Kadının temsili temel bir sorun. Üstelik Türkiye kamuoyunda bu temsilin, kadın odaklı olduğu, küresel trendleri ve tartışmaları yakaladığı veya siyasi otoritelerin güç mücadelesinden bağımsız ilerlediği bir durum henüz oluşmadı. Türkiye’de kadın hakları temalı bir yazın okuduğunuzda ilk fark ettiğiniz nokta, Cumhuriyet’in ilk yıllarından itibaren siyasi otorite tarafından tanımlanan bir ideal ‘Türk’ kadınıdır. Bu aydın ve kalkınmacı kadın imajı, yeniliklere açık, eskiyi ve geleneklerin/dinin üzerinde kurduğu baskıyı yok sayan ‘özgür’ ve ‘devletçi’ bir yapıdadır. Bu kadın imajını tanımlayan elbette dönemin erkek domine siyasi otoriteleridir ve kadının aydınlanmış imajı, rejimlerine bir meşruiyet kazandırır. Fakat meşruiyeti tanımlayan otorite ne kadınların kendilerini ve sosyal/siyasi rollerini önceler ne de kadınlara bahşettiği hakların erkek siyasi elitler arasında belli belirsiz ve çoğu zaman yönlendirilmiş manevra alanları olduğunu görür.
Bu tarihi dokunuşları post-yapısalcı bir bakışla ele alırsak, Türkiye’de kadın imajı ve kadının toplumun her alanındaki rolüne dair Cumhuriyet’in ilk zamanlarından günümüze kadar değişmeyen nokta; Kadının reform ve statükonun hakimiyet savaşı arasında sıkışmış ve dışardan tanımlanan bir ‘araç’ olmasıdır.
‘TANIMLANMIŞ’ KADIN İMAJI
Peki bu bahsi geçen kadın kimdir? Yukarıdaki paragrafların anlattığı kadın, resmi tarihin ve siyasi grupların öne çıkmasını tercih ettiği; kadından bağımsız; çoğu zaman ya kadınsız ya da statükonun kadın tutumunu destekleyen kadın elitler tarafından tanımlanan; ideal ve homojen olması arzu edilen bir hayali varlıktır. Nasıl siyasi, dini tercihleri, etnik özellikleri, eğitimi ve sosyolojik farklılıklarıyla Türkiye’de tek tip bir Türkiyeli erkek yoksa, tek bir kadın imajı da yoktur. Fakat biz siyasi tartışmaların odağındaki bu tanımlanmış ‘Türk’ kadınını okumaya devam edelim.
Bahsi geçen bu kadın imajı temelde iki gruba ayrılır:
Aydın/seküler/Batılı/Türk/orta sınıf ve üstü/eğitimli kadınlara karşılık
gerici/dindar/geleneksel/Doğulu yahut sonradan Batılı/orta sınıf ve altı/Türk ya da Kürt/çoğu zaman eğitimsiz kadın imajı.
İki grup arası geçişler geçtiğimiz yıllarda hızla artmış, sınırlar belirsizlermiş, kadınlar kendileri hakkında daha çok ve kurumsal yapılar altında konuşmaya başlamış olsalar da üzerlerindeki hegemonya savaşı bitmiş değil.
Özlem Zengin, AK Parti Grup Başkanvekili ve uzun zamandır siyasette aktif, güçlü bir isim olmasına rağmen, Yeniden Refah Partisi’nin (YRP) Cumhur İttifakı’na katılmak için öne sürdüğü 6284 sayılı “Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun”un değiştirilmesi talebine karşı sözleriyle sessiz bir baskıya maruz kaldı. Zengin, “Ben kendi fikirlerimi anlatmıyorum, grubumuz adına konuşuyorum ama grubumuz adına konuşan bir erkek arkadaşımız olduğunda hiç sorun olmuyor. Ben konuştuğum zaman tarifi imkânsız bir şekilde planlı, düzenli bir saldırıya uğruyorum” diyerek cinsiyetinin AK Parti grubu içinde oluşturduğu dezavantaja dikkat çekti. Elbette Zengin’in bu sözleri feminist bir söylem ya da kendi grubunu cinsiyetçilikle suçlayan ifadeler değil. Fakat yine de siyasi erkin tanımladığı sınırlar dışında ve yüksek sesle tutumunu göstermesi, farklı kadın grupları ve siyasiler tarafından desteklendi. Aslında Zengin’in bu duruşuna benzer şekilde, kurucusu ve mütevelli heyeti başkanının Sümeyye Erdoğan Bayraktar olduğu Kadın ve Demokrasi Vakfı da (KADEM) kadın meselesinde mütedeyyin yahut seküler, siyasi elitlerin tutumlarıyla çoğu zaman uyuşmayan açıklamalar yaptı. İstanbul Sözleşmesi’ni ve Zengin’in savunduğu 6284 sayılı Kanun’u desteklemeleri ve aile içi şiddete dair pek çok girişimlerinin olması, AK Parti yönetimine yakın isimlerden oluşmalarına rağmen, hâkim kadın söylemi dışında bir üslup oluşturmalarına örnek gösterilebilir.
