Sorunumuzun, daha doğrusu krizimizin adı, yargı. Çoğunlukla yargı sorununu ele alan hukukçular probleme yargının bağımsızlığı yönünden yaklaşır, bağımsızlığı ise idari yeterliliğe indirger, formel açıdan idari bağımsızlığı sağlayacak çözüm önerileriyle işi kotaracaklarını zannederler. Oysa ben aynı kanaatte değilim. İdari bağımsızlık, sorunun bir parçasıdır, ancak tamamı değildir. Ayrıca idari bağımsızlığı sadece formel açıdan ele almakta yanlıştır. Yargının idari bağımsızlıktan başka mali ve akademik bağımsızlık sorunları da bulunmaktadır. Bu sorunları hallettiğimizi var sayalım. Dört başı mamur bir yargıya kavuşmuş olacak mıyız? Tabi ki hayır. Günümüz itibariyle yargı sadece idari, mali ve akademik bağımsızlıkla yetinemez. Güçlü ve yaratıcı olması da gereklidir. Yani sorun çok yönlüdür.
Mihenk taşı; çağdaş hukuk felsefesi
Öncelikle ülkemizdeki yargının bulunduğu durumu tespit etmeliyiz. Bu tespiti yaparken ölçümüz ne olmalı? Yani bir mihenk taşına ihtiyacımız var. Bu mihenk taşı insanlığın netice-i efkârı olan çağdaş hukuk felsefesi olmalıdır. Yani felsefeden hareketle çağdaş yargının varmış olduğu yeri tespit edip, akabinde kendi yargımızla kıyaslayacağız. İlk önce felsefenin tarifi için Hegel’e müracaat edelim. Hegel, bilindiği gibi, Descartes ve Hobbes’le başlayan Modern Felsefenin zirve noktasıdır. O, Hukuk Felsefesi kitabında, felsefeyi ‘’çağı düşüncede kavramak’’ şeklinde tarif etmektedir. Bu tarifi elde ettikten sonra felsefi açıdan çağımızı kavramaya çalışalım. Ancak bunun için biraz geriye gitmek lazım. Mitolojik Dönem ile İlk ve Orta Çağ felsefesine gitmek ve oradan günümüze gelmek iyi olurdu. Lakin çok zamanımızı alacaktır. Bu yüzden Modern Felsefeden başlayalım. Modern Felsefenin Aristo’su sayılan Kant, Aydınlanmayı, aklı ve düşünceyi kılavuzlardan arındırma/özgürleştirme şeklinde ortaya koymuştur. Modern Felsefe filozoflarının kahir ekseriyetine baktığımızda, onlarda düşünce üzerinde süregelen dini, etnik ve kültürel ipotekleri kaldırmaya, en azından etkisini azaltmaya, bu şekilde özgür düşüncenin yolunu açmaya çalıştıklarını görüyoruz. Bu durumda rahatlıkla diyebiliriz ki Modern Felsefe amaç olarak özgürlüğü temellendirmiştir. Sonraki filozoflardan Marks, Engels ve Nietsche Modern Felsefenin düşünce planında temellendirdiği yalın özgürlüğün tek başına işlevsiz kalacağını düşünerek eleştirmişler, bilhassa Marks ve Engels özgürlüğü elde etmek için ilaveten güce dayanmak gerektiğini belirtmişlerdi. Yani modern sonrası felsefe, özgürlüğü bir adım daha öteye taşıyarak, onu güç istenciyle buluşturmuştur. Günümüze geldiğimizde Jean Paul Sartre, Paul Tillich, Erich Fromm, Rollo May gibi düşünürler özgürlük ve güç istenciyle yetinilemeyeceğini, insanın yaratma cesaretini ortaya koyması gereğine vurgu yapmaktadırlar. Hariri, geleceğin insanına şimdiden ‘’Homo Deus’’ adını vermiştir. Bu izahtan sonra diyebiliriz ki, Hukuk felsefesi, 21. Yüzyılın yargısını ‘’özgür/bağımsız, güçlü ve yaratıcı’’ şeklinde vasıflandırmalıdır.
Ölçümüzü elde ettikten sonra, artık özgür, güçlü ve yaratıcı yargımız var mı? Sorularına cevap arayabiliriz.
1- Yargımız bağımsız mı, özgür mü?
Özgürlük, Hegel’in de dediği gibi, zorunluluğu kavramaktır. Burada zorunluluk; sorunu teşhis etmek, akabinde çözüm ortaya koymaktır. Yargının hangi alanlarında bu zorunluluğu kavramamız gereklidir? Rahmetli hocam Vakur Versan, derslerinde, bir kurumun tam bağımsızlığını; ‘idari, mali ve akademik yeterliliğe sahip olması’ şeklinde tarif ederdi. Bu tarif çerçevesinde üç alana da bakalım.
İdari bağımsızlık
Bir kurum, kendisinin belirlediği usullerle, kendi idarecilerini seçiyorsa, özerk sayılmaktadır. Günümüz itibariyle yargının böyle bir idari özerkliğinden bahsedilemez. Bilindiği gibi 2017 yılında yapılan yasal değişiklikle, yargının idari işlerini deruhte eden Hakimler ve Savcılar Kurulu yeniden kurgulanmıştır. Bu kurguya göre HSK 13 kişiden oluşmaktadır. Adalet Bakanı ve yardımcısı kurulun üyeleridir. Geriye kalan 11 üyeden dördünü Cumhurbaşkanı, 7 tanesini ise Türkiye Büyük Millet Meclisi seçmektedir. Meclisteki çoğunluğun yürütmenin elinde bulunduğu gözetildiğinde, HSK’nın oluşumunda yürütme organının tam anlamıyla belirleyici olduğu görülmektedir. Bu belirleyicilik yürütmeyle yargı arasında tam bir efendi-köle, patron-işçi ilişkisine vücut vermiştir. Yargının günümüzdeki mevcut fotoğrafına baktığımızda bunu rahatlıkla müşahede edebiliriz. Yürütmenin yargının patronu edasıyla Rahip Brunson, Deniz Yücel, Osman Kavala gibi davalardaki söylemleri ve bu söyleme uygun sonuç alması nedeniyle Türk ve Dünya kamuoyunda yürütmenin yargıya her istediğini yaptırabildiği algısı yerleşmiştir. Yine, bu algının doğal sonucu olarak yürütmeyle irtibatlı suç teşkil eden kimi eylemler hakkında soruşturma yapılmazken, buna karşın yürütmenin tasarruflarıyla ilgili yapılan bir takım eleştiriler takibat konusu yapılmaktadır. Kimsenin hukuk güvenliği kalmamıştır. Yürütmenin hoşlanmadığı Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi ile Anayasa Mahkemesinin ihlal kararlarını takmayan, yürütmenin beklentilerine cevap olacak kararları veren yargı mensupları taltif edilirken, coğrafi teminatları olmadığı için yürütmenin sözünü dinlemeyen yargıçlar tabiri caiz ise soluğu Fizan’da almaktadırlar. Yürütme, HSK’da ki konumu vasıtasıyla, sopa ve havuç politikasıyla yargının efendisi ve patronu haline gelmiştir. Günümüzde yargı, yürütmenin ‘’vali atar gibi idarecilerini atadığı’’ bir kolonisi görünümündedir.
Akademik bağımsızlık
Akademik bağımsızlık, her hangi bir belirlenmeye maruz kalmaksızın bilimin gereğini yerine getirecek çalışmaların yürütülmesini ve bu çalışmaları yapacak imkânlara kavuşmayı gerektirir. Yargının günümüz itibariyle hukuk biliminin gereğini yerine getirmesi için kurtulması gereken bagajları vardır. Buna negatif faktörler diyelim. Bir de ulaşması gereken imkânlar bulunmaktadır. Buna da pozitif faktör diyelim.
