Nâzım Hikmet, on altı on yedi yaşlarındayken, Mevlevîliğin muhtemelen Şems-i Tebrîzî geleneğinden bir mütedeyyindi. Babası Hikmet Bey ile annesi Celile Hanım boşanana kadar, Kadıköyü’nün bu sarışın delikanlısının paşa dedesi gibi hoşsohbet ve nüktedan biri olduğu biliniyor. Sadece Celile Hanım’ın sinyale giden arkadaşları değil, semt-i dildarımızın cümle dişiliği önde kişiliği arkada hoşorları da, yeni yetmeyi pek seviyorlardı. Ancak, sonunda bir gün, Hikmet Bey ile Celile Hanım boşanıp, dişi parsımız Cevