Japonya’nın eski Başbakanı Şinzo Abe uğradığı bir suikast sonucu hayatını kaybetti. Ülkesinin en uzun süre iktidarda kalan başbakanı ünvanıyla Abe, Soğuk Savaş sonrasının en önemli siyasi figürüydü.
Abe yeniden silahlanma ve ekonomi-askeri güç dengesinde normalleşme ekolünün lideri olarak, yakın dönem Japon dış politikasına yön verdi. Bu dönemin en önemli niteliği, Japonya’nın bölgesel liderlik konumundan uzaklaşması, Kuzey Kore’nin bir nükleer tehdit olarak ortaya çıkması, küresel Amerikan hegemonyasının zayıflayıp Çin ve Rusya’nın güçlenmesiydi. Soğuk Savaş’ın bitimi ve bu yeni tehditlerin ortaya çıkması Japon dış politikasında Abe’nin temsil ettiği revizyonist akımı güçlendirdi.
Abe Japon siyasetinin merkezi partisi Liberal Demokrat Parti’ye mensup olmakla birlikte, Nippon Kaigi adındaki milliyetçi siyaset ekolünden gelmekteydi. Savaş sonrasında kurulan Savaş Mahkemesi’nin tarih yorumunu sorunsallaştıran bu grup, İkinci Dünya Savaşı’nda Japonya’nın sorumluluğunu reddeden ve Japon Anayasası’nın askeri normalleşmeyi engelleyen 9. Maddesi’nin değiştirilmesini savunan revizyonist görüşleri savunuyor. Bu nedenle Abe ve diğer Japon revizyonist liderler Çin ve Güney Kore ile ilişkilerde sorun yaşıyorlar. Abe’nin bu konudaki görüşlerinin izlerini, baba tarafından dedesi olan savaş dönemi Tojo hükümetinin muhalifi, eski vekil Kan Abe’den ve babası eski dışişleri bakanı Shintaro Abe’den daha ziyade, anne tarafından dedesi olan savaş dönemi kabine üyesi Nobusuke Kishi’de bulmak mümkün.
Zaten Abe de “Ben Shintaro Abe’nin oğluyum ama genlerim Nobusuke Kishi’den gelmedir” sözüyle, savaşın ardından A Sınıf Savaş Suçlusu olarak mahkemesi devam ederken, ancak savaş sonrasında ABD’nin değişen stratejisi gereği serbest bırakılan ve başbakanlık koltuğuna oturan Kishi’nin siyasi geleneğini temsil ettiğini kabul etmişti.
DEDE KİSHİ VE TORUN ABE
ABD Başkan Yardımcısı Richard Nixon, 1957 yılında ülkesini ziyaret eden Japonya başbakanını Kongre’ye şu sözlerle takdim ediyordu: “Saygıdeğer misafirimiz sadece hür dünyanın önemli liderlerinden biri değil, aynı zamanda Amerikan halkının sadık ve büyük bir dostudur.”
Henüz İkinci Dünya Savaşı’nın üzerinden çok zaman geçmemişti ve Kongre’ye hitap eden bu lider, Japonya’nın savaş döneminin önde gelen militarist siyasetçisi, işgal ekonomisinin planlamacısı ve Savaş Bakanı Nobusuke Kishi’den başkası değildi.
Kishi, şehirlerini ağır bombardıman uçaklarıyla ve atom bombalarıyla imha eden, milyonlarca insanın ölümüne yol açan ve kendi arkadaşlarını savaş suçlusu olarak yargılayıp, idam eden ülkeyi, şimdi müttefik ülke lideri sıfatıyla ziyaret ediyordu. Oysa ziyaretinden bir kaç yıl önce, cezaevinde savaş mahkemesi önüne çıkacağı ve muhtemelen idam cezasına çarptırılacağı günü bekliyordu.
