Hüseyin Rahmi’nin münzevî bir yaşamı vardı. Yazarın az sayıdaki dostlarından biri olan Refik Ahmet Sevengil, onun yalnızlığını “mühim bir hâdise” olarak değerlendirirse de, kitabından, üstadın yalnızlığı için bir “neden” bulamamasının sıkıntısını yaşadığı anlaşılmaktadır.
Halit Ziya Uşaklıgil’in de, üstadın münzevîliğine hep bir “neden” aradığı, ama bir türlü bulamadığı biliniyor.
Refik Ahmet’e ve Halit Ziya’ya karşın, Nuri Sağlam, Hüseyin Rahmi’nin “enürezis nokturna” denen “uykuda yatağa işeme” rahatsızlığının bulunduğu kanısındadır. Ona göre üstadımız uykusunda yatağına işediğinden yaşamı boyunca insanlarla ilişkiden kaçınmıştı ve kendi evinden başka bir yerde yatmamıştı. Ancak, Hüseyin Rahmi’nin arkadaşı Hulûsi Bey’in vefâtından sonra Abbas Halim Paşa ile birlikte Mısır’a gittiğini biliyoruz. Bu da Hüseyin Rahmi’nin bir “enürezis nokturna” hastası olduğuna ilişkin iddiayı hayli kuşkulu hâle getirmektedir.
Hikmet Feridun, üstadın Mısır dönüşünde, kendisiyle köşkte bir söyleşi yapmıştı. Akşam gazetesinin 6 Haziran 1934 günlü nüshasında “Mısır dönüşü Hüseyin Rahmi beye izdivaç teklifi” başlığıyla yayımlanan bu söyleşide, Hüseyin Rahmi, Mısır’a niçin gittiğini, “Yukarıda benim bir çalışma odam vardır. Bir tahta masa, iki tane koltuk. Eskiden koltuğun birinde ben otururdum. Birinde de, tam karşımda, senelerce bana can yoldaşlığı eden Hulûsi Bey. Bizim köşkte elektrik yoktur. Lambayı yakardık. Kış geceleri mangalı aramıza alır, Hulûsi Bey’le kestane kavurur, mısır patlatır, roman okurduk. Ben de bazen çalışırdım. Hulûsi Bey öldükten sonra onun koltuğu benim gözümde büyüdü. Bu bomboş koltuk beni korkutuyordu.
Dehşetli zayıfladım. Bu sırada Prens Abbas Halim Paşa bana haber gönderdi, ‘O çok sıkıntılıdır. Benimle Mısır’a gelir mi? Derdini unutur!’ demiş. Bu nazik daveti kabul ettim. Birlikte kalktık gittik. Korkumdan kurtulmak için Mısır’a gittim,” şeklinde açıklıyordu.
Hüseyin Rahmi uykusunda altını ıslatsaydı, Prens Abbas Halim Paşa ile Mısır’a gitmez, günlerce ona misâfir olmazdı. Ayrıca, gençlik yıllarında birkaç gece Ahmed Midhat Efendi’nin Beykoz’daki çiftliğinde, “Kadın Erkekleşince” oyununun Şehir Tiyatrosu’ndaki temsilinin ilk gecesinde İstanbul’da bir yakınında, sonrasındaysa bir ara Beşiktaş’ta aile dostu yaşlı bir hanımda yatıya kaldığını Refik Ahmet yazıyor. Üstelik Ahmed Midhat Efendi onu Beykoz’daki çiftliğine kızlarından birini göstermek amacıyla götürmüştü. Niyetiyse pek beğendiği Hüseyin Rahmi’ye kızlarından birini vermekti. Daha önce de en kıymetlisi olan büyük kızı Mediha’yı Muallim Naci’ye aynı yöntemle nikâhladığı mâlûmdur.
Ahmed Midhat Efendi’nin yöntemi basit ama gerçekçidir. Onda kız çoktur, ama koca İstanbul’da şöhretine münâsip damat adayıysa pek azdır. Bu nedenle, gözüne birini kestirdiyse, hiç çekinmez, koluna girdiği gibi onu doğruca Beykoz’a götürürmüş. Ona karşı koyacak veya bileğini bükecek bir muharrirse henüz anasından doğmamıştır. Muallim Naci de çiftliğe “birazcık zorla” götürülmüştü ama, beyaz bir ata saçlarını dalgalandıra dalgalandıran binen on dört yaşındaki Mediha, otuz beş yaşındaki Muallim Naci’nin aklını başından almıştı.
