Silah dipçikleriyle dövülenlerin çıplak fiziksel acılarını sözde sanatsal kılmak (…) bundan çıkarılabilecek haz potansiyelini barındırır. Estetik üsluplaştırma ilkesi aracılığıyla kurbanların hayal edilemez kaderi, bir anlama sahipmiş gibi görünür, yüceltilir; dehşet yumuşatılır ve tek başına bu, kurbanlara karşı büyük bir adaletsizliktir.” 1962’de dile gelen bu sözler Theodor W. Adorno’ya ait ve 1949’da söylediği ve bir hayli de popülerleşen bir cümlesini tabiri caizse şerh etmek için söylenmişti:
“Auschwitz’den sonra şiir yazmak barbarlıktır.” Bazıları bu insanlıkdışı koşullarda insan kalabilmenin şartının tam tersine şiir yazmak, yazabilmek olabileceğini ileri sürebilir. Görece tartışma yaratabilecek bu hüküm cümlesinden ziyade Adorno’nun şerhte dile getirdiği ifadeler bizi herkesçe kabul edilebilir veya en azından anlaşılabilir bir alana çekiyor. Durumun kendisi o kadar dehşetengiz ve çarpıcı ki kendi başına zaten çok şey söylüyor ve bizim onu dile getirme çabamız ancak bu dehşetin yumuşatılmasına neden olabilir. Bizim başımıza gelen felaketi, yaşadığımız insandışılığı hafifletmek, onu teknik ve tali bir arızaya, bir yol kazasına çevirmek değil ciddi, dürüst ve adil bir şekilde yüzleşme ve anlama sorumluluğumuz var. Titizlenmemiz gereken, özenle korumamız gereken şey bu sorumluluktur, sorumluluk bilincidir.
Maksadım Adorno’nun bu tespitleri üzerinden bir çözümleme sunmak değil. Aralık ayı enflasyon rakamının açıklanmasının ardından kamu çalışanlarına ve emeklilerine yapılan zam, zammın açıklanma şekli, yetkili sendika ve Cumhurbaşkanı’nın performansı Adorno’nun çarpıcı tespitlerini çağrıştırdı. Bilindiği üzere ciddi bir ekonomik krizden geçiyoruz. Ekonomik krizin ciddiyetiyle mütenasip olmayan işleyişimiz bu süreçte iyice ayyuka çıktı. Bu duruma ilişkin her tür izah girişimimizin Adorno’nun haklı bir şekilde belirttiği üzere “dehşeti yumaşatan” bir etkiye yol açtığını hatta biraz da bu yönüyle iktidar tarafından bilinçlice kullanıldığını da düşünüyorum. Zira öyle bir ortam ve öyle bir ilişki oluşturacaksınız ki bu ortamın bizatihi kendisi çarpıtılmış, anlamsızlaştırılmış yapısıyla dehşeti yumuşatan bir sonuç doğuracak. Dehşeti dehşet olarak kavrayabilecek donanımdan, donanım araçlarından yoksun bırakan bir vasat mahkumuyuz adeta.
Dehşeti görmek, sebepleri ve sonuçlarını ortadan kaldırmak yerine “yumuşatmaya”, öyle değilmiş gibi göstermeye çalışmak bambaşka bir şey. Bizim durumumuzu Adorno’nun haklı uyarısından ayrıştıran ve daha kötü bir şekle büründüren şey de tam burası. Zira Adorno dehşeti gören, dehşetin farkında olan ve onu daha da görünür kılmaya, onun hakkında farkındalığı arttırmaya yönelik girişimlerin bir tür “yumuşatma” etkisi oluşturacağını ifade ediyordu. Bizim durumumuz ise dehşeti görünmez kılmaya, görmezden gelmeye ve dolayısıyla sebeplerine ve sonuçlarına ilişkin herhangi bir önleyici, kısıtlayıcı tedbir almamaya yönelik olarak işliyor. Dolayısıyla bu tarzın dehşeti “yumuşatan” etkisinden bahsettiğimizde kastettiğimiz şey aslında dehşeti doğuran ortamın, tarzın, ilişkinin örtük bir şekilde onanması ve pürüzsüz şekilde sürdürülmesidir.