Kishi’nin ziyaretinden tam 58 yıl sonra, bir başka Japon başbakan, Shinzo Abe, yine Amerikan Kongresi’ne hitap ediyordu: “1957’de dedem Nobusuke Kishi’nin bu kürsüden yaptığı konuşmaya başlarken sarfettiği cümleyi aynen tekrarlamama izin verin: ‘Demokratik ilkelere ve ideallere olan sarsılmaz inancımız, Japonya’nın özgür dünyayla sahip olduğu güç birliğinin temelidir.’”
Washington’un Kishi ve torunu Abe’ye ilgisinin asıl nedeni, onların Asya-Pasifik’te ABD merkezli ittifak sistemine, güçlü askeri katkı sunmaya hazır olmalarıydı. Oysa savaş sonrası Japonya’nın yeniden askeri bir güce sahip olmasını önleyen anayasayı Amerikan işgal güçleri hazırlamış, anayasaya sadık kalacağına inandıkları liberalleri de onlar iktidara getirmişti. Ancak Soğuk Savaş başlayıp, Japon liberaller de yeniden askeri güce dönüşü kabul etmeyince işler değişmiş, eski düşmanlar dost olmuştu.
Japon modernleşme sürecini başlatan Meiji döneminin ortaya koyduğu, “zengin ülke, güçlü ordu” (fukoku kyohei) hedefinin gerçekleşmesi, ekonomik ve askeri gücün yolu, feodal düzenin yıkılıp, sanayileşme sürecinin tamamlanmasından geçiyordu. Bu ise hammadde yoksunu Japonya’yı, Asya kıtasındaki yerleşik Batı sömürgeciliğinden pay isteyen bir askeri tehdit olarak ortaya çıkması demekti. Sonuçta Japonya devasa bir askeri güce sahip olmayı başardı ama, yaşanan işgal ve savaşlar, hem Japon halkına, hem de bölge halklarına büyük acılar yaşattı.
Savaş sonrasında Amerikan işgal yönetimi, Japonya’nın yeniden askeri bir tehdit olarak ortaya çıkmasını engelleme hedefi doğrultusunda adımlar attı. Savaşı egemen bir hak olmaktan çıkaran ve savaş kapasitesine uygun askeri güç oluşumunu yasaklayan, meşhur 9. maddeyi içeren yeni bir anayasa hazırlandı.
Ne var ki, kısa zaman içinde Soğuk Savaş ortamına girilmesi Amerikalıları köklü bir stratejik değişikliğe zorladı. Artık Washington Asya’da güçlü bir müttefik görmek istiyordu. Ancak Amerikalıların militaristlerin yerine iktidara taşıdığı Yoshida liderliğindeki liberal siyasetçiler bu konuda aynı fikirde değildiler. Onlar yeniden silahlanmanın militarizmin dönüşü anlamına geleceğini ve ekonomik kalkınma hedefinden saptıracağını düşünüyordu.
Washington, liberallerin direncini aşamayınca çareyi militaristleri tekrar iktidara taşımakta buldu. Kishi 1948’de serbest bırakılarak siyasete dahil edildi ve Liberal ve Demokrat partiler birleştirerek Japon siyasetini yeniden dizayn etti ve 1957’de başbakanlık koltuğuna oturdu.
Ancak Kishi’nin görev süresi uzun sürmedi. 1960’da Amerikan-Japon güvenlik anlaşmasının yenilenmesine tepki olarak düzenlenen geniş katılımlı protesto gösterileri sonucunda, istifa etmek zorunda kaldı. Onun temsil ettiği yeniden askeri güce dönüş perspektifi Japon halkı tarafından kabul görmemişti.
Soğuk Savaş boyunca detaylardaki farklılıklarıyla birlikte bütün Japon hükümetleri, Yoshida’nın ekonomik kalkınma öncelikli anti-militarist çizgisine sadık kaldılar. Görevi ülke savunmasıyla sınırlı Japon Öz Savunma Kuvvetleri dışında, askeri normalleşme konusu bir tabu olarak görülmeye devam etti. Japon anayasasını reform etmeye yönelik çabalar marjinal kaldı.
SOĞUK SAVAŞ SONRASINDA JAPONYA'DA ASKERİ NORMALLEŞME ARAYIŞLARI
Soğuk Savaş’ın bitimiyle Japon siyasi elitinin düşünceleri değişmeye başladı. Bu konuda Japonya’ya ilk şoku 1991 Körfez Savaşı yaşattı. Savaşın masraflarının yaklaşık yarısını tek başına karşılayan ülke olmasına rağmen Kuveyt emirinin yayınladığı teşekkür mesajında Japonya’dan bahsedilmemesi Tokyo’ya tam anlamıyla bir hayal kırıklığı yaşattı. Japonlar uluslararası sahada prestijin sadece ekonomik güç ve katkı ile elde edilemeyeceğini yakından tecrübe etmiş oluyorlardı. Aralarında Abe’nin de bulunduğu önde gelen Japon siyasetçiler, ülke dışındaki çatışma alanlarına asker gönderme konusundaki anayasal engelin bir an önce aşılması gerektiği sonucunu çıkardılar.
Ancak Japonya’nın askeri güç projeksiyon yeteneklerine yeniden kavuşma iradesini güçlendiren asıl etken bölgesel gelişmelerdi. Soğuk Savaş sonrasında Avrupa kıtası AB entegrasyon süreciyle liberal bir döneme girerken, Asya’da realist rüzgar hız kesmemişti. Kuzey Kore’nin uzun menzilli füze ve nükleer denemeleri, Çin’in askeri ve ekonomik ağırlığının iyice hissedilmesi, ve giderek gücünü pekiştiren Rusya ile barış anlaşmasının bir türlü imzalanamamış olması Japon siyasi elitinin güvensizlik hislerini artıran faktörler oldu.
Ülkenin gölgede kalmış konumundan çıkıp, yeniden saygı uyandıran bir ekonomik ve askeri güç haline gelmesi gerektiği düşüncesi Abe dönemiyle birlikte bir tabu olmaktan çıkıp, LDP başta olmak üzere siyaset çevrelerinde hakim görüş haline geldi. Bu nedenle, Abe’nin başbakanlık görevindeki ilk icraatlarından birinin, savunma harcamalarında Çin’in çok gerisinde kalan Japonya’nın savunma bütçesini rekor düzeyde artırması şaşırtıcı olmadı.
Japon siyaseti uzmanlarından Kenneth Pyle’a göre 1945 sonrası Japon dış politikasını sekiz alanda yasaklar belirlemişti: Ülke dışında askeri harekat, kolektif savunma anlaşmaları, güç projeksiyonu kapasitesi, nükleer silahlar, silah ihracatı, savunma teknolojisi paylaşımı, GDP’nin yüzde 1’inden fazla savunma harcaması ve uzayın askeri amaçlı kullanımı. Bugün Pyle’a göre, bu yasakların nükleer silahlar dışında olanları bugün tamamen ortadan kalkmış durumda.
Abe Anayasa’nın güçlü halk muhalefeti nedeniyle dokuzuncu maddesini değiştirmeyi başaramamış olsa da, anayasanın yeniden yorumu sayesinde bu yasakların yumuşatılması konusunda kararlı adımlar attı. Bu amaca yönelik olarak da, 11 Eylül saldırıları ve Irak’ın işgali gibi uluslararası olayları kendi lehine kullanmasını bildi.
Abe dış politikada, Çin karşıtı bölgesel ittifakı güçlendiren adımlar attı. Başta ABD olmak üzere, İngiltere, Fransa ve Avustralya gibi Batılı müttefiklerle ilişkileri güçlendirdi. Hint-Pasifik bölgesinde ABD, Avustralya, Hindistan ve Japonya’nın dahil olduğu bir dörtlü ittifak oluşumuyla, Asya’nın yeni hegemon gücü Çin’in etrafını sarmaya yönelik bir stratejik yönelimi takip etti. Bu anlamda ABD-Japon ilişkilerinde, Obama ve Trump yönetimlerinin izlediği Asya’ya açılım stratejileriyle çok uyumlu bir dönem yaşandı. Ancak Abe’nin, uzak demokratik ülkelerle stratejik ilişkiler geliştirirken, hemen yanındaki Güney Kore ile gerginliği azaltamaması büyük eleştiri konusu oldu. Japonya-Güney Kore ilişkileri Abe’nin savaş dönemine dair ısrarlı yorumları nedeniyle onun pragmatik realizminden faydalanamadı.
Şayet sağlık durumu izin vermiş olsaydı, Abe, Rusya’nın Ukrayna’yı tam teşekküllü saldırısını bir başbakan olarak görmüş ve hedeflerine ulaşmak için çok ihtiyaç duyduğu bir gerekçeye sahip olmuş olacaktı. Abe, tam kapsamlı bir anayasa reformu konusundaki yarım kalmış misyonu tamamlayamadan, görevini, Kabine Sekreteri Yoshihide Suga’ya Eylül 2020’de devretmek zorunda kaldı. Ancak Suga’nın başbakanlıktaki görev süresi de fazla uzun sürmedi ve bir yıl sonra o da görevini şimdiki başbakan Fumio Kishida’ya devretti.
UKRAYNA SAVAŞI ABE'NİN MİRASINI GÜÇLENDİRECEK
Abe’nin tıpkı dedesi Kishi gibi, ülkesinin sahip olduğu ekonomik güçle askeri gücü arasındaki dengeyi yeniden tesis ederek, bölgede uğradığı güç kaybını telafi etmeye yönelik adımlarının karşısındaki en büyük engel Japon halkının militarizm konusundaki tarihsel hafızası ve direnişiydi. Japon siyaset ve entellektüel eliti Kuzey Kore ve Çin tehditleri nedeniyle normalleşme konusunda eskisinden daha istekli görünseler de Japon halkı bir türlü anayasal reform konusunda ikna edilemiyordu. Kamuoyuna göre, Japonya ABD güvenlik şemsiyesi altında, barışçı, pasifist bir çizgi ile bir ekonomik güç olarak varlığını sürdürmeliydi. Ancak Abe’nin bu konudaki ısrarlı çabalarına destek hiç umulmadık bir yerden, Moskova’dan geldi. Ukrayna Savaşı estirdiği Soğuk Savaş dalgasıyla Japonya’da askeri güce dönüş çabasını güçlendirdi ve bu yönelime olan halk desteğini artırdı.
Abe’nin Çin’e karşı Rusya’ya sunduğu cömert ekonomik imkanlar, iki ülke arasında savaş döneminden beri yaşanan gerilimli ilişkilerin tamiri konusunda bir işe yaramadı. Ukrayna Savaşı ile saldırgan yüzünü gösteren Rusya, sadece Avrupa için değil, Japonya için yakın bir tehdit ve önemli bir dış politika sorunu olma durumuna geri dönüş yaptı. Rusya’nın dünya sisteminden kopmuş bir halde saldırgan askeri gücünü ortaya koyması ve özellikle bu çerçevede Çin’le yakınlaşması Japonya’yı derinden endişelendiriyor. Ukrayna krizi bu nedenle pasifist çizgiye muhalif Japonlar tarafından bir acil durum alarmı olarak görülüyor.
Daha da önemlisi Japonlar krizin Asya’ya da sıçrayacağından ve Çin’i benzer adımlar konusunda cesaretlendireceğinden endişeliler. Bu yüksek güvensizlik ikliminde Japonya, tıpkı Abe’nin öngördüğü gibi, anayasa değişikliği de dahil olmak üzere askeri güce yeniden kavuşma yönünde adımlar atmak zorunda kalabilir. Ukrayna Savaşı sonrasında yapılan kamuoyu anketleri yeniden askeri normalleşme konusunda Abe’nin çok arzuladığı ancak kendi döneminde bulamadığı desteğe işaret ediyor.
Soğuk Savaş sadece Avrupa’ya değil, Asya’ya da geri dönüyor. Ancak bu defa, tıpkı Almanya gibi Japonya da, hegemon bir gücün sağladığı güvenlik garantisine güvenerek, ekonomik gücünü artırma konforuna sahip olmadığını farkediyor. Abe’nin vizyonu, bu anlamda, Japonya’nın geleceğine yön vermeye devam edecek.