Oysa, Ahmed Midhat Efendi ilk başta Muallim Naci’nin aksine Hüseyin Rahmi’ye “ağzı süt kokan çocuk” muâmelesi yapmış, sonra sonra ona bayağı ısınmıştır. Ahmed Midhat Efendi’nin Hüseyin Rahmi’ye vermek istediği kızın, namuslu ve dürüst biri olduğunu Ahmet Refik yazıyor. Ne var ki, Hüseyin Rahmi’nin yaşam tarzı tercihi çok farklı olduğundan, Ahmed Midhat Efendi’nin teklifini sonunda nezâket ve mâzeret bildirme ile savuşturmayı başarabilecektir.
Hüseyin Rahmi’nin vereme yakalanınca on bir yıl boyunca her yaz Heybeliada’ya geldiğini ve Bahriye Hamamı Sokağı’nda büyük bir bahçenin içindeki evde kirada oturduğunu biliyoruz. Ancak Bahriye Hamamı adanın merkezinde ve hayli gürültülü bir sokaktır.
Muharririmiz ise gürültüden nefret edenlerdendi. Bu nedenle “Şıpsevdi” romanından kazandığı altınlarla köşkünü adanın en ıssız yerinde yaptırdığı yazılmıştır. Ancak bu tercihte Hüseyin Rahmi’nin yaşam tarzının asıl belirleyici olduğu kanısındayım.
Hüseyin Rahmi’nin köşkü, adanın en yüksek tepesinde, kuş uçmaz kervan geçmez bir sokaktadır. Üstadımız köşkünde, yaşlı yengesi Aliye Hanım, onun kızı Safter Hanım , can yoldaşı Hulûsi Bey ve hizmetçileri Hayriye Hanım ile birlikte yaşıyordu. Hüseyin Rahmi’nin davranışları ve meşgaleleri nedeniyle değişik olduğu muhakkaktır. Ama, onun bu değişikliğini asılsız yerlere çekenlere de kanmamamız gerekiyor. Bununla birlikte, o yıllarda iki erkeğin aynı evde yaşamalarınınsa, kalabalık mahallerde bazı çirkin söylentilere neden olabileceği muhakkaktı. Bu yüzden Hüseyin Rahmi’nin adanın en tehna yerine yerleşmeyi tercih ettiği kanısındayım.
Hulûsi Bey, edebiyatçı olmamasına karşın, Hüseyin Rahmi ile birlikte edebiyat tarihimize girmiştir. Refik Ahmet, “Onu benim gibi herkes sever, sayar ve beğenirdi; fakat o benden ve herkesten önce Hüseyin Rahmi’nin Hulûsi Beyi’dir” diye yazmıştı. Gençliklerinde birlikte gezip tozmuşlar, olgunluk ve yaşlılık yıllarınıysa birlikte yaşamışlardı. Asker emeklisi Hulûsi Bey, üstadımızın her şeyiydi. Köşkün mutfak gereksinimleri için çarşıya o inerdi, gazetelere ve yayıncılara o giderdi. Yayıncılarla pazarlığı yapan da, telif ücretini makbuz karşılığında alan da oydu.
Hulûsi Bey’in vefâtı büyük romancıya adayı ve dünyayı zindan etmiş, köşke giremez, adada dolaşamaz olmuştur. Refik Ahmet’e İskenderiye’den gönderdiği 29 Kanunuevvel 1933 günlü mektubunda, “Adadaki bir mezar bütün dünyayı nazarımda kabristana çevirdi. Nereye baksam başucuna bir tahta parçası dikili bir toprak kümesi görüyorum. Kalabalığın arasında tek başıma kaldığımdan vatanımdan muvakkat bir ayrılışla gidiyorum,” diyecektir. Mısır dönüşündeyse, Refik Ahmet bir ara üstada sık sık Bâb-ı Âli yokuşunda rastlamıştır.