Negatif faktörler; negatif faktörleri iki gurupta toplamak mümkündür.
a-Negatif unsurların başında ülkede yaygın olan etnik, dini, kültürel ve ideolojik anlayışın kendini yargıya dayatması gelmektedir. Geçmişte yargı ideolojik dayatmaların hegemonyası altındaydı. Günümüzde ise ideolojinin yerini etnik ve dini belirlenimler almış bulunmaktadır. Geçmişte ideolojik anlayışın yargı kararlarına yansımasına 27 Mayıs 1960 sonrası Yassıada Mahkemesinin Adnan Menderes ve üç bakanın idamına ilişkin kararı, Ankara 1 Nolu Askeri Mahkemesinin Deniz Gezmiş ve arkadaşları hakkında verdiği idam kararı, Anayasa Mahkemesinin 367 ve Refah Partisini kapatılma kararları örnek verilebilir. Son zamanlarda ise çoğunlukla etnik ve dini belirlenimlerin etkisini görmekteyiz. Bu konuda da iki mahkeme kararı vermekle yetinelim. İlki; İstanbul 23. Ağır Ceza Mahkemesinin 2020/51-2021/11 sayılı kararıdır. Mahkeme bu kararında evrensel insan haklarının ülkemiz için bol olduğuna, daha dar çerçevede milli bir insan hakları anlayışına ihtiyaç duyulduğuna değinmektedir. İkincisi; İzmir 9. Ağır Ceza Mahkemesidir. Anılan mahkeme Eymen isimli çocuğun öldürülmesi davasında, verdiği mahkûmiyet kararıyla yetinmeyip, ölen çocuğun ahirette mükâfata kavuşacağını vurgulamıştır.
b-Negatif unsurların ikincisi; Benim merci aktivizmi dediğim, yasa yolu mercilerinin, denetim yetkilerinin dışına taşarak verdikleri kararlar teşkil etmektedir. Bilindiği gibi olağan kanun yolu itiraz, istinaf ve temyizden oluşmaktadır. İstinaflar kendilerine gelen davalarda yeniden yargılama yapma ve karar verme yetkileri bulunmasına, bu konuda bozma kararı verme yetkileri olmamasına rağmen, çoğunlukla delil toplama, eylemi nitelendirme veya sübut konusunda bozma kararı vermekte ve dosyayı yerel mahkemeye göndermektedirler. Keza Yargıtay sadece hukuki denetim yapma yetkisi bulunduğuna aldırmaksızın olgusal denetim yapıp, bozma kararı vermekte ve dosyayı ilk derece mahkemesi veya istinafa iade etmektedir. Yargıtay ve istinaf daireleri not silahını kullanarak yerel mahkemeleri yetkilerini aşarak verdikleri kararlara uymaya zorlamaktadırlar.
Pozitif faktör; yargıç ve savcılardan, yapmış oldukları kovuşturma ve soruşturmalara teorik, pratik ve estetik aklı yansıtmaları beklenir. Bunu için öncelikle; hukuk biliminin teorik köklerine ulaşmak, evrensel ölçekte yeni gelişmeleri takip etmek imkânlarına kavuşturulmaları elzemdir. Saniyen; evrensel hukukun pratiklerinin sergilendiği Birleşmiş Milletler Adalet Divanı, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi gibi uluslararası yargı kurumlarında bir süre bulunmaları, buradan elde ettikleri evrensel hukuk anlayış ve pratiğini ülkemiz yargısına taşımaları sağlanmalıdır. Salisen; tez ve antitezin ortaya konulduğu yargılama faaliyetinin taraflar açısından tatmin ve tamir edici bir şekilde sonuçlanması sağlanmalıdır. Yani bu süreçte mağdurun acısını artırmadan onu tatmin etmek, sanığa zarar vermeden içindeki insana ulaşmak ve onu dışarı çıkarmak gerekir. Bu incelik ve hassasiyet isteyen ancak şimdiye kadar üzerinde pek durulmayan ve düşünülmeyen bir konudur. Ben buna yargılamanın estetiği diyorum. Yargılama estetiğinin uzmanlarca ele alınıp, ilkelerinin belirlenmesi, akabinde yargı erkini kullananların istifadesine sunulması isabetli olacaktır.
