Ruhları yarında çocuklar, miskin derviş ve biten eğitim-öğretim sezonumuz

Özgür Eğitim-Sen Genel Başkanı Abdulbaki Değer, biten eğitim öğretim sezonunun ardından "Aynı yapı yürürlükte kaldığı halde başka sonuçların çıkmasını nasıl bekliyoruz?" sorusunu yöneltiyor.

Blaise Pascal’ın inanmak isteyen ancak buna rağmen bir türlü kendilerini şüpheden kurtaramayan inançsızlara yönelik önerisi şöyleydi: “Diz çökün, dua eder gibi kıpırdatın dudaklarınızı, inanç sarar sizi.” Pascal’ın ifadeleri bizim eğitim-öğretim faaliyetimizle kurduğumuz ilişkiyi çağrıştırıyor. Eğitim-öğretim faaliyetlerine ilişkin bir teşkilatımız olsun. Öğrenciler, eğitimciler, veliler, biraz içerik, biraz da yöntem, teknik, materyal ile harmanladığımızda memleketin talim-terbiye işlerinin kendiliğinden geleceğine ilişkin sarsılmaz bir inancımız var. Pascal, şüphe içinde olanlara ritüelleri yapmaya başladıklarında inancın kendiliğinden geleceğini belirtmişti. Bizim farkımız ise bütün bu süreç boyunca şüphe içinde olmak bir yana tersine mutlak bir inanç içinde olduğumuz gerçeğidir. Bizde problem, şüphe duymaktan ziyade gereğinden fazla inanmaktan, emin olmaktan kaynaklanıyor. Eric Hoffer’ın ‘kesin inançlılar’ından farkımız yok alanla kurduğumuz ilişkide.

Eğitim-öğretim sezonumuz tıpkı öncekiler gibi bitti ve yine bir kaç ay sonra tıpkı öncekiler gibi aynı şekilde başlayacak. Yeni bakan da görevine tıpkı kendinden önceki bakanlar gibi güzel temennilerle, büyük vaatlerle başladı. Alana ilişkin inanç yüklü olduğumuz için, alana dair inancımızı yüksek tutmak istediğimiz için önümüzdeki süreçte gelecek yeni milli eğitim bakanları da bize yine güzel temennilerde, büyük vaatlerde bulunacaklar. Güzel temenniler, büyük vaatler gerçekleşmek yerine hoşnutsuzluğumuzu arttıracak, sorunlarımızı büyütecek biz yine inanç dolu şekilde olacağız, bildiğimizi bildiğimiz şekilde yapmaya devam edeceğiz.

Hem biten eğitim-öğretim sezonumuz hem de yeni bakanın göreve başlaması vesilesiyle alana ilişkin birkaç hususun altını çizmekte fayda görüyorum. Alan çok geniş, mevzu çok teferruatlı elbette. Mevcut haliyle, resmi ve kamusal anlatı ne olursa olsun, Türkiye’de istikrarlı bir eğitim-öğretim faaliyeti yürütülüyor. Bu yürütülüşün başka türlü olmasını gerektirecek bir durum da, açık konuşmak gerekirse, mevzu bahis değil. Ne alternatif bir eğitim peşinde koşan var ne de mevcut eğitim-öğretim paradigmasında köklü bir değişim var. Bu duruma ilişkin en çarpıcı tespit de bugünlerde milli eğitim bakanı olarak göreve başlayan sayın Yusuf Tekin’in (Türkiye Cumhuriyeti tarihinde en uzun süre müsteşarlık yapan dört kişiden birisidir) müsteşarlığının son dönemlerinde yaptığı kritik ve tarihi tespittir: “Cumhuriyet’in başından beri Milli Eğitim’de teknik düzenlemeler dışında hiçbir paradigmatik değişim yapılmamıştır.” Bugün de durum bundan ibarettir.

O yüzden tekrar altını çizmekte fayda görüyorum. Eğitim-öğretim alanı kompleks bir alan. Basit teknik, mekanik bir alandan bahsetmiyoruz. Yürütülen faaliyetin başka türlü olmasını mümkün kılacak zihinsel bir uğraş ve fiili bir çaba peşinde mücadele eden aktörler olmadığı için alanda bir değişiklik yok. İkincisi de bu faaliyetin küresel ölçekteki işleyişini başka türlü yöne çekecek paradigmatik bir kırılma maalesef söz konusu olmadığı için aynı yapı, aynı mantık, aynı işleyiş yürürlükte olmaya devam ediyor.

Peki aynı yapı yürürlükte kaldığı halde başka şeylerin, başka sonuçların çıkmasını neden bekliyoruz, nasıl bekliyoruz? Burası önemli bir nokta. Türkiye’de üzerinde durulması gereken bir kamusal problem maalesef bu. Kimsenin emek göstermediği alanda tam da gönlümüze, beklentilerimize uygun bir çözümün çıkıp gelmesi beklentisi var. Normalde herkes çok rasyonel görünüyor ancak işleyişe baktığımızda herkes miskin dervişler gibi hiçbir şey yapmadan işlerini Allah’a havale etmiş, aynı zamanda da mucizenin gerçekleşmesini bekliyor. Akademi ve sivil toplum örgütleri dahil bazıları hükümetin eğitim politikasının mevcut haliyle yetersiz olduğunu, beklentileri karşılamadığını söylüyor ve bakanlığın bu işi mutlaka çözmesini bekliyor. Sanki bakanlığın mahreminde derdimize deva uygun karışım bulunmuş da makul eller tarafından uygulamayı bekliyormuş gibi. Yine önemli bir kesim meseleyi gizemlileştirerek, karanlık ve küresel bağlantılar üzerinden okuyarak cesaret gerektiren bir takım yasal düzenlemelerle hemencecik yerli-milli bir “bant sisteminin” pürüzsüz işleyerek işi hal yoluna koyacağını düşünüyor. “Kim bu aktörler, kaldırılması gereken düzenleme hangisi, getirilecek olan düzenlemeyi kimler nasıl hazırladı ve sorunlarımızı nasıl çözecek, bunlar biliniyorsa bunca yıldır niye yapılmadı, kimler nasıl engel oldu, şimdi niye ve nasıl olacak?” gibi soruları ne soran var ne de bu soruların cevabını bilen var. Yeni bakan “Türkiye yüzyılını eğitimle inşa edeceğiz” diyor MEB olarak. Söylem olarak güzel şüphesiz ancak bakanlığın çözümü varsa niye şimdiye kadar uygulamadı? Uzun süre müsteşar olarak görev başında olduğunuzda yapamadığımız şeyi ne tür köklü dönüşümler yaşadık ki şimdi yapacağız? Neyi farklı yapacağız, hangi okumaya hangi analize yaslanarak yapacağız vs.?

Bu bir aktör işi mi gerçekten? Bir karar almayla olabilecek bir şeyden mi bahsediyoruz?Yapının, felsefenin, formun, işleyişin, ilişkinin, bağlamın, sosyo-ekonomik vaziyetin, toplumsal hayatın organizasyonunun bir anlamı var mı veya yok mu? Günümüz dünyasının gerçekliği ile mevcut eğitim-öğretim formu arasındaki uyumsuzluğu görmezden gelmeye devam edecek miyiz? Daha da önemlisi eğitim-öğretim faaliyeti ile tam olarak yapmak istediğimiz şey nedir ve istediğimiz şey ile yapı arasındaki uyum-uyumsuzluk hakkında sahici bir okumamız var mı? Ne yapmak istiyoruz? Beklentimizin yerindeliği, gerçekçiliği ve uygulanabilirliğinin göstergesi nedir? Ne tür bir çözümleme, okuma üzerinden bu karara vardık? Nasıl oluyor da sistematik ve istikrarlı bir şekilde süregelen eğitim-öğretim alanında başarısızlığın-memnuniyetsizliğin bir takım ideolojik müdahalelerle dönüşeceğini farz ediyoruz? Yapıyı, işleyişi, ilişkiyi sorun etmeden sadece içeriğe ilişkin küçük ayarlamaları çözüm olarak görmek meseleyi kavramamaktır.

Ece Ayhan’ın ifadesiyle “battal boy sorumsuzluk”la malul “aşiretler topluluğu” olan Türkiye’de herkes devletin güç ve imkânlarını seferber ederek ötekinin evladını devşirmeye çalışıyor. Kendisinin “fırka-i nâciye” olduğundan emin keskin inançlılar belirli yaş aralığındaki nüfusun zorla zorunlu eğitim nedeniyle alındığı bir insandışılıkta başkasını da kurtuluşa erdireceğini varsayıyor. A’nın B tarafından belirli bir şey olmak üzere sistematik bir uygulamaya maruz bırakılmasında bir tuhaflık görmeyecek miyiz? Böyle bir şey olabilir mi? Bu ne kadar insani, ne kadar ahlaki, ne kadar özgürlükçü? Sanayi döneminden kalan bir yapıyı postmodern dönemin akışkan dünyasında yaşatmaya çalıştığımızda sadece anakronik bir yapıya can verme teşebbüsünde bulunmuyoruz aynı zamanda bugünü ve bugünün gençlerini Halil Cibran’ın ifadesiyle “ruhları yarında” olan çocukları dünün formlarına, kalıplarına, kabullerine sığdırmak gibi çaresiz stratejilerin cenderesine alıyoruz. Bu yapıdan akıl-ruh sağlığımızı koruyarak çıkmamızın imkânı yok. Zaten bu yapının, bu ilişki ağının içerisinde olmak başlı başına başarısızlığın ve memnuniyetsizliğin kök nedenidir. Bunun için başka yerlerde sebepler, suçlular aramaya kalkışmanın ne anlamı ne de gereği var.
Biz gerçeklikte neye karşılık geldiğini yeterince sorun etmeden, Pascal gibi işi kararlılıkla sürdürdüğümüzde ardından kamil bir eğitim-öğretim faaliyetinin geleceği inancıyla kendimizi kandıramayız. Uyanık olmak zorundayız. Yürüttüğümüz faaliyetin nasıl çözüldüğünü, anlamsızlaştığını, karikatürleştiğini, işlevsiz bir direnç odağına dönüştüğünü görmek durumundayız. Zaten hem toplumun alana ilişkin konuşması hem de bakanlığın işleyişi neden ortada sürpriz olmadığını gösteriyor. Bu ortamda diz çöküp dudaklarımızı dua ediyormuşuz gibi kıpırdattığımızda inanç bizi sarmayacak.

Bugünün koşullarında sadece okulları açık tutmak, öğretmen atamak, öğrencileri okulda tutmak vs. ile eğitim-öğretim faaliyeti yürüttüğümüz zannetmek büyük bir yanılgıdır. Cumhuriyetin ikinci yüzyılına girmeyi konuştuğumuz şu kritik günlere gelinceye kadar sayısız kez deneyimlediğimiz şeyi asla bir talihsizlik, bir aksaklık, bir hesap hatası olarak göremeyiz. Mevcudu muhafaza ettiğimiz sürece payımıza düşen şey bu olacaktır. Zaten başka türlüsü de ne makul ne de mantıklı.

Yorum Yap
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
Yorumlar (2)
Yükleniyor ...
Yükleme hatalı.

Görüşler Haberleri