Kamu çalışanlarına yönelik açıklanan zam, zammın açıklandığı ortam ve açıklanma şekli ve süreci tam da bunun teyidi anlamına geliyor. Aralık ayı enflasyon rakamlarının açıklandığı gün yetkili sendikanın düzenlediği “Sözleşmeliye Kadro Şöleni” programı her yönüyle dikkat çekiciydi. Cumhurbaşkanı ve bazı bakanların da katıldığı programda yetkili sendika başkanı Cumhurbaşkanı Erdoğan’a methiyeler düzdü, sadakatlerini bildirdi. Erdoğan da yetkili sendikayı taltif etmekten, birlikte uyumlu çalışmalarından duyduğu memnuniyeti dile getirmekten geri durmadı. Yetkili sendika başkanının ve Cumhurbaşkanının devlet-sendika ilişkisine ilişkin çizdikleri ve performatif olarak sundukları çerçeve devlet-toplum ilişkimiz ve sivil toplum kurumlarımızın özerklikleri, özgünlükleri açısından ibretlikti.
Bu açıdan sorulması gereken soru şu: Hem yetkili sendikanın hem de hükümetin bu kadar memnun kaldığı bir ilişkiden ve işleyişten kamu çalışanları ve emeklileri de memnun mu? Bu mutluluk tablosunu, bu coşkulu şöleni dehşete çeviren şey burası. TÜİK’in açıkladığı ancak kimsenin de ciddiyetine inanmadığı enflasyon rakamı %64,27 iken ENAG aynı döneme ilişkin rakamı % 137, 55 olarak açıkladı. Hükümetin 2023 yılı vergileri için belirlediği “yeniden değerleme oranı” (ne demekse yeniden değerleme) % 129,93 iken yetkili sendikanın şöleninde(!) yetkili sendikanın başkanına, yöneticilerine ve üyelerine Cumhurbaşkanı kamu çalışanlarına ve emeklilerine verilecek zammın % 25 olduğu müjdesini(!) veriyor. Bir gün sonra ise “yürütülen çalışmalar sonunda, başka bazı alanlarda fedakarlık yaparak, memur ve emekli maaş artış oranını yüzde 30’a kadar çıkartabileceğimiz imkanlar sağladık” dedi. Çok kritik ve dramatik şeyler var burada. Alım gücünün çok rahat % 150’lerden daha fazla düştüğü yerde yapılan artışı %30’a çevirmek nasıl bir fedakarlık oluyor? İkincisi sözüm ona bu fedakarlık yetkili sendika tarafından nasıl kabul edilebiliyor? Üçüncüsü devlet-toplum yönetimimizde milyonlarca insana ilişkin açıklanacak çok kritik bir karar bir gün arayla değiştirilebilir mi ve bu şekilde değiştirilebilir mi? Bunun adına fedakarlık mı denir keyfilik mi denir? Böyle bir ilişki, böyle bir işleyiş makul karşılanabilir mi?
Bu şölenin ardından sendikal bir mücadeleden, bağımsız sivil toplum yapılarından, bunların öneminden, anlamlılığından, hükümeti yönlendirmekten, baskılamaktan bahsetmek en hafif ifadeyle ciddiyetini yitirmektir. Naat şiirinde İsmet Özel durumuzu resmediyor:
... Dernekler toplanıyor dışta tutmak için
Kanat vuruşlarını yumuşak tutan etkeni
Utançlı sessizliği tanımaz kalemlerle
Kapanıyor bilanço...