Mali bağımsızlık
Anayasamızın devleti kurgulayan düzenlemesine baktığımızda kuvvetler ayrılığı sisteminin benimsendiğini görmekteyiz. Kuvvetler ayrılığı sisteminde yasama, yürütme ve yargının birbirlerinden ayrı ve bağımsız kuvvetler oldukları, keza aralarında eşitlik bulunduğu malumdur. Bütçenin yürütme tarafından hazırlandığı ve kontrol edildiği, yargının mali yönden yürütmenin inisiyatifinde olduğu, yürütmenin bu yetki ve takdirini ‘’patron benim’’ dercesine estetikten uzak bir şekilde kullandığı da bilinen bir gerçektir. Hemen hemen her dönemde yargıç ve savcıların mali problemle boğuştuklarını sağır sultan bile duymuştur. Nitekim 1998-1999 Adli Yıl açılış konuşmasında Yargıtay 1. Başkanı Sayın Mehmet Uygun utana-sıkıla bu hususu dillendirmiş, eleştiri yağmuruna tutulmayı göze alarak yargıçların vicdanıyla cüzdanı arasında sıkıştıklarını belirtmişti. Yargının bağımsızlığı, yasama ve yürütmeye denkliği dikkate alındığında, yargıç ve savcıların mali haklarının, yasama ve yürütme organlarını temsil edenlerle eşitlenmesi ve bu hususun anayasal güvenceye bağlanması gerekmektedir.
2- Yargımız güçlü mü?
Marks ve Engels, özgürlüğün, düşünürler arasında soyut felsefi bir tartışma konusu olmaktan öte somut bir olguya dönüştürülerek hayata geçirilmesi gereğine inanmış ve öğretilerini buna göre oluşturmuşlardır. Özgürlüğün yaşanılan bir olguya güç sayesinde dönüşeceğinin farkındadırlar. Bu yüzden gücü göz ardı eden inanç ve öğretileri eleştirerek, özgürlüğün güçle tahkim edilmesinin önünü açmışlardır. Nietzsche gücü yadsıyan Hristiyanlığa Deccal isimli kitabıyla neredeyse savaş açmıştır. 20. Yüzyılın en büyük edebiyatçılarından Nikos Kazancakis’te güçle desteklenmeyen değerlerin bir anlam ifade etmeyeceğini, Yeniden Çarmıha Geriliş isimli muhteşem romanında ‘’kuvvetli olmazsa, adalet ne yapabilir, adil ve dürüst olmayan bir dünyaya kendini nasıl kabul ettirebilir? Biz adaleti kuvvetle tahkim ederken, onlar adaletsizliği silahlandırıyor! Bugün onlara erdemin de izzetli olduğunu göstereceğiz. İsa sadece bir kuzu değil, aynı zamanda bir aslandır’’ sözleri ile dillendirir. Bu girizgâhı, adaleti tesis eden yargının, güçle tahkim edilmesi gereğine değinmek için yaptım.
Yargının iddia, savunma ve hükümden oluşan üç sacayağı bulunduğu malumdur. Bu faaliyeti yürüten hukukçuların günümüz itibariyle göstermelik birkaç düzenleme dışında teminatlarının olmadığı bir gerçektir. Birleşmiş Milletler Yargı Bağımsızlığı Temel İlkeleri ile Bangolar Yargı Etiği İlkeleri gibi uluslararası temel belgelerde yargı mensuplarının örgütlenme hakkına yer verilmesine rağmen, ülkemizde yargı mensuplarının her hangi bir haksızlığa maruz kalmaları halinde veya yargı bağımsızlığının ihlal edilmesi durumunda, bu ihlallere karşı duracak örgütleri kurmalarına sıcak bakılmamakta, kurulanlara da hayat hakkı tanınmamaktadır. Yargı camiasında adını sıkça duyduğumuz Yargıçlar Sendikasının kuruluşu hayli ilginçtir. Kuruluş işlemleri için emniyete gidildiğinde, evraklarının emniyet tarafından alınmaması, bunun üzerine belgelerin emniyete bırakılıp kaçılması, akabinde evrakların emniyete bırakıldığına dair resmikabul sayılacak bir yazının temini için yapılan girişimler Hollwood filmlerine konu olacak niteliktedir. Bu sendikanın başkan ve üyelerinin son on yılda nasıl bed bir muameleye tabi tutuldukları da malumdur. Bundan başka yargılama faaliyetlerinin yerine getirilmesi için gerekli vasıtalardan mesela iddia makamının kendine bağlı bir adli kolluktan, keza avukatın delil toplamak yetkisinden mahrum bulundukları bir vakıadır. Tüm bunlar bize güçsüz bir yargı erkiyle karşı karşıya bulunduğumuzu göstermektedir.
3- Yargımız yaratıcı mı?
Aydınlanma, Kant tarafından “insanın herhangi bir kılavuza ihtiyaç duymadan düşünme cesareti göstermesi” şeklinde tarif edilmişti. Tarifte aklın özgürleşmesi kendi başına düşünme cesareti göstermesine bağlanmıştı. Yaratma edimi için kalem oynatan yazarların ekseriyeti de cesaret vurgusu yapmışlardır. Mesela Rollo May insanın yaratıcılığını ele aldığı eserine ‘’Yaratma Cesareti’’ adını vermiştir. Keza Paul Tillich yine bu konuyu işlediği eserine ‘’Olma Cesareti’’ adını layık görmüştür. Aydınlanmadan hareketle yaratma edimi için neye karşı cesaret gösterilmeli? Sorusunu sormalıyız. Konumuz yargı olunca soruyu yaratıcı yargı için neye karşı cesaretli olunmalı? Şekline sokmalıyız. Yargılamanın tez, antitez ve sentezden oluşan kolektif bir faaliyet olduğu, sentezin yargıç tarafından gerçekleştirildiği malum. Dağıtmamak ve uzatmamak için kendimizi yargıcın işleviyle sınırlandıralım. Ve cesaretin değişik durumlarda ortaya konuluşunu irdeleyelim.
Medeni Kanunumuzun 1. Maddesi, yargıcın yasaya göre, yasada hüküm yoksa örf ve âdete göre, ondada hüküm yoksa yasa koyucu gibi davranarak karar vereceğini belirtir. Bu hüküm Muaz hadisinin muadilidir. Bilindiği gibi Hz. Muhammed, Muaz Bin Cebel’i Yemen’e vali olarak gönderdiğinde, ona, kendisine bir dava geldiği zaman neye göre hüküm vereceğini sorar, Muaz’da önce kitaba bakacağını, kitapta hüküm yoksa peygamberin sünnetine bakacağını, ondada hüküm bulamayınca kendi reyine göre hüküm vereceğini söyler. Bu cevabıyla Hz. Muhammed’in övgüsüne mazhar olur.
A-Yargıç yasada, örf ve adette uygulaması gereken bir hüküm yoksa bile önüne getirilen bir davayı yasa koyucu gibi davranarak çözer. Esasen böyle bir durum için yargıcın yaratıcılığı yasa tarafından da kabul edilmiş bulunmaktadır. Yeri gelmişken Friedrich A. Hayek’in ‘’Hukuk, Yasama ve Özgürlük’’ isimli kitabındaki yargıcın bu yeterliliğiyle ilgili ‘’yargıcın terbiye edilmiş sezgisi, devamlı olarak, onu doğru sonuçlara, kendisi için cerh edilmez hukuki sebepler vermeye, şaşırdığı doğru sonuçlara götürür’’ ifadesini zikretmek isterim.
B-Bence asıl yaratıcı cesaret, uygulanması gereken yasa, örf ve adet olması halinde gereklidir. Çünkü yaratıcılığa engel olacak yasal düzenlemeler, toplumsal örfler ve adetler kılavuz olarak yargıcı çepeçevre sarmış bulunmaktadır. Peki, bu kılavuzlar Hayek’in doğru sonuca götürdüğünü belirttiği yargıcın sezgileriyle uyuşmuyorsa, keza son kullanım tarihleri geçmiş değerleri barındırıyorsa, yargıç, Halil Cibran’ın Asi Ruhlar isimli eserinde dile getirdiği gibi ‘’Yasa(örf) nedir? Yasaların cennetin derinliklerinden güneş ışınlarıyla geldiğini kim gördü? İnsanlar Tanrı’nın kalbinde ne olduğunu gördüler mi ya da Tanrı’nın isteğinin ne olduğunu biliyorlar mı? Ne zaman melekler insanların arasına inip onlara ‘zayıf olanı hayattan zevk almaktan men et, kanun dışı olanları kılıcının keskin ucuyla öldür ve günahkâr olanların üzerinde demir ayaklarınla yürü’ diye öğütlediler?’’ deme cesaretini göstermeli midir? Elbette. Peki, gösterenler var mı? Çok olmasa da var. İki misal vereceğim. Birincisi, Sayın Taha Akyol’un ‘’Onlar da Kahramandı’’ kitabından; Amerika’da 1803 yılında Marbury v. Medison davasını yürüten yargıç John Marshall, ülkemizde ise 1949 yılında yargıç Refik Gür ülkelerinde yasaların anayasaya aykırı olamayacağı görüşünü ileri sürdüler, onların bu girişimleri sonucu her iki ülkede de yasaların anayasaya uygunluğunun denetim yolu açılmış oldu. İkincisi, Sayın Münci Kapani’nin ‘’İngiliz Demokrasisine Bakışlar’’ isimli çalışmasından. Kapani bu çalışmasında ‘’Parlamento ile baskıcı hükümdarlar arasında kendini gösteren özgürlük savaşında o dönemde hiçbir teminatları olmadığı halde yargıçlar hükümdara cephe almışlar, hukukun yorumu ve hukuk yaratma yetkileri sayesinde, kralın ayrıcalıklarının yavaş yavaş kısılması ve kişi özgürlüklerinin tanınması konusunda çok etkili olmuşlardır’’ ifadeleriyle yargıcın yaratıcı fonksiyonuna değinmektedir.
Refik Gür gibi yaratıcı kararlara imza atan hâkimlerimiz olmakla beraber, yargıçlarımızın kahir ekseriyeti yaratıcılık bir tarafa özgürlükçü sayılan yasal düzenlemelere dahi mesafeli durdukları, yorum ve uygulamalarıyla kurulu düzenin devamına hizmet ettikleri kabulden varestedir.
4- Krizin sorumluluğu kime ait? Çözüm ne?
Günümüzde yargı her açıdan tam bir kriz yaşamaktadır. Yargının, idari açıdan, yürütmenin hegemonyası altında varlık ve kişiliği yok edilmiş, bir bakıma araçsallaştırılmış, yargı bağımsızlığını ve yargıç güvencesini temin edecek örgütlenme hakkından mahrum bırakılmak suretiyle güçsüzleştirilmiş, uzun süredir iş yükü altında ezilmiş, akademik açıdan kendisini geliştirecek enstrümanlardan yoksun bırakılmış, merci aktivizmine maruz kalmış, yargı süjeleri teknisyen konumuna indirgenmiştir. Yargının bu zayıf durumundan dolayı sosyal medya görülmekte olan davaları etkileyici ve yönlendirici bir rol üstlenmiştir. Krizden faydalanan mafya paralel yargı oluşturmuştur. Kısaca yargı erki S.O.S vermektedir. Krizin varlığında her hangi bir ihtilaf olmadığı kanaatindeyim. Peki, krizin sorumluluğu kime aittir?
Jared Dıamond ‘’Yükseliş’’ isimli eserinde bireysel, ulusal ve kurumsal krizleri atlatmak için on iki faktör sıralar. Bu faktörlerden bir tanesi de, krizin sorumluluğunu, krizi yaşayan kişi veya kurumun üstlenmesidir. Buradan hareketle yargının içinde bulunduğu krizin sorumlusunu belirlemek mümkündür. Sorumlu, yargıdır. Yargı şimdiye kadar hep kaynağı ve yaratıcısı olmadığı bir özgürlük bekleyişi içinde oldu. Oysa bu nesnel ve edilgen bir tavırdır. Özgürlük özne olmakla başlar. Nikos Kazancakis’in ‘’Kardeş Kavgası’’ isimli eserinden esinle; özgürlük, biz yetişip koparana dek yolun sonunda sarkan bir meyve değil, bilinçli tercih ve eylemlerimizin her birinde tadını, rengini, kokusunu alıp olgunlaşan bir meyvedir. Hiç kimse elindeki güç ve imkânları zorlama olmaksızın gümüş tepside karşıdakine sunmaz. Yargının hüsranı bu edilgen tavrındandır. Ne kadar sorumluluk yüklenirsen o kadar özgür, güçlü ve yaratıcı olursun. Bu gerçekliğe işaret eden Viktor E. Frankl ‘’İnsanın Anlam Arayışı’’ isimli kitabında, sorumlulukla birlikte olmadığı sürece özgürlüğün yozlaşıp yok olacağını, bu yüzden Nev York’un doğu yakasındaki Özgürlük Anıtının karşısına batı yakasında bir sorumluluk anıtı dikilmesi gerektiğini belirtir.
