalif” olarak bölünmüş durumda. Her kesim, kendi taraftar olduğu kanalı izliyor.
Televizyonlarda “Âkil Adam” veya “ Kamusal Entelektüel” figürüne rastlama imkânı neredeyse yok. “Tartışma” yok, fikir alış-verişi yok. “Körler-sağırlar, birbirini ağırlar” deyimi geçerli. Vicdana/öze ve bundan sadır olan söze dayanan bir “Biz” oluşturamadığımız için; toplumda mafyalaşmalar, çeteleşmeler, hemşeri dayanışmaları, bölgecilik, akrabacılık, cemaatler, tarikatlar, partizanlar, troller, mezhepler ve etnik köken dayanışmalarından oluşan bin bir çeşit “Biz”ler mevcut. Sonuç olarak, bu gidişat, hayra alamet değil. Doğru söz söyleyebilmek, başkalarının sözünü dinleyebilmek ve konsensüs/icma sağlayabilmek için, herkesin, aklını başına toplayıp, herkese farz-ı ayn olan düşünme ile vicdanın diriltilmesi ve sağlam/doğru özlerin oluşturulması gerekiyor. Dip, temel, kök, mihenk, mizan, mısdak, manivela budur. Başka çıkış-kurtuluş yolu yoktur.
4- SONUÇ
Sonucu şair Cahit Koytak’ın “Ben Yokum” şiiri ile bitirelim:
Odalar dolusu kitap, bunca basılı kâğıt…
Akıl ve selüloz karışımı hamurdan yoğrulmuş kafalarınız;
Mezarlarınıza kapanmış vıdı vıdı konuşuyorsunuz.
Kurtların, böceklerin çeneleriyle melekler,
Perçeminizden tutuncaya kadar konuşacaksınız.
Ben yokum, beni karıştırmayın;
Kulaklarımı balçıkla sıvadım ben,
Kafamın çatlaklarını, kalbimin deliklerini de
Dualarınıza, aminlerinize.
Vıdı vıdı vıdı vıdı vıdı vıdı…
Bunca sözü nereden buluyorsunuz?
Ne kadar da çok şey biliyorsunuz,
Ne kadar çok şey istiyorsunuz,
Mezar taşlarından çok, efendiler,
Kitabelerden çok.
Yeter, ama yeter;
Ölüler için de, diriler için de!
Susun artık, susun;
Siz kitaptakiler,
Siz sahnedekiler,
Siz içimdekiler!
Ayıp ama, bakın, Tanrı konuşmak için
Sizin susmanızı bekliyor.