Yukarıda da kısmen değindiğim gibi Adorno’nun uyarısı mevcut kabul edilemez duruma ilişkin yüksek bir şuur, nitelikli bir pozisyon alış davetiyesiydi. Sıra dışı bir durumun, zor ve netameli bir hadisenin gerektirdiği muhasebeyi yapabilme çağrısıydı. Bir bilinç, bir farkındalık uyarısıydı. Yaşadığımız şeyin, başımıza gelen felaketin anlaşılması, layıkıyla yüzleşilebilmesi ile ilintiliydi. Estetik üsluplaştırma üzerinden hadisenin sündürülerek örtük bir onamadan geçirilmemesi, bizden zihinsel ve eylemsel performans talep eden yönüne perdeleme yapılmaması talebiydi. Şölen adı verilen buluşmada tanık olduğumuz hadise ise bambaşka bir şey, bambaşka bir boyut. Koşullarımızın ve işleyişimizin bu olduğu yerde bu şekilde buluşmalarımız şölen, bu içerikteki açıklamalarımız müjde ve bu nitelikteki ilişkimiz makbul olarak görülüyorsa “Auschwitz’den sonra şiir yazmak barbarlıktır” demenin, bu düzeyde bir uyarı yapmanın ne anlamı ne de gereği var. Çünkü yaşadığımız dehşet tablosu karşısında irkilenler olmadığı tersine gibi tabloyu alabildiğine olumlayan bir durumla karşı karşıyayız. Bu durumda dehşet tablosunu resmetmenin dehşeti hafifleteceğinden ve bunun dehşetin kurbanlarına yönelik büyük bir adaletsizlik olduğundan bahsetmenin imkanı var mı?
Adorno insani, ahlaki anlamda onanması mümkün olmayan, zihnimizin sınırlarını alt üst eden pür bir kötülüğüm dehşeti karşısında sükunetle düşünmeye çağırıyordu. Şölen, müjde vs. kombinindeki dehşetle yüzleşmek de, onun üzerine düşünmek de mümkün değil. Çünkü olumlanan, çılgınca alkışlanan bir şeye dönüştü. Felaket saadet olarak görülüyor. Sevdiklerimizin ve nefret ettiklerimizin bizi adaletten alıkoymaması temel şiardı. Nuri Pakdil ifadesiyle bunun ötesindeki her şey “kara siyasa”dır ve buna zemin olan yer de “kara kamudur”. Gerçekten de çok trajik. Ece Ayhan “bu uslu ve uysal topraklarda, koşullar ne olursa olsun herkes herkesin yerini alabilir iktidar uğruna. Yeter ki, bulanık mulanık akan suyun, artı-değer’in başında bulunulsun.”
Sistematik yoksullaştırmanın her türlü göstergeyle teyit edilebileceği yerde sefaletimizi şölen diye sunuyoruz. Orta gelir grubundaki insanlarımızın bilinçli bir ekonomi-politikle alt sosyo-ekonomik duruma süpürülerek bağımlılaştırılması, toplumsal, ahlaki ve politik özne olmaktan çıkarılması var. Ağlanacak halimize alkış tutuyoruz. Cumhurbaşkanı şölende “Eski Türkiye”nin gerçeği olarak tarif ettiği çerçevenin “Yeni Türkiye”nin de gerçeği olduğunu fark edemiyor bile. Metni yazanlar, metni okuyan(lar) ve metni alkışlayanlar adeta kendilerini paranteze alarak, kendi gerçekliklerine karartma uygulayarak bir ilişki tesis ediyorlar. Elbette “Eski Türkiye”nin gerçeği oydu ve “Eski Türkiye” gerçeği olduğu için değil içeriği, işleyişi ve ilişki biçimi itibariyle aktörlerinden bağımsız olarak yanlıştı, kötüydü. Bugün aynı şeyi tekrar yaptığınızda bunu yapan kişilerin sizler olmanız, sizin başka mülahazalar ve motivasyonlarla bunu yürütüyor olmanız yapılan yanlışı, kötüyü düzeltmez, doğru iyi olarak göstermez. İmtiyaz düzenine son vermek, dehşeti yumuşatmamak, kurbanlara karşı adaletsizlik yapmamakla ve şüphesiz yeni kurbanlar vermemekle yükümlüyüz.