Jared Dıamond’un çözüm için önerilerinden biride; çit örmektir. Yani muhafaza edilecek ve değiştirilecek birim ve unsurları belirleyip, bu yönde adım atmaktır. Bunların neler olduğunu gerekçeleriyle tek tek saymak ve değiştirilmesi gerekenlerin yeniden nasıl kurgulanmasını anlatmak bu yazının hacmini bir kitap kadar kabartacaktır. Bunları es geçerek yalnız bir tanesine işaret etmekle yetineceğim. HSK üyelerinin seçiminde yürütmenin etkisinin acilen ortadan kaldırılması, Adalet Bakan ve yardımcısının kuruldan çıkarılması gerekmektedir.
5-Mevcut yapının tavrı ne olmalı?
Yargının krizden çıkması için gerekli yapısal değişiklikleri yakın bir zamanda gerçekleştirmek pek mümkün gözükmemektedir. Ancak yargının sorumluluğu kabullenmesi halinde mevcut yapı içerisinde de krizi hafifletmek mümkündür. Bu noktada HSK üyeleri, yargıç ve savcılar ile yürütmeden beklentimi dile getirmek isterim..
a-HSK üyelerinden beklentim; HSK üyelerinin ekserisinin seçiminde yürütmenin etkin olduğu, çok azında ise Mecliste bulunan diğer partilerin rol oynadığı malum. Hepimiz ‘’Sultanın atına binen onun borazanını çalar’’ atasözünün yerleşik olduğu, minnetin insanları esir aldığı bir gelenek içerisinde yetiştik. Ancak geldiğimiz nokta bu geleneğin çıkmaz sokak olduğunu bize göstermiştir. Özgürlüğü esas alan, ‘’minnetin canı cehenneme’’ diyen bir başka gelenek daha var. Bu geleneğin oluşmasında etkin olan filozoflardan Jean Paul Sartre’nin ‘’Sinekler’’ isimli oyunundan bir sahneyi nazara vererek isteğimi dile getireceğim. Oyunun bu sahnesinde; diğer Tanrıları egemenliği altına alan Zeus, en son kendisine direnen Orastes’le mücadeleden yorgun düşmüştür. Zeus bitkin bir şekilde Orastes’e sitemle ‘’ey asi evlat söyle bakalım seni kim yarattı, sen kimsin’’ der. Orastes; ‘’beni sen yarattın, ancak aptallık ettin, benim kim olduğuma gelince, ben özgürlüğümüm’’ diye cevap verir. Oyunun sahnesi bu kadar. Bu sahneden hareketle HSK üyelerine kendilerini oraya seçen sayın Cumhurbaşkanı ve partilerin kendilerine egemen olma isteklerine karşı Orastes gibi, ancak kabalığı bir kenara bırakarak ‘’eksik olmayın, bizi buraya siz seçtiniz, ancak biz sizin değil, bağımsız yargının idari işlerini yürüten özgür temsilcileriyiz’’ demelerini beklerim.
b-Yargıç ve savcılardan beklentim; en son tayin kararnamesinde HSK’nın sopa ve havuç politikasıyla hakim ve savcılar üzerinde etkili olduğu gündeme getirildi. (Bakınız, Elif Çakır’ın ‘HSK’nın bir elinde havuç, bir elinde sopa’ makalesi) Bu iddianın doğru olduğuna yakinen şahit olanlardan biriside benim. Sopa ve havuç politikasının bir kurumda etkinliği o kurumun ahlaki zafiyet içerisinde olduğunu gösterir. Yeri gelmişken bu konu ile irtibatlı olduğu için Hazreti Ali’nin ‘’Bir toplum vardır, sevap elde etmek için Allah’a kulluk eder; bu tacirlerin ibadetidir; bir toplum da korktuklarından Allah’a ibadet eder, bu da kölelerin ibadetidir; bir bölükte vardır ki Allah’ı sevdikleri için kullukta bulunur, işte bunlar özgürlerdir’’ sözünü nakletmek isterim. Esasen Hz. Ali’nin bu tespiti beşeri muamelelerimizde de aynen geçerlidir. Korkarak biriyle iş yapan, o kişiyi efendi; menfaat beklentisiyle biriyle iş yapan, o kişiyi patron konumuna sokar. Özgürler iş yaptıklarıyla eşit konumdadırlar. Şimdi Hz. Ali’nin tespitinden hareketle hâkim ve savcılardan beklentimi dile getirmek isterim. Sopadan korkmak, yasama ve yürütmeyi efendi edinmek olacaktır. Havuca tav olmak, onları patron haline getirecektir. En iyisi Diyojenvari ‘’gölge etme başka ihsan istemez’’ demek olacaktır. Bunu dediğinizde yasama ve yürütmeyle eşit ilişki başlatmış olursunuz.
c-Yürütmeden beklentim; Hegel’in efendi-köle diyalektiği bize yürütmenin eşiti olması gereken ancak nesne haline getirilmiş bir yargıda kendi benliğini bulamayacağını, dolayısı ile kendini inşa edemeyeceğini, bu durumda özgürlüğü tadamayacağını göstermektedir. Yargısı özgür, güçlü ve yaratıcı olmayan bir ülkede yasama ve yürütmesinin de aynı niteliklerden yoksun kalacağı aşikârdır. Yürütmenin yargının üzerinde bilinçli bir şekilde hegemonya kurma çabaları kendisinin de nesnellikten kurtulmadığını göstermektedir. Kuvvetler ayrılığı ilkesini özümsemiş uygar ülkeler nezdinde yürütmenin yargıya her istediğini yaptırdığı algısını oluşturacak davranışlar sergilemek, yürütmeyi gülünç duruma sokmaktadır. Yürütmenin bir an önce kendi imajını da yaralayan bu görüntüyü vermekten kaçınması, yargının özgürlüğünün esasen kendi özgürlüğü olduğu bilincine varmasını temenni ediyorum.
Sonuç; özgür, güçlü ve yaratıcı olması gereken yargımızın bir kriz yaşadığı malum. Bu krizin aşılması için yasama ve yürütmenin de kabullenecekleri köklü değişiklikler gerektiği, bu değişikliklerin yakın bir zamanda gerçekleştirilme iradesini görmediğimi belirtmek isterim. Krizle ilgili gerçek sorumluluğun yargı mensuplarında bulunduğu, yargı mensuplarının bu sorumluluğu kabullenerek çözüm yolunda yapısal değişiklikleri gerçekleştirmenin adımlarını atmaları gerektiği aşikârdır. Ancak bu aşamada acilen yapılması gereken bir şey var, oda yargı mensuplarının temsil ettikleri yargı erkinin daha fazla itibar kaybını engellemek adına bazı riskleri göze alarak sorumlu davranmalarıdır. Son olarak kriz kelimesinin etimolojisi ile ilgili Jared Deimond’un Yükseliş isimli eserindeki izahtan hareketle ümitli olabileceğimizi belirtmek isterim. Eserde yer aldığına göre; kriz kelimesinin Çincesi ‘’Wei-ji’’ dir. ‘’Wei’’ tehlike, ‘’ji’’ ise fırsat ve önemli olay anlamındadır. Buradan hareketle krizin içinde önemli fırsatları barındıran bir imkân olduğunu belirtmek isterim. Bu yüzden Churchill ‘’iyi bir krizi asla boşa çıkarma’’ der. Yargının da krizini fırsata çevirme imkânı var ve bunu değerlendireceğini umuyorum.