Derrida bir değerlendirmesinde “Hiçbir şey gözüme klasik özgürleştirici ideal kadar modası geçmiş görünmüyor” demişti. Tartışmalara, konuşmalara bakılırsa günümüz dünyasında gerçekten de “klasik özgürleştirici ideal” modasını yitirmiş görünüyor. Modern dönemin başlangıcında, mükemmele doğru seyreden sürecin aklın ve bilimin önderliğinde yeryüzünde cenneti kuracağı, tarihin eski dönemlerinden bugüne uzanan yanlış düşünce ve uygulamaların kalıntılarıyla birlikte ortadan kalkacağı inancı neredeyse bir doğa kanunu hükmünde kabul görüyordu. Bu inanç, motivasyon ve kabul “klasik özgürleştirici ideal”in varoluş zemini oldu. “İdeal”in bir mühendislik faaliyeti olarak yürüdüğü, insanları birer nesne olarak konumladığı dolayısıyla çok boyutlu bir tahakküm sistematiği olarak işlediği şeklindeki tespitler literatürün klişeleri artık. Giddens modernliğe ilişkin analizinde “yerinden etme” ve “yeniden yerleştirme”den bahseder ki bu tespit göndermeleriyle çok önemli ve bahsedilen “ideal”in gerçekliğine ilişkin çarpıcı bir görünüm sağlıyor.
Post pozitivist eleştiriler de zaten bu “ideal”in pratikte nasıl bir kapatılma olarak işlev gördüğünü ve kapatılmanın “ideal”in çekirdeğinde mündemiç olduğunu dile getiriyor. Eleştirilerin zenginliği ve yaygınlığı da muhtemeldir ki bir boyutuyla sıkıntılı görülen bir duruma parmak basıyor olmalarından kaynaklanıyor. “Klasik özgürleştirici ideal”in hayat bulması için seferber edilen uygulamaların nasıl açık/örtük bir tahakküm içerdiğini insanlık yeteri kadar üstelik ağır bedellerle deneyimledi. Sadece yaşadığımız savaşlar, iklim ve çevre krizleri gibi insan hayatının varlığını tehdit eden hususlarla sınırlı değil bu deneyim. Aynı zamanda bağlantılı olarak gündelik hayatın niteliğini tayin eden ilişkinin, düzeneğin, düzenin varlığını ve işleyişini de içeriyor.
Hayatın organizasyonuna ilişkin alternatif uygulamalara alan açamasak da söylem düzeyinde yaşadığımız deneyimden hareketle yoğun bir eleştirellikle teçhizatlandığımız söylenebilir. Ancak bu donanıma rağmen hayatımızın seyrine yol veren işleyişte “klasik özgürleştirici ideal”in iş başında olduğunu gözlemlememek mümkün değil. Bu işleyişte bu formun, bu tarzın bütün varlığıyla iş başında olduğunu görüyoruz. İzaha muhtaç olan da bu zaten. Bir tarafta dünyaya ilişkin okumada modası geçmiş olarak tukaka edilen şey diğer tarafta var edilmek istenen dünyanın en temel niteliği oluyor. Bir tarafta eleştirelliğimizin odağında can çekişen “klasik özgürleştirici ideal” var diğer tarafta uygulamada “klasik özgürleştirici ideal”e ait mantıksal kurgu, ilişki, uygulamalar altın çağlarını yaşıyor. Düşünce ile eylem arasındaki mesafe açılmış daha doğrusu her biri ayrı bir yöne savrulmuş durumda. “Yırtık ülke” demişti Huntindgton Türkiye için. Günümüz insanının tabir yerindeyse “yırtık insan” olduğunu söylemek pekala mümkün. Bilinçlerimiz yaralı, hayatlarımız insicamdan, bütünsellikten yoksun. Hibritlik var ancak ahengi olmayan çelişkili, ıstıraplı bir varoluş halindeyiz. Söz, düşünce “klasik özgürleştirici ideal”in modasının geçtiğini söylüyor eylem “klasik özgürleştirici ideal”in hayat bulduğunun somut göstergesi.
Bu söylediklerim soyut, spekülatif gelebilir. Ancak bu hükmü vermek için acele davranmamakta fayda var. Mesele ne bizden uzak ne de düşündüğümüz gibi soyut, spekülatif. O halde gündelik hayatımızın olağan akışında bu savruluşun neye karşılık geldiğine birlikte bakalım. Eğitim alanından örnek sunuyorum ancak meselenin orayla sınırlı olduğu yanılgısına kapılmayalım. Sorunumuz genel ve büyük. Bilindiği üzere “klasik özgürleştirici ideal”in taşıyıcı uygulamalarından birisi olan eğitim-öğretim aygıtı kendisini sarmalayan dünyanın köklü değişimine rağmen ne form olarak ne içerik olarak ne de işleyiş olarak dönüşüme uğramadan hayatına devam ediyor. Hayatımıza musallat olan bir hayalet gibi. Defin işlemi usulüne uygun yapılmamış bir cenaze gibi. Husserl’in ifadesiyle bir tortullaşmayla karşı karşıyayız. Uygulamanın ortaya çıktığı koşulları unutursanız, onun varlığına kaynaklık eden kök bağlantıları unutursanız o zaman hayatınıza musallat olan uygulamaların muhafazasını, müdafaasını yaparken kendinizi bulmakta da çok zorlanmazsınız. Böyle bir durumda olmayı garipsemezsiniz.
Şartlar, ortam değişmiş olsa da etkinliğimizin kaderini klasik pratikler belirlemeye devam ediyor. Hala 19. yüzyılda şekillenmiş pratikler üzerinden seyrediyor. İşleyiş klasik pratiklerin belirleyiciliğinde. Bir sistem olarak eğitim-öğretim faaliyeti böyle ve onun altında yer alan alt-sistemlerin varlığı ve işleyişi de hakeza öyle. Mekan değişmedi, mekanın organizasyonu değişmedi içindeki ilişki biçimi değişmedi. Temel kodifikasyon aynı şekilde varlığını sürdürüyor. Örneğin enformasyon enflasyonunun yaşandığı günümüzde de işleyiş 19. yüzyılın matbaa dünyasından kalma hala. Tıpkı ders, içerik, mantık, kurgu, planlamanın aynı olması gibi. Ana söylemin, belirleyici kabullerin aynı kalması gibi. Mesela her kademede her ders saatimiz kırk dakika hala. Mesela her kademedeki öğrencimizi hala standart uygulamalara maruz bırakıyoruz. Her öğrencimize karne veriyoruz mesela. Eğitim-öğretim uygulamamızın şenlikli pratiklerinden sayılan ve sorgusuzca devrede gittiğimiz bu karne pratiğimiz ile mevcut eğitim söylemimiz arasında ne tür bir ilişki olduğuna bakalım. İddia ettiğimiz gibi gerçekten de düşüncemiz ile pratiğimiz arasında bir savrulma yaşanıyor mu?
Bunun için karneye, karnenin varlık gerekçesine ve onu mümkün ve meşru kılan gerekçeye bakmamız gerekiyor. Karne TDK’da “öğrencilere dönem sonlarında okul yönetimleri tarafından verilen ve her dersin başarı durumu ile devam, sağlık, yetenek ve genel gidiş durumlarını gösteren belge” olarak tanımlanıyor. Daha da somutlaştırırsak karne öğrencinin dönem boyunca aldığı derslerdeki performansının tabi tutulduğu genel, kitlesel değerlendirmeler üzerinden ölçülmesi neticesinde elde edilen sonuçların gösterildiği belgedir. Tam da bu yüzden karne, hayatımızda yer alan benzeri pek çok uygulama gibi, tabiri caizse “klasik özgürleştirici ideal” anlayışın mütemmim cüzlerinden olan bir okumanın, bir pratiğin günümüze uzanan kısmı.
“Tamam da buradaki savrulma nerede? Karne vermeyle savrulmanın ne alakası var?” denilebilir. Şöyle; bilindiği üzere günümüz dünyasının eğitim okuması, şüphesiz buna söylem düzeyinde MEB de dahildir, her öğrencinin “özel, biricik, kendine özgü olduğu” üzerinden gideriyor. Peki, madem her öğrenci biricik, özel ve kendine özgü, madem her öğrencinin ilgi, istidat ve kabiliyeti farklı o halde herkese uyguladığımız bu standart, bu kitlesel uygulamanın mantığı nedir? Eğitim paradigmamızın köklü bir değişimi anlamına gelen bu yeni okumanın pratikte eski yol ve yöntemleri aynen sürdürerek devam etmesini nasıl izah edeceğiz? Bir tarafta günümüz dünyasının albenili klişeleri var diğer tarafta şikâyetçisi olduğumuz işlevsiz dünyanın kaskatı pratikleri var. Karne vermeye devam ediyorsak bu uygulama ile kolektif şekilde dile getirdiğimiz yeni eğitim-öğretim klişelerini nasıl bağdaştırıyoruz? Veya bunları bağdaştırmak mümkün mü?
Ne söylediğimizi bilmezsek, söylediğimiz şeyin pratikte neye karşılık geldiğinin farkında olmazsak veya yaptığımız, uyguladığımız iş ve işlemlerin ne tür bir düşünceyi, okumayı ima ettiğinin bilincinde olmazsak bugün yaptığımız gibi popüler klişeleri terennüm edip köhnemiş pratikleri sürdürmekte de bir tuhaflık görmeyiz elbette.