Şubat’ta yaşadığımız ve tüm bölgeyi etkileyen deprem felâketi Türkiye’yi ve Suriye’yi ağır biçimde etkiledi. Hatta Lübnan’da dahi yıkım görüldü…
Felaketin 2 ana deprem ve 6 ilâ 5 şiddetinde bir çok büyük artçılardan oluşan bir “deprem fırtınası” olması ise cabası.
Peki yaşanan ağır sonucun sorumlusu depremin şiddeti mi?
Felaket bir sürpriz değil. Tüm bilim insanları kamuoyu ile bölgede böyle bir felaketin olacağına dair defalarca uyarılar yaptı. Bir çok rapor, akademik makale yazıldı, açıklama yapıldı. Dolayısıyla bile isteye kasten bu sonuçlara ulaştığımız net. Depremin nerede olacağından, şiddetine ve yıkılacak bina sayısından ortalama ölüm sayısına kadar her bilgi detayıyla biliniyordu. Sadece günü saati ve dakikası bilinmiyordu.
Bilim insanlarının uyarıları Türkiye’de büyük bir seferberliğe yol açsaydı; İktidar bir çok çalıştay, kongre, şurâ düzenleyip bilirkişilerle olacak felakete yönelik önceden eylem planları oluştursaydı elbette yıkımın sonuçları hafifletilmiş olacaktı.
İyi, orta ve kötü bir çok simülasyon ve senaryo üretilip bunlar üzerinden bu 10 ilimizde büyük bir dönüşüm yapılmalıydı.
Bu dönüşüm için de partiler üstü bir eşgüdüm olmalıydı. Çılgın projelerimiz işte tam da bunun için uygulanmalıydı. Bunların hiçbiri yapılmadı.
Partiler üstü eşgüdüm yerine parti-devleti – muhalif parti ayrımcılığı bariz biçimde uygulandı Ankara sadece kendisine itaat eden kendisine eklemlenmiş yerel yönetimler ve STK’ları muhatap kabul etti.
İmar barışları ile kitabına uydurulan imar hukuksuzlukları bizzat devlet eliyle ödüllendirildi.
Yönetim, İnşaat mühendisliği eğitimini niteliksizleştirerek ehliyet sahibi olmayan liyakatsiz inşaat mühendislerine yetki verdi.
Sorumlu ve tek yetkili olan iktidar deprem öncesi yapması gerekenleri kasten yapmadığı için, herkesin şiddet oranına kadar önceden bildiği felaket geldi yıktı ve geçti…
Türkiye’deki müesses nizam, öngörülebilir ve önlenebilir ölümlere bile bile yol açtı.
Sadece kentlerin bilimsel temele dayalı imar dönüşümü değil aynı zamanda eğitim konusunda da halkta bir afete hazır olma bilinci oluşturulamadı. Bunun yerine günü birlik popülist politikalar, bilinçsiz vatandaşın küçük çıkar hesapları ile müteahhit, inşaat mühendisi, yerel yönetim ve merkezi yönetim arasındaki rant paylaşımı ile birleşti. Bu küçükten büyüğe rant iştahı kabardıkça inşaatçılıkta çok iyi ama deprem tedbirlerinde çok kötü bir toplumsal çöküş tablosu ortaya çıktı.
Normalden çok daha sağlam yapılması gereken hastane ve okul binaları yerle bir olurken bazı binaların sapasağlam ayakta kalması yapıların doğru biçimde inşa edildiğinde depremde yıkılmayabileceğinin de kanıtı oldu.
Ve herkesin bildiği ama hazırlanmadığı deprem yüzünden on binlerce canımızı yitirirken milyarlarca dolar da zarara uğradık.
Depremin ilk üç günü bu kötü senaryoya hazırlanmayan devlet net olarak sınıfta kaldı. İlk üç gün ülkenin orta yerine ulaşılamaması(!) uzun süre şehir merkezlerine elektrik ve iletişim hizmeti sağlanamaması(!) başlı başına bir garabetti.
Deprem öncesinde hazırlanmayan, tedbir almayan devlet, afet öncesi kurduğu otoriter sistem sebebiyle kendisine yönelen tüm eleştirileri engellemeye yönelik bir tutum sergiliyor. Afet öncesinde olduğu gibi sonrasında da sadece kendisine itaat edenleri kollayıp, etmeyenleri teröristlikle hainlikle yaftalıyor. Kendisi sorumluluk makamında oturduğu için eleştirilerin, soruların, sorgulamaların da doğal olarak muhatabı.
Sivil toplumu ve çoğulcu demokrasiyi baskılayan ve susturan bu siyasal rejim sorunların konuşulmasını kendisine yönelik bir tehdit olarak algılayıp algılatıyor. Bu gerçeklikten kopuş demek. Dolayısıyla sadece kendi otoritesinin kusursuz olduğu imajını korumayı merkeze alan söylemler ve eylemlere odaklanıyor.
Diğer yandan da felaketin sonuçlarına dair sorumluluk almamak için yaşananların zaten Allah’ın kader planında önceden belirlendiğini iddia ederek sorumsuzluklara ve tedbirsizliklere dinsel bir meşruiyet de kazandırmaya çalışıyor. Özeleştiri yoksunluğu ve sonuçların hukuki sonuçları bir yana bu kadar büyük bir sorumsuzluk tablosu karşısında yerel ve merkezi siyasetten ve bürokrasiden tek bir özür ya da istifa dahi gelmedi.
“Kuyruğu dik tutmak” olarak ifade edebileceğimiz sürekli güçlü olduğunu gösterme politikası ile depremin sonuçları ise ters orantılı. İlk başta da belirttiğimiz gibi felaket boyutları itibariyle süper güç olarak tanımlanan ABD gibi devletleri bile zora sokacak, yetersiz bırakacak düzeyde. Dolayısıyla uluslararası platformda orta ölçekli bir devlet olan Türkiye Cumhuriyeti’nin bu felakette her şeyi kontrolü altında tutması mümkün değil.
İktidar/devlet 15 Temmuz 2016’da da benzeri bir acziyet-yetersizlik durumuna düşmüş bu boşluğu halkın doğaçlama sivil inisiyatifi doldurmuştu. “Yenikapı ruhu” olarak tarihe geçen süreçte iktidar çoğulcu demokrasiye kapılarını açarak muhalefetle ulusal dayanışma tablosu oluşturabilmişti.
İktidarın tehdit bizzat kendisine yöneldiğinde gayet de olması gerektiği gibi sivil inisiyatif ile muhalifleri ile iş birliğine gitmesinin örneğini maalesef tehdit halka yöneldiğinde tekrarlamadığını görüyoruz. On binlerce insanın hayatı tehlike altındayken böylesi bir afette dahi otoriter itaat politikasında ısrar etmesi bunu gösteriyor. Kendisine itaat etmeyen/eklemlenmeyen STK’lar, muhalif siyasi partileri yardımlaşma koordinasyonun dışında tutması insan hayatını değil politik rekabeti öncelediğini gösteriyor.
Depremzedelerin enkaz altından kurtarılması ve yardımlaşma koordinasyonu için hayati bir iletişim aracı olan Twitter’ın kapatılması da insan hayatının umursanmadığı kanaatini güçlendiriyor.
Ankara’nın kendisine yönelen eleştirileri savuşturma/susturma söylemi hem felaketin çok büyük olduğu dolayısıyla sonuçların engellenemeyeceği hem de her şeyin kontrol altında olduğu, kriz yönetimin eleştirilerinin hainlik, teröristlik olduğu savunusudur. Bu çelişki barındıran bir tevil. Madem bu kadar devasa bir felaket nasıl olur da her şeyi kontrol edilebilir?
Oysa sahadaki depremzedelerden ve habercilerden gelen tüm şikayet, feryat ve çağrılar AFAD’ın 10 ile birden yayılan yıkım sonuçlarıyla başa çıkamadığı, tabandaki gönüllülerinin emeklerinin aksine AFAD ve Kızılay’ın yönetimlerinin ehliyetsiz olduklarından koordinasyonu sağlayamadığında hemfikir. Türkiye’de sadece kendisinden olanı meşru muhatap gören bu yönetim tarzı, içini boşalttığı kurumlara toplumun güven duymadığının açığa çıkması üzerine iş birliği yaptığı AHBAP gibi bir sivil insani yardım inisiyatifini dahi ödüllendirmesi gerekirken düşmanlaştırmaya yeltenebiliyor.
Buharlaşan argümanlar
Felaket sonrası uluslararası dayanışma, müesses nizamın uzun süredir iç politikada kullandığı “dış düşmanlar” argümanının da gerçeklikten kopuk olduğunu gösterdi. Batı’nın Türkiye’ye düşman olduğu söylemi yerini Yunanistan’da düzenlenen kan bağışı ve yardım kampanyaları, bölgeye ilk intikal edenin Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi ekipleri olması, İsrail’den Filistin’e Ukrayna’dan Rusya’ya 80’in üzerinde devletten arama kurtarma ekiplerinin Türkiye’ye gelmesi oldu.
Ortaya çıkan tablo Türkün Türkten başka epey bir dostu varmış dedirtti. Devletlerin konjonktürel çatışmaları bir yana halklar arasında sorun olmadığı ve insani zeminde dayanışmanın olduğunu gösterdi. Uluslararası dayanışmanın yanısıra sivil insiyatifler arasındaki dayanışma da iktidarın kimlikçi, kutuplaştırmacı eylemlerinin aksine bir tablo ortaya çıkarttı. “İç düşmanlar” söylemi de böylece buharlaşmış oldu.
Tüm bu tablonun yanı sıra elbette sorumlulardan kamuoyu önünde hesap sorulmasının önünde halen engeller bulunuyor. Örneğin medya üzerindeki baskılar depremzedelerin ihtiyaç çağrılarının ekranlara yansımasını kısıtlıyor.
Yardımlaşmadaki kutupsuz insani dayanışmaya ters orantılı olarak göçmen karşıtı-ırkçı provokasyonlar deprem öncesi ve sonrası kötü kriz yönetiminin tartışılmasına ket vuruyor, gündem saptırıyor. İnsanlığın zirve yaptığı dayanışma süreciyle ters orantılı ve eşzamanlı olarak insanlıktan çıkıldığına da yağma, fırsatçılığa, kimlikçi bölücülüğün örneklerine de şahit olduk.
Önlenebilir ölümlerin önlenmemesinin hesabını hukuk karşısında sormak en temel insan hakkı olan yaşam hakkının savunulması açısından elzemdir. “Hukuk devleti” çoğulcu demokrasi, demokratik medya, ifade özgürlüğü, liyakat, ehliyet gibi kavramların ucuz birer slogan olmadıkları ya da ayakbağı fuzuli şeyler olmadıkları aksine hayati ihtiyaçlar olduğunun altı çizilmeli.
Yaşanacağı biline biline hazırlık yapılmayan, tedbir alınmayan bir felaket sonrası felaketin yeni sosyolojik sorunlar doğuracağı da ortadadır. Özellikle artık bir yaşam alanı özelliğini yitiren ölü kentler Antakya ve Adıyaman başta olmak üzere 13 milyon insanın yaşadığı afet bölgesinden ciddi bir iç göç sorunuyla mücadele şimdiden planlanmalıdır.
Müesses nizamın gerçeklikle yeniden bağlantı kurması kendi siyasi ömrü açısından rasyonel olan yoldur. Türkiye’nin çoğulcu demokrasiye yönelmesi sadece siyasi ve ekonomik darboğazdan çıkması için değil bizzat yaşamsal olarak felaketlere bilimsel tedbirlerin alınabilmesi için de zorunludur, hayatidir. Hukukun uygulandığı, sorumluların hesap verdiği bir toplumsal düzende tedbirler alınabilir. Sel, orman yangını, deprem gibi afetler sonucu önlenebilir ölümlerin gerçekleşmemesi, zararın minimize edilmesinin tek yolu budur.