Bir yıkımın ardından içinde bulunduğumuz yapılarda hayatta kalacağımız kadar büyüklükteki boşluklara hayat üçgeni denir. Canlıların nefes alabileceği küçük alanlardır buralar. Belirli bir süre hayatta kalabilirsiniz ancak buralarda hayat kuramazsınız.
Yaşadığımız deprem felaketi ve baş etme stratejimiz hatta baş etme stratejimizi de tayin eden varoluş biçimimiz meseleleri hayat üçgeninde sıkıştırdığımız gerçeğini önümüze bir kez daha getirdi. Maalesef hayatı bütün görmek, her bir alanın birbiriyle bağlantılı olduğunun farkında olmak temel eksikliklerimizden birisi. Konuşma eksikse, meseleyi bağlantılı olduğu alanlardan yalıtık şekilde basit ve kolay sebeplere, yerlere indirgiyorsak mesafe almamız mümkün olmaz ve nitekim mümkün de olmuyor. Bu durum sadece ürettiğimiz çözümleri işlevsiz kılmıyor aynı zamanda mevcut sorunları büyütüyor, kronikleştiriyor.
Bir dil-düşünce evreninde hayat buluyoruz. Hayatımıza yön veren, şekil veren bu dil-düşünce evreninden rahatsız değiliz. Bu dilin-düşüncenin konforunda hayat sürdürüyoruz. Bize çıkarılan maliyeti, bizi mahkûm ettiği koşulları çok da dert etmiyoruz açıkçası. Bu yüzden kriz koşullarında sergilediğimiz sıra dışı cevvallik bana hep geniş zamanların lakaytlığına dönme arzusundan kaynaklı gelmiştir. Bu sadece yaşadığımız deprem felaketi ile ilintili değil. Siyasal hayatımızda da, sosyal-kültürel hayatımızda da vaziyet öyle.
Meseleleri bütüncül görmek, bağlantılı olduğu tüm alanları dikkate alarak değerlendirmek ve dolayısıyla çözümü de bu koşullarda aramak gerekiyor. Önleyici tedbirler, tüm tedbirlere rağmen giderilemeyen riskleri de içeren bütüncül bir oryantasyon biçimi oluşturmadığımız sürece bu döngüde kalmaya devam edeceğiz. Uzun süre mevzunun bir kavrayış problemi olduğuna inandık, inandırdık. Alana, konuya ilişkin bir bilgi eksikliği olarak söyledik meselemizi. Ancak geldiğimiz noktada bu bütüncül kavrayıştan kaçmanın stratejik bir hamle olduğunu, son derece bilinçli bir tercih olarak karşımıza çıktığını dolayısıyla “bilirlerse böyle yapmazlar” dediğimiz yerde aslında çoğunlukla meselenin pek de öyle olmadığını düşündürtüyor her şey.
Sorunu da iyi kötü görebiliyoruz, sorunun çözümü için ileri sürdüğümüz çözümün gerçek çözüm olmadığını da gayet iyi biliyoruz. Afrika atasözü “uyuma numarası yapanı uyandıramazsınız” der. Bu yüzden ne meseleyi bütüncül görmek, ne de çözüm olmayan çözümleri hayata geçirmekten vazgeçmek gibi bir derdimiz var. Bizim işlevsiz de olsa bir ezberimiz var ve bu realite ne olursa olsun, ne tür felaketlerle bize maliyet çıkartırsa çıkartsın biz ezberimizin konforunda uyumaya devam etmek istiyoruz.
Devam etmek istiyoruz ancak görüntüde böyle devam etmek istediğimizin anlaşılmasını da pek istemiyoruz. O yüzden bir şeyleri değiştiriyoruz, bir şeyleri koruyoruz, bir şeyleri kolluyoruz havası yaratarak üstelik bu havayı yaratmak üzere pek çok iş ve işlem de tesis ederek. Ancak nihayetinde bütün bunların işlevsiz ana ezberimizin hayatiyeti için olduğunu gözlemliyoruz acı şekilde. Var gücümüzle, ağır bedellerle vazgeçmediğimiz, canımızın çıktığı ancak huyumuzun çıkmadığı bu yapının varlığı ve bekası için verdiğimiz mücadelenin, bedelin çok altında bir mücadele ve bedel ile çok daha iyisini, çok daha insanisini kurabileceğimizi düşünmeden edemiyor insan.
Hayatı bütüncül görmemek, sorunlarımızı bağlantılı olduğu gerçeklikle ve o gerçeklik içine yerleştirmemekle adeta gerçeklikle bağı olmayan paralel bir evren oluşturuyoruz. Yakıcı gerçeklikle temastan, hayatı bütüncül görme zorluğundan çok daha güç bir işe yelteniyoruz. Her şeyiyle dönüşen bir hayat içinde bir şekli, bir formu, bir biçimi içeriğinden, formun ve içeriğin tarihsel-toplumsal göndermelerinden sıyırarak yaşatma arzusu. Arzu şiddetli, çok şiddetli hem de. Ancak arzunun karşılıksız kalacağı ortada. Arzunun karşılıksız kalacağının bilincindeyiz üstelik. Bütün bu uzun girizgâhı aile dolayımında karşımıza çıkan kamusal söylemimize ilişkin yaptım açıkçası. Ancak bu bahsettiğim durumun spesifik olarak hayatımızın bir alanıyla sınırlı olmadığını, ilgili alanın başlığını çıkarıp yerine başka bir alanın ismini yerleştirdiğimiz de söylemimizin, söylem mimarimizin değişmeyeceğini rahatlıkla söyleyebilirim. Bu açıdan seçim sürecinin alt gündemlerinden birisi de olan aile ilgili kamusal söylemimize özellikle de aile üzerine titizlendiği görülen muhafazakâr-mütedeyyin kesimin söylemine dikkat kesilmemiz gerektiğini düşünüyorum. Uyuma numarasından vazgeçişimizi de mümkün kılacak şey belki kamusal söylemimizin bu bütüncül olmayan dolayısıyla bir yönüyle kadük, karikatür halini iyice gün yüzüne çıkarmakla, sığınılmayacak bir hale çevirmekle mümkün olacaktır.
Bilindiği üzere aile ülkemizde kutsiyetle halelenen kavramlardan. Bu kabullenişten bağımsız şekilde tarihsel-kültürel olarak ailenin önemsiz olduğunu söylemek mümkün değil. Çok önemli, çok gerekli. Zaten böyle olduğu için anlamına, önemine, değerine ilişkin hem resmi hem de sivil anlatı abartılı bir dil kullanmaktan imtina etmiyor. Ancak meseleye ilişkin abartılı bir dil kullanmak meseleyi mesele olmaktan çıkarmıyor. Yaşadığımız ekonomi-politik, sosyal-kültürel dönüşüm, siyasal-hukuki uygulamalar ile aileye ilişkin kullandığımız dil arasında bir uyumsuzluk, gittikçe açılan mesafe dikkat çekiyor. Tam da bu yüzden resmi ve sivil anlatının aileye ilişkin taltifi bir ağıta, bir örtmeceye, gerçekliğe ilişkin manipülatif bir hamleye dönüşüyor denilse yeridir.
Aile, şüphesiz standart bir formun tarih-toplum üstü varlığına ve işleyişine göndermede bulunmuyor.
Nitekim geniş aileden çekirdek aileye, özellikle günümüzde tek ebeveynli aileye doğru kayış bunu teyit ediyor. Ailenin gerçeklikteki bu dönüşümünü teknik bir arıza, ideolojik bir sapma şeklinde okuyan resmi ve sivil anlatı sosyolojik koşulları ve dinamikleri göz ardı etmekte veya bu koşullara ve dinamiklere bakarak bir çözümleme yapmaya yanaşmamaktadır. Üstelik günümüz gerçekliğine eklemlenmeyi temel bir varoluş stratejisi olarak belirlemekte de hiçbir sakınca görmüyor. Bu gerçekliğin işleyişini yapısal bir sorgulamaya tabi tutmayacağız, hayata yöne veren dinamiklerini tartışma dışı kılacağız ancak diğer yandan da aile gibi bir takım kültürel yapıları da aynı şekilde bugüne taşımayı, sorunsuzca, pürüzsüzce bugüne giydirmeyi isteyeceğiz. Gerçeklik yitiminde her şey nasıl da kolay, nasıl da mümkün!
Hayatın kendisi büyük bir alt-üst oluş içinde bir kıvam bulmaya çabalarken bunu görmezden gelip bazı yapıların varlığını sabitlemeye çalışmak en hafif ifadeyle beyhudedir. Hayatın ritmini belirleyen dinamikler karşısında aktif bir rol almayı, dönüştürücü müdahalede bulunabilecek bir irade olarak belirmeyi ne düşüneceksiniz ne de isteyeceksiniz ancak diğer taraftan da hafızamızda çağrışımları güzel olan kurumlarımızın da başına bir iş gelmesini istemeyeceğiz. Hatta iş geldiğinde bunu gizemli okumalarla günümüz gerçekliğinin sert ve dönüştürücü dinamiklerine karartma uygulayacak şekilde yapacağız.
Mevcut küresel işleyişe eklemlenmekte ihtirasla, dizginsizce yol alacaksın ama aynı zamanda bu dünyanın koşullarıyla hiçbir bağlantıya yol vermeyecek şekilde boşanmaları büyük problem olarak göreceksin, eski geniş aile özlemini dillendireceksin! Bir taraftan kızların okullaştırılması kampanyaları düzenlenir diğer taraftan bu kızların babaannelerinin rollerini de sürdürmesi beklenir. Genç kızların mevcut ekonomi-politik içerisinde iş hayatına atılması teşvik edilir diğer taraftan aynı kızlardan geleneksel toplumlardaki anneleri gibi bir eş, bir anne olması beklenir. Sosyo-ekonomik gerçekliğimiz tüm acımasızlığıyla derinleşirken, geleneksel yapı tüm destekleyici ağlarıyla çözülürken gün boyu tezgâhtarlık yapan kızımızın/kadınımızın en az üç çocuk doğurması istenir vs.
Bu şartlarda çalışmanın, bu işleyişteki bir hayatın ve ilişkinin başka alanlarda olduğu gibi aile üzerinde ne tür fiili baskılar oluşturduğunu, içinde bulunduğumuz şartların aileyi üzerinde yatırım yapılabilir bir kurum olmaktan çıkarttığını (kapitalist gerçeklikte ailenin iktisadi bir birim olarak yapılandırıldığını da unutmayalım) hatta evlenme yaşı, boşanma istatistikleri, tek ebeveynli aileler vs. gibi verileriyle üzerinde yatırım yapılmaya değmez bir yapıya dönüştüğünü görmediğimiz taktirde yaptığımızın hayat üçgeninde yaşam kurmaya çalışmak olduğunu söylemek hilafı hakikat olmasa gerek.
Elbette mevcuda razı gelinemez, elbette kültürel değerleri, yapıları koruma yönünde taleplerimiz, politikalarımız, isteklerimiz, arzularımız olacak. Ancak bunu bütüncül kavrayıştan yoksun, kültürün ve bağlantılı olarak ailenin üzerinde hayat bulduğu zemini çözen, çökerten işleyişi görmezden gelerek ailenin nasıl anlamlı yapı, insan için nasıl güzel bir yuva, toplumumuzun geleceği, devletimizin dayanağı vs. gibi ağdalı bir retoriğe yüklenerek yapamayız. Hayatın organizasyonu, ekonomi-politiğin niteliği, paylaşım mekanizmalarının yapısı, hegamonik ilişki ağının ideolojik-politik yönlendirmeleri, yaşam alanlarını nasıl yapılandırdığınız hepsi birbiriyle ilintili. Tüm bu karmaşık ağın içerisinde ailenin başına bir şeyler geliyor. Gelmesinden daha doğal ne olabilir ki! Resmi dil insanların içinde yaşam sürdüğü evlerden, yuvalardan, ocaklardan yapı stoğu olarak bahsediyor. Resmi-sivil anlatımız aileyle yanıp tutuşuyor ancak ailenin kökünü kurutan dinamiğe eklemlenmede de bir sorun görmüyor. Kufe halkının durumuna benziyor vaziyetimiz: “Ey Hüseyin! Gönlümüz seninle anca kılıçlarımız sana karşı!”