Kendisine hep “Çiçek pazarına gitmek için İstanbul’a indim. Tohum alacağım. Geçende Hulûsi’yi ziyârete gitmiştim, kabrini pek bakımsız buldum!” mealinde yakınmalarda bulunuyordu. Sonra yine Bâb-ı Âli’de görünmez olur. Refik Ahmet, bu defa da, ada halkından, onun bazı günlerde elinde küçük bir bahçe kovasıyla mezarlığın kapısından girip, Hulûsi’nin mezarına ektiği çiçek tohumlarını suladığını işitecektir.
Bizde “enürezis nokturna” geçirmiş yazarlar ve şâirler, sanki hastalanmamışlar da bir kabahat işlemişler gibi, susmayı tercih etmişlerdir. Ancak, onlardan sadece birini biliyoruz. Edebiyatımızın en tatlı dilli ve en nüktedan yazarı olan Göktürk Ömer Çakır, eğer bizimle kafa bulmuyorsa, şunu yazmıştı:
“Sabah güneşi sidikliye vururmuş ya, benim de öyle aklıma geldi. Günün büyük kısmında tuvalete yetişmeye çalışıyorum, çünkü her gün üç litreden fazla su tüketiyorum. Neyse ki artık vukuatım olmuyor. Oysa, on altı on veya on yedi yaşıma kadar sürekli altımı ıslatmıştım. Bu yüzden de çok dayak yedim. Bir defasında, annem anlamasın diye sidikli yatağı ütüleyip ters çevirmiştim ama, sonuç daha berbat olmuştu. Kızgın ütüyle birlikte odayı kaplayan o sidik rayihasını bugün bile duyar gibiyim. Zavallı kadın, beni yanına alıp akrabalara yatılı misâfirliğe gitmeye korkardı.”
Göktürk’ten başka çocukluğunda “enürezis nokturna” hastalığını geçirmiş yazar veya şâir var mıdır, bilemeyeceğim. Ama, evlerinden çıkmayanların ve evlerine girmeyenlerin sayılarının hayli fazla olduğundan eminim. Örneğin, Can Yücel’in ve Behzat Ay’ın ’77 ile ’78 yıllarında evlerine girdikleri pek görülmemiştir. Hemen her gece Gar Lokantası’ndan sarhoş çıkıp, Kadıköyü’nde ne kadar meyhâne varsa, hepsini sırayla dolaşmalarına ilişkin ve birer fıkraya dönüştürülen uydurmalar mahfillerindeki çok kişiyi eğlendiriyordu. Sanırım onların serencamları sonunda Hüseyin Rahmi’deki odacının yeğeni İrfan ile kömürcünün kardeşi Mahir gibi olmuştu.
Behzat Ay’ın hanımı o yıllarda kardeşinin sağlık sorunları nedeniyle sık sık Samsun’a gittiğinden, evde oğlundan başka kimse olmuyordu. O da sınavlarına çalışıyor ve kedilerle ilgileniyordu. Bu yüzden, Can Yücel, evine dönecek durumda değilse veya meyhânelerin birinde kavga etmemişlerse, sabaha doğru Behzat Ay’a yatıya gidiyordu.
O gecelerin birinde ikisi birlikte Feneryolu’ndaki Özbek Apartmanı’na küfür kıyamet geldiklerinde, Behzat Ay’ın sınavlara çalışmakta olan oğlu yatağını Can Yücel’e verir, Behzat Ay da üstünü çıkaramadan kendi yatağında sızıp kalır. Bir saat kadar sonraysa, gün ışırken, Can Yücel’in “Kaplan var, kaplan!” çığlığıyla oğlan yerinden sıçrayıp odasına koşar. Can Yücel ayakta, sırtını kapının sağ yanındaki duvara yaslamış durumda, kasılıp kalmıştır.
Meğerse evin üç bacaklı kedisi Tekir, açık pencereden içeriye girip, pikenin altından Can Yücel’in koynuna dalmış. Tekir biraz iri bir kedi olduğundan, Can Yücel onu sarhoş kafayla kaplan sanıp çok korkmuş ve korkudan altına da azıcık kaçırmıştır...