KADIN ODAKLI REFORMİST TUTUMLAR
Peki toplumsal görünürlükleri olan mütedeyyin kadınların bu tarz, temkinli fakat kadın odaklı reformist tutumları ne ifade ediyor? Diğer bir deyişle, Türkiye’de dindar kadınların imajı marjinal feminist gruplar ve temkinli, yani geleneksel anlayışı terk etmemiş fakat içerden reform çağrıları yapan kadınlar için endişeli gruplar tarafından tanımlanıyor. Feminist söylemleri ve aile temasından bağımsız, kadın özgürleşmesi odaklı bu ilk gruba Havle Derneği’ni örnek gösterebiliriz. Aktivist kadınların bir blog etrafında oluşturduğu bu yapılanma, KADEM’in tutumunun aksine cinsiyetler ve aile üstü kadın temasıyla ön plana çıkıyor ve dini bir arka plan barındırsa da özellikle toplumsal cinsiyet noktasında oldukça marjinal bir tutum sergiliyor. Havle’yi, ismini de aldığı Havle Bint-i Salabe’den esinlenerek direniş ve başkaldırı temalı bir dernek olarak tanımlayabiliriz. Sitesinde de yer aldığı gibi, kocası tarafından maruz bırakıldığı haksızlığa itiraz eden bu sahabenin duası üzerine Mücadele Suresi’nin ilk dört ayetinin Hz. Peygamber’e vahyedildiği biliniyor.
Dernek, kendini ‘feminist bir dayanışma ağı’ ve ‘feminist olan veya olmayan, dini farklı şekillerde yaşayan veya yaşamayan kadınların dahil olabildiği’ bir örgütlenme olarak tanımlıyor.
KADEM, bu üslubun nerdeyse tam karşısında durarak, sisteme direnç gösteren bir kadın hareketi olmak yerine, kendini mütedeyyin kadınların kendi değerleri etrafında ‘onurla yaşayabilecekleri’, ‘güvenli bir toplum ve adil bir gelecek inşa etmek amacıyla çalışan, “varoluşta eşitlik, sorumlulukta adalet” ilkesini savunan bir sivil toplum kuruluşu olarak tanımlıyor. Mütedeyyin kadınların, kadın olmayı, zorluklarını ve hemcinslerinin sorunlarını konuştukları hemen her ortamda, ‘Ben feminist değilim ama’ gibi bir açıklama yapma ihtiyacı duyması gibi, KADEM’in söylemi de orta yolcu fakat siyasi erkin tam karşısında durmadan, hatta içinde iken kadınların fırsat eşitliğini önceleyen, kadına şiddete karşı mücadele eden bir yumuşak üslup sergiliyor.
Bu iki örneği neden verdik ve bu örneklerin kadının reform ve statükonun hakimiyet savaşı arasında sıkışmış, dışardan tanımlanan bir ‘araç’ olmasıyla nasıl bir ilgisi var? Her dönemin baskın siyasi üslubunun tanımladığı bir kadın ideali var. Gerek hükümetin gerek muhalefet partilerinin siyasi planlamaları, söylemleri ve kadını siyasi güçleri içinde temsil ediş biçimleri, bu kadın tasavvuru ekseninde gerçekleşiyor. İndirgemeci ve dışardan yapılan tanımlamalar hem kadınların kendilerini tanımladığı gerçekliğin ötesine düşüyor hem de kadını tek bir kalıba yahut iki farklı kutba sığdırmayı hedefliyor. Yukarıdaki iki derneğin de çıkış noktaları dini; fakat bunu bambaşka şekilde araçsallaştırmış olmaları, kadın tasavvurunun hem homojen olmadığını hem de siyasi erk içinde tek bir tutumla konumlanmadığını gösteriyor.
