Nuri Pakdil dostlarından birisine Paris’ten yazıdğı mektupta şunları yazar: “…Ulusları, tarihsel dönemeçlerinde, ancak umut kuşakları kurtarabilmiştir, gidilecek yönü ancak umut kuşakları belirtebilmiştir, vicdani duygularını yitirmemişlerse.” Umut kuşakları oluşturmaya küresel ölçekte muhtaç olduğumuz yaşanan alt-üst oluştan anlaşılıyor. Küresel ölçekte seyreden teknik-tali bir krizle karşı karşıya değiliz. Derin bir kriz yaşıyoruz ve kıyılarımızı vuran her sorun başlığı bunun yansıması. Kriz sadece yaşadığımız sorunların çok ve çeşitli olmasıyla ilgili değil. Egemen düşünsel-zihinsel donanımın ve üssün çözülüşüyle karşı karşıyayız. Umut kuşaklarının olmayışı uzun ve sarsıcı bir belirsizliğin girdabında insanlığın sürüklenmesini getiriyor. Krizin belki de en önemli başlıklarından birisini mülteciler oluşturuyor.
BM Dünya Göç Raporuna (2021) göre dünyadaki göçmen sayısı 281 milyon. BM Mülteciler Yüksek Komiserliği’nin 2020 verilerine göre dünya üzerinde şiddet ve insan hakları ihlallerinden kaçanların sayısı 82 milyonun üzerinde. Sayının çok olması şüphesiz çok önemli ancak sorunu daha büyük yapan ve krizi derinleştiren husus bununla sınırlı değil. Üstelik yeni de değil. Ancak krizle yüzleşmek yerine sahte umut kuşaklarıyla krizi yarınlara taşımak mümkün nitekim karşımızda duran husus da bu. Mültecilik üzerinden mevzuyu biraz daha açalım. Hannah Arendt ulus devletlerin, birinci ve ikinci dünya savaşları dönemlerinde karşılaştıkları kitlesel mülteci hareketleri nedeniyle derin bir krizle karşı karşıya kaldıklarını belirtir. Bunun en önemli yansımasının da “insan hakları” üzerinden olduğunu belirtir. Bugünkü tartışmamızın da sınırları içinde olan veya en azından görülmesi gereken bu hususu biraz daha açmamız gerekiyor. Esasında “insan hakları” olarak altı çizilen haklar yurttaş haklarıdır ve yurttaşlıktan çıkardığımızda veya bir insan yurttaş olarak karşımıza çıkmıyorsa haklardan bahsedemez demektir. Slovaj Zizek her insanın “insan” olarak sahip olduğu evrensel (siyasallık öncesi) insan hakları ile belli bir siyasal topluluğun mensupları olarak yurttaşların sahip olduğu özgül siyasal haklar arasındaki ayrımı sorunsallaştırmamız gerektiğini belirtiyor. Çetrefilli bir alan burası. Zira Balibar’ın yetkinlikle altını çizdiği üzere “‘insan’ ile ‘yurttaş’ arasındaki tarihsel ve teorik ilişkinin”, “yurttaşlığın insanlıktan değil insanlığın yurttaşlıktan kaynaklandığını açıklayan bir şekilde tersine çevrilmesi” durumu var karşımızda. Zizek’ten aktararak devam edelim. Arendt’in bir yirminci yüzyıl fenomeni olan mültecilere ilişkin içgörüsüne atıf yapar Balibar: “İnsanın varsayılan mevcudiyetine dayalı insan hakları kavrayışı, bu kavrayışa inanananlar halen insan olmak dışında sahiden diğer tüm özelliklerini kaybetmiş insanlarla ilk karşılaştıkları anda çökmüştür.” Soyut, spekülatif gibi görülebilir tartışma ancak sıcak gündemimizle, meseleyi tartışma biçimimize çok ilintili. Nitekim bu tartışmayı uzun yıllardır ısrarlı bir şekilde sürdüren Agamben’in yaşamı “negatif şekilde tescil edilmiş olan ve ne vatandaş olan ne de hak sahibi olan” “homo sacer” analizinde de görmek mümkün. Burası modern egemenlikle, modern devletle, yurttaşlıkla, insanla, insanlıkla, hayatla vs. doğrudan ilişkili. O halde bugünkü tartışmamızın koordinatlarını pek farkında olmadığımız şekilde belirleyen ve milyonlarca insanın mekanik bir mühendislik faaliyetiyle “gönderilmesi, dışarı atılması” talebine vardıran husus Arendt’ın tespit ettiği üzere yüzyıl öncesinden devam edegelen derin bir açmazın devamı. Yurttaşlığı veya “özne” olmayı mümkün kılan sosyopolitik giydirmelerden soyduğumuzda geriye kalan insan yukarıda da değinildiği gibi paradoksal şekilde haklardan yoksun Agamben’in ifadesiyle günümüz dünyasının “istisna”sına dönüşüyor. Demek ki, mülteci yani yurttaş olmayan yani sosyo-politik giydirmelerden soyundurulmuş “çıplak insan”, modern ulus devletlerin ve ulus devletlere paralel olarak ortaya çıkmış insan haklarının krizinin somut göstergesi olarak karşımızdadır.
Buradan hareketle güncel politik tartışmamıza da değinmekte fayda var. Zira bu krizin basit şekilde mekân, aş, iş sorunu olmadığı ortada. “Gitsinler”, “nasıl gitsinler” üzerinden tüketilebilecek olmanın çok ötesinde geniş ölçekli bir okuma zarureti ile karşı karşıyayız. 2011 yılı Nisan ayında 252 kişilik ilk kafilesini “geçici koruma” statüsüyle kabul ettiğimiz Suriyeli sığınmacılar bugün 4 milyon civarında. Resmi statülerinin “geçici” olması bir anlam ifade etmiyor. Ülkemizde doğan Suriyeli sayısı yarım milyonun üzerinde. 20 yaş altındaki 2 milyona yakın insan sosyalleşme sürecinin önemli bir kısmını burada tamamladı, tamamlıyor. Suriye’nin mevcut durumu, bölgesel ve küresel gelişmeler ile kısa ve orta ölçekli değerlendirmeler bir geri dönüşün fiilen çok güç olduğunu gösteriyor. Göçün doğası, nüfus hareketliliğindeki dinamikler ve eğilimler dikkate alındığında tersine bir göçün çok sınırlı olacağını tahmin etmek güç değil. Zaten sınırların sıkıca korunduğu bir dünyada bile insanların ölümcül riskler alarak yol aldıkları dikkate alınırsa “arıtma, arındırma, sterilleştirme” söyleminin politik bir örtmeceden ibaret olduğu görülecektir. Heidegger’in daha çok teknoloji bağlamında ifade ettiği “yurtsuzluk dünyanın kaderi haline geliyor” ifadesi fiili duruma dönüşmüş durumda bugün. Heidegger’in bir anlamda “umut kuşağının çöküşü” olarak hüzünle ifade ettiği bu husus şüphesiz krize, çöküşe, çözülüşe ilişkin yönüyle önemli. Ancak bugünkü tartışmamızda da görmezden gelinen, görülmeyen şey; bu gerçeklikten, bu çöküş, çözülüş ve krizden hareketle tam da Nuri Pakdil’in ifade ettiği üzere “yeni umut kuşakları” oluşturmak için seferber olmak önemli. Dünün çözülen formlarına sarılmak veya onlara ağıt yakmak değil.
Dönelim tekrar gerçekliğimize. Sayıları, olguyu, gerçekliği ve eğilimleri gördük. Açık kapı politikası gibi takdire şayan bir uygulamamız olmakla birlikte bu insanların kapsayıcı, destekleyici, bütüncül bir stratejiye konu edildiklerini söylemek mümkün değil. İradi göçlerde bile uyum güçlükleri ciddi noktada iken travmatik bir yaşantıyla gelen insanların bir tür kendiliğinden uyum göstereceklerini düşünmek veya “niçin beklediğimize uygun hareket etmiyorlar” şeklinde eleştirmek karşı karşıya olduğumuz şeyin ne olduğundan bihaber olmaktır. Sosyo-ekonomik gerçekliğin görece iyi ve istikrarlı olmasının toplumun sorunu taşıma kapasitesini arttırdığını ancak bunun konjonktürel bir durum olduğunu farkedemedik. Kamusal bir retorik dışında geniş çaplı politikalarla yönetilmeyen bir gerçekliğin toplumsal hayatımızın kuytularında demlenmekte olan bir soruna dönüşeceği bir sır değildi nitekim sosyal-ekonomik göstergelerdeki bozulmayla açık ve öncelikli hedef haline gelmeleri adeta kaçınılmaz oldu.
