Ziyaüddin Serdar’ın otobiyografik metnini* okuduğumda, aklıma gelen şeylerden bir tanesi, Türkiye’de bir çok bakımdan Serdar’ın hikâyesine benzer hikâyeler yaşamış, benzer ümitlere sahip olmuş, benzer hayal kırıklıklarına uğramış insanların bulunduğu, ancak bunları dile getirmedikleri, daha da önemlisi yazmadıkları olmuştu. Bugün, kitap epeyi önceden neşredilmiş olsa bile, Serdar’ın söylediklerine tekrar bakmak istedim. Bugün derken, onca “yaşanmışlıklardan” sonraki bir bugün bu.
Serdar, Pakistan’da doğmuş, İngiltere’ye göç etmiş, ancak periferiden merkeze yolculuğu, onu başka bir periferiye götürmüş, göçmen bir azınlığın üyesi olarak büyümüş ve eğitim almış.** Bu durumun kendisi, yâni bir konum özgüllüğü, hem avantaj hem de dezavantajlar sunuyor. Aynı şey, daha sonra sözünü edeceğimiz Inquiry dergisinde yazan diğer isimler, mesela Perviz Manzur ve “öteki tarafta” duran Hanif Kureyşi ve Salman Rüşdi için de geçerli. Kendi tecrübelerinin tikelliğini, bu tecrübelerin bir periferi dolayımından geçtiğini, metinlerinin dinamizminin bu dolayıma çok şey borçlu olduğunu göz ardı ederek, oldukça genel bir “kitleye” seslendiklerini, kimi zaman “merkezin” sözcülüğünü de (ister İslâm, ister insan hakları ve demokrasi vs. adına olsun) üstlendiklerini düşünmek. Dahası, bu tikel mesajın neredeyse, diğer bütün tikelliklerin üzerinde kabul edilmesini talep etmek. Nitekim, Serdar’ın, Suudi Arabistan, Amerika, Malezya’ya uzanan yolculukları, özellikle Malezya örneğinde somutlaştığı üzere, “yerel”in (tikelin özgüllüğü) birdenbire karşılarına çıktığında oluşan çaresizliği, biraz bu iyi niyetli ancak safdil talebin sonucu olarak değerlendirmek gerekir.
Malezya’da “devletin davetlisi” olarak seçkinlerin eğitimi ve islamizasyonu için yola çıkan müslüman Les Philosophes, çoğaltırsak, bir aydınlanmış müslüman despot. Türkiye’ye bakıldığında sözgelimi, özellikle 80’lerden sonra Serdar’ınkinden daha problemli, daha maceralı yolculuklar geçiren, sonuçta iktidarı da tadan, üstelik uzun süreli de tadan bir kuşak var ve bu kuşak, Osmanlıcılığa ve millîciliğe (hatta yerliliğe) savrulmadan önce, kendi tecrübelerinin ancak ve belki de demokrasi dolayımıyla bir anlam kazanacağını düşünmekteydi. Kültürel olarak, ideolojik olarak yüksek bir değerin değil, bir politik tutumun en azından teklif edilebileceğine inanmaktaydı -dinsel bir muhteva, belirleme yoktu, tam tersine, dünyevî kazanımın evrenselleşebileceğini görmüşlerdi. Bu ülkedeki her güzel şey gibi, bu iklim de kısa sürdü, sonrasında bu kısalığı kendi tarihi bile saymayacak bir nobranlığa teslim olundu.
Serdar’a ait bu oransızlığın haklılaşacağı uğraklar yok değildir -bir tanesini yukarda belirtmeye çalıştım, Serdar’ın ironik üslûbu, bireyselliği, kendisine yönelik eleştirel tutumu, bu ülke için oldukça çarpıcı ve mumla aranan bir özellik. Dolayısıyla Serdar’ın macerasının kimliğinden ve şahsiyetinden kaynaklanan belirleyicilerin bulunduğunu akılda tutmakta fayda var.
Adaletin ve ahlâkın hâkim olduğu, şimdi olmasa da burada, yeryüzünde bir cennet arayışındaki Serdar’ın gençliği, FOSIS (İngiltere Müslüman Öğrenciler Federasyonu), Tebliğ Cemaati, Müslüman Kardeşler (İhvan) ve Cemaat-i İslâm tarafından belirlenmiş bir güzergâh izlemiş. Tebliğ Cemaati’nin, ilmihal otoriteryanizmi; Müslüman Kardeşlerin, siyasal örgütlenmenin militarizasyonu yönelimi, nekrofilyası, kültürel çeşitliliğe muhalif tutumları; Cemaat-i İslâmi’nin özellikle Mevdudi’nin reformist çizgisinin, bugünün dünyasının isteklerine cevap vermek üzere tarihte ve kitapta olmayan şeylerin türetilmesine dayalı, muhaliflerini bu bakımdan da eleştirmiş olsa bile, yaklaşımının modern dünya için yeterli olmadığını düşündüğünden uzun süreli takipçisi olmayı başaramamış. Müslüman Kardeşler’in sloganı, “Allah gayemiz, Resul önderimiz, Kur’an anayasamız, cihat yolumuz, Allah yolunda can vermek en yüce emelimiz”, Serdar’a göre, oldukça tartışmalı, ve Seyyid Kutup’un radikalizmini yansıtıyor. Kendisi yaşamaktan yana, Allah’ın gaye değil, bir yaratıcı olduğunu düşünüyor, peygamber önderliğinin bağlamının farklı olduğuna inanıyor, Kur’an’ın bir anayasa olarak konumlanmasının imkânsızlığını dile getiriyor.
Serdar, bundan sonra yakın dostlarıyla bir grup kurarak (usra) Kur’an ve hadisi incelemeye koyuluyor. Kur’an’ın bir “yap” ve yapma” katalogu olmadığını, Kur’an’la kurulacak yegâne ilişkinin bir yorumlama olabileceğini, bu yorumun bir mutlaklık taşımadığını, Kur’an’la özdeşleştirilemeyeceğini düşünüyor ve İkbal’in, annesinin sık sık hatırlattığı, “Kur’an’ı size indirilmiş gibi okumalısınız” sözünü zikrediyor. Kur’an’ın müslümanların bütün problemlerinin çözülebileceği, bütün anlaşmazlıklarının giderilebileceği bir metin olmadığını, aslına bakılırsa, Kur’an’ın, Peygamberin hayatına dair müdahaleler, onaylamalar ve ikâzlardan oluştuğunu belirtir.
Tarihe ve geleneğe bu dönüşün (Türkiye’de de pek çok insanın başına geldiği üzre) kaçınılmaz uğrağı, tasavvuf olacaktır. Serdar’ın, Abdulkadir es-Sufi ve Şeyh Nazım’la tanışıklıkları, onu aralarında Konya’nın bulunduğu bir başka yolculuğa çıkaracaktır. Tasavvuf bir kalemde kenara atılamamakla birlikte, kişi kültü yaratılmasına imkân vermesi, mensuplarını şahsiyetsizleştirmesi ve sosyal olanı değersizleştirmesi, arayışı taçlandırmak için kusursuz bir durak olamayacaktır. Fez’de, rızkını kazanmak üzere çalışan emekçinin salih amelini, Norwich’te bir fabrikada çalışan bir insandan esirgemek anlamsız olacaktır diye düşünür Serdar.
Ancak esas ikilem, Suudi Arabistan’da geçirdiği yılların ardından, İran Devrimi’nden sonra baş gösterecektir. Devrim’in dünyanın muhtelif bölgelerinde ezilen müslümanlar açısından taşıdığı ehemmiyet, daha başından İran’ın İslâm dünyasının Vatikan’ı olmaya yönelik eğilimini ve rejimin totaliteryan karakterini bağışlatmayı taleb etmektedir. Devrim’in erken dönemlerinde İran’ı ziyaret eden Serdar, buradan tadsız hâtıralarla döndükten sonra, başını Kelim Sıddıkî’nin çektiği, İran’ı bütün müslümanlar için tartışılmaz bir model olarak kabul eden bir yaklaşımla mücadele eder. Buna rağmen, Serdar ve arkadaşlarını entelektüel olarak öne çıkaran Inquiry dergisi, editöryal bağımsızlık garantisiyle devrimin liberal kanadı tarafından finanse edilir. Türkiye için bir özel sayı da neşreden bu derginin, İslâm dünyasında epeyi bir okuru olmuştur -Serdar, Perviz Manzur, Gulzar Hayder, Merryl Wyn Davies, Münevver Ahmed Enis, İbrahim Süleyman, Enver Nesim gibi yazarların öne çıktığı dergi, Müslüman kimliğiyle hem İslâm tarihinin hem de çağdaş toplumun problemleriyle yüzleşen “mutedil” ve “liberal” bir çizgiyi savunmaktaydı. Tabiatıyla derginin ömrü uzun olmayacaktır. Dergide yazanlar, erkeklerin sakalsız olmasını şart koşan ve kendilerine “resmî” bir hüviyet kazandırmak gayesiyle, İcmâl adını verdikleri bir grup kurarlar. “Arap parası” ve “İran desteği” esaslı herhangi bir projenin başarılı olmasının mümkün olmadığı kanaatine varmışlardır.
İran Devrimi, Serdar ve arkadaşlarını bir kere daha ziyaret edecektir. Salman Rüşdi’nin, Şeytan Ayetleri romanı, ardından gelen İran fetvası. Bir çıkmazla karşı karşıyadırlar: Bir taraftan romandan sahiden incinmişlerdir, diğer tarafından İran’dan gelen fetvayı onaylamanın imkânsızlığı ortadadır. İncinmelerini (Serdar, Davies’le birlikte bu konuda yayınlatmakta hayli güçlük çektikleri bir kitap yazar) liberal kamuoyuna anlatmaları zordur: düşünce ve ifade özgürlüğü gibi verili bir mutlakla mücadele etmek çetin bir mücadeledir. İran’dan gelen fetvâya direnmeleri gerekliliği de çoğu Müslüman tarafından paylaşılmamaktadır.
Benzer bir gerilimi Türkiye’de de yaşadığımızı, ancak buradaki çıkmazı açık yüreklilikle ifade eden herhangi birini, bir metni hatırlamıyorum. Varsa, bana yazar. Aynı durum, 11 Eylül sonrası için de geçerlidir. Bir taraftan insanların acısına ortak olmak, diğer taraftan dünyanın geri kalanının 11 Eylül’ü hemen her gün yaşadığını söyleyebilmek imkânsızlaşır. Ancak, oradan kalan siyasal radikalizmle kesin ve açık bir vedâlaşmadır.
Bu grubun bundan sonraki durağı, Serdar’ın yeryüzü cenneti tasarısının tarihteki örneği Endülüs rüyâsına inanan Enver İbrahim’in Malezyası’dır. Onun daveti üzerine Malezya’ya giderler ve yazının başında sözünü ettiğim, “aydınlatma misyonu”na başlarlar. Gelgelelim, Malezya’nın siyasal ortamı, bu misyon için yeterince elverişli değildir. Müslümanları Malezya’nın kurucu-demokratik unsuru olarak kurma çabası, hem dinsel hem de siyasal engellerle karşılaşır. Malezya’nın iktisadî krizi de bu engelleri artırır. Enver’in kişisel olarak hedef alınmasıyla, misyon sona erer.
Serdar’ın şahsî macerasına dair söylenebilecek birkaç şey var. Görebildiğim kadarıyla, sekülarizm ve Farukî’nin “bilginin islamizasyonu” projesi (Suud parasıyla geliştirilen ve Farukî’nin katledilmesiyle yarım kalan bir proje) konularında ortaya çıktığı şekliyle, İcmâl grubu, dinsel olanın eleştirisini halledilmiş bir mesele olarak ele alıyor ve bu dinselliğin, bilgideki ve dünyadaki payından vazgeçmeye râzı değiller. Sekülarizmin Batı tarihsel gelişiminin bir momenti yahut bir zulüm olduğu veya “bize ait” bir bilim kategorisine vurguları, bu tutumu belirginleştiriyor.
Bir tür dogmatizmin de hakkını verelim: politik ekonomi, onlar için, sözgelimi, “estetik”ten sonra geliyor. Bütün kitap boyunca, “cennet arayışı”nın, teorik merhaleleri ve veçheleri konusunda çok az değerlendirme var. Sevimli bireysellik gösterilerinin, “ümmet” karşısında boynu kıldan ince; sorumluluk, özerkliği her kritik eşikte bastırıyor. Bütün kuşkuculuk, imânı tazelemeye yarayan bir teleolojiye sahip olacaksa, şüphe duymanın ne anlamı var? Devletle dinin özdeşleştirilmesine hayır dedik, İslâm’dan ve Kur’an’dan çıkacak siyasal bir projeyi de onaylamadık, kendi fanatizmimizle mücadeleyi de esas aldık, fakat, söyler misiniz kuzum, neden şüphe ediyoruz?
Yine de Türkiye’de şu son 20 yılda olup bitenlere bakıyor ve kitabın taşıdığı özeleştiri nosyonunu değerli bulyorum. Suud, İran ve Malezya devlet parasıyla İslâmcılık yapmışlar diye düşünmüyorum bile. Fakat bitirirken, tekrar buraya dönelim. Bu fetretten geriye ne kalacak? Kızgınlığın, öfkenin, kusma hissinin, utanmanın, içerlemenin üzerine ne konulacak? Ne öğrenilecek? Bir şey öğrenilecek mi, öğrenilebilecek mi? Öğrenmek için kayda geçirilmiş tanıklıklar, açık ve dolaysız bir şekilde aktarılmış tecrübeler mevcut mu? Türkiye İslâmcılığının en güçlü yasaları, kişi tapınıcılığı ve suskunluk yasası (omerta) aşılabilecek mi? Mesela, Cemaat’e ve başındakilere yönelen nefretin sahipleri, kendilerinin de aynı tür bir örgütlenmenin mensupları olduğunu, kişiye tapınma konusunda Cemaat’ten hiç de aşağı kalmadıklarını farkedecekler mi? “Son derece ciddi, ancak kendisini ciddiye almayan” bir ironi hayat bulabilecek mi burada? ***
------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
* Ziyauddin Serdar, Cenneti Arayan Adam Septik Bir Müslümanın Yolculuğu, Türkçesi: İbrahim Kapaklıkaya, İstanbul: Mahya, 2017. Orijinal metin: Desperately Seeking Paradise, Journeys of a Sceptical Muslim, London: Granta, 2004. Yazı için görüşlerini ve gözlemlerini paylaşma inceliğini gösteren Taha Özhan ve Hatem Ete’ye teşekkür ederim. Serdar, kitap boyunca, müslümanlardaki sakal bağlılığına sevimli bir kızgınlıkla bakıyor. 12 Eylül’den sonra okuduğum fakültenin dekanı, kravat ve traş mecburiyeti getirmişti ve görevliler tarafından kontrol edilerek fakülteye alınıyorduk. Hatırlamadan edemedim ve tüyden, kıldan uzak kalmanın faydalı olacağını düşündüm -fakat benim de, bir türlü “kabullenemediğim” bir sakal bıyık formu var, itiraf ediyorum.
** Serdar, İngiltere’deki Asya cemaatlerine ilişkin başka bir müşahede-hâtıra kitabı yazmıştır: Balti Britain A Provocative Journey through British Asian Experince, London: Granta, 2008.
*** İfade Serdar’a ait, şuradan alındı: https://ziauddinsardar.com/interviews/paradise-lost-future-found
AHMET ÇİĞDEM KİMDİR?
Ahmet Çiğdem, 1964 doğumlu. Sosyoloji, siyasal ve sosyal teori alanında muhtelif çalışmaları mevcut. Ağırlıkla modernlik, dinsellik ve geç dönem Türkiye siyaseti üzerine yazıyor. Yayınlanan son kitabı: Mucizenin Etik Uğrağı (Ankara: Felix, 2019).