Son birkaç seçimdir, CHP gibi ideal kadın imajının ‘Batılı’ tanımlandığı ve başörtüsü noktasında iyi bir karneye sahip olmayan bir partinin bile tesettürlü adaylar ve üyelere sahip olması iki anlama geliyor. Birincisi, yine yeniden kadın bu kez yıllarca ötekileştirilen haliyle siyasi bir meşruiyet ve destek için dışlandığı sisteme eklemleniyor. İkincisi, başörtülü kadın temsilinin seküler gruplar ve partiler içinde artmasına rağmen, mütedeyyin kadının kendine has ve ontolojik olarak İslami özelliklerinin yalnızca sisteme uyduğu ölçüde öne çıkarılıp; temel sorunlarının organik bir üslupla yansıtılamamasına neden oluyor.
KADININ MEDYADA TEMSİLİ
Kadının medyada temsili de benzer şekilde özünden uzak veyahut azınlık öyküleri ile oluyor. 6284 sayılı Kanun etrafında konuşulan ve popüler bir içerik olan, Kızılcık Şerbeti’nde yer alan üst sınıf ve muhafazakâr bir kadının birden temsil haline gelmesi bunun en güncel örneği. Benzer şekilde Bir Başkadır isimli dizide, seküler karakterler üzerinden başörtülü imajının yapı çözümünün yapılması ‘temizlikçi başörtülü kadının ötesinde de tesettürlüler var’ vurgusu etrafında bir temsil oluşturdu. Bir Başkadır’ın Meryem’i nasıl bütün mütedeyyin kadınları temsil etmiyor oluşu üzerinden yazıldıysa, Kızılcık Şerbeti’nin Nursema’sı da bir şekilde özgürleşen dindar kadınları mı temsil ediyor? Dizideki zengin tesettürlü karakterin ailesine baş kaldırınca dindar kadının temsili haline gelmesi indirgemeci ve sınıfsal bir yorum değil mi? Nursema’nın varlıklı bir ailenin ayrıcalıklı ekonomik koşullarında yaşayan ve âşık olduğu seküler erkek üzerinden muhafazakâr kodlarından özgürleşen bir karakter olarak okunması, orta-sınıf, eğitimli ve baskıcı olmayan ailelerde yaşayan kadın temsilini, sıradan ve çoğunlukta olmasına rağmen göz ardı ediyor. Mütedeyyin kadınların, konforlu ve geleneksel kodlar etrafında hayatını süren kadınla temizlikçi cahil kadın imajı arasında sıkışmış ve her iki haliyle bir kurtarıcıyı bekleyen imajı, Türkiye’deki dindar kadınları temsil ediyor mu? Nursema’nın da Meryem’in de hayatları elbet hakikatten izler taşıyor ama diziler üzerine yorumların ‘muhafazakâr kadının dünyasına girdik’ minvaline evirilmesi, mütedeyyin kadını sınıfsal ve indirgemeci bir üslupla tanımlıyor.
Toplumda kolektif eğilimler ve aidiyetler olmakla beraber, Türkiye’deki her erkek/çocuk/yaşlı/gencin şahsına münhasır bir yaşayışı olduğunu kabul etmek gibi, mütedeyyin kadınların birden fazla formda, tutumda ve tanımlanmaya ihtiyaç duymayacak kadar görünür ve içerden oldukları, kaç dizi senaryosu sonrası anlaşılır bilmiyorum. Fakat insan-eksenli ve şahıs şahıs farklılıkların altının çizildiği siyasi okumalar olmazsa, dindar kadınların seküler partilerde toplumun bir kesiminden destek almak için aday gösterilmek ve merkez-sağ partilerde kadın haklarını destekledikleri için marjinal kalmak arasında sıkışarak, siyasete araç olmaktan öteye geçmeleri zor.