Dolayısıyla sorunun manipüle edileceği, hoşnutsuzluğun, huzursuzluğun yönlendirileceği sahte bir odağa dönüşmesi karşısında gerçekçi, meşru ve uygulanabilir adımları atmak bu tarz adımların atılabilmesine imkan sağlayacak açılımları düşünmek önemli ve acil hâle gelmiş durumda. Demografik yapımıza musallat edilen tehdit olarak algılamak yerine bu nüfusu bir imkân olarak görecek, değerlendirecek rafine yaklaşımlara/politikalara ihtiyaç var. Kimlik yıkımı ile karşı karşya olmak şeklindeki sahte, yüzeysel algıyı dağıtmak ve sürecin bizi de içeren bir eklemleşme, bütünleşme siyasetini gerekli kıldığını görmemiz gerekiyor. Yukarıdaki teorik tartışmada görüldüğü sadece pratik-güncel bir mevzuyu konuşmuyoruz ve mevzuyu bu lokasyonda tüketemeyiz. Teorik okumalarımızı, zihinsel konforlarımızı baskılayan yeni bir süreç bu. Eğitimden yerel yönetimlere, nüfus ve vatandaşlıktan yurttaşlık haklarına uzanan geniş ölçekli bir soru(n)la karşı karşıyayız. Bunları görmek yerine zamanın/mekânın/ilişki ağının sıkıştığı, tüm kurumsal yapıların ve söylem setlerinin çözüldüğü bir tarihsel eşikte değişimi-dönüşümü kendimizi dışarda tutmak kaydıyla hesaba katacağını varsaymak gerçekliğe gözlerimizi kapatmaktır.
Büyük bir dönüşüm içindeyiz. Direnç mekanizmalarımızın, varlık kiplerimizin çözüldüğü bir eşikteyiz. Baudrillard’ın ifadesiyle “çaresiz stratejiler” üzerinden yapısal problemlerimizi çözeceğimizi düşünmek akla ziyandır. Bu mesele ciddi bir meseledir ve ciddiyet talep etmektedir. “Geri göndereceğiz” şeklindeki çaresiz strateji; sistemik, yapısal problemleri çarpıtılmış bir yansıtma üzerinden gidermeye çalışıyor. Mülteciler ülkemizde olduğu için problem yaşamıyoruz, zaten var olan problemlerimiz için sahte, kullanışlı ve ucuz bir sebebe dönüştürülüyorlar.
Yaklaşık 12 yıldır ülkemizde olan ve tek bir kamusal temsilcilerini bilmediğimiz, duymadığımız dolayısıyla sesi, sözcüsü olmayan, ne düşündüğünü, ne hissettiğini bilmediğimiz, yüzleri olmayan hayatımızın “istisna”larından bahsediyoruz. Levinas’in etiği, sorumluluğu ötekiyle kurulan yüzyüze ilişkide araması boşuna değil. Üzerinde tasarrufta bulunacağımız bir nesneden bahseder şekilde sorumluluk almayan tavrımızın sebebi de bu olsa gerek. Şu anki haliyle “bunlara” iyi davranmak veya “bunları” geri göndermek şeklindeki karşıtlığın aynı kayıtsızlıkla malul olduğu görülmelidir. Bu insanları, istisnaları, sosyo-politik giyimsizliklerinden dolayı hak yoksunu bıraktıklarımızı tabi tuttuğumuz ilişkiyle, içine aldığımız dille, bu dilin mantıksal kurgusu ve ahlaki öncülleriyle gönderip göndermemekten bağımsız şekilde bir soruna dönüştürmüyor muyuz? Türkiye’nin kendisiyle, tarihsel-kültürel derinliğinin doğal bir parçası olan bölgeyle, insanlıkla temasının bir nitelik göstergesi, kendi varlığının anlam ve öneminin bir yansıması, bir alternatif iddiası olabilecek hassas bir mevzuyu Türkiye’yi “arındırma” diskuru üzerinden ırkçılığa vardırmak, yabancı düşmanlığına götürmektir. Bu tarihsel dönemeçte seviye yitimine, ırkçılığa, sürekli mağdurlaştırmaya (mağdurları “özne”leştirmeyen, istisnadan, çıplak insandan çıkarmayan her söylem ve siyaset tüm iyiniyetli görünümüne karşın dışlayıcı, ötekileştiricidir) değil vicdani duygularımızı yitirmeden, ötekinin sorumluluğunu alarak yeni bir umut kuşağı oluşturmak durumundayız. Anlamlı bir varlık, anlamlı bir var oluş ve anlamlı bir gelecek bunu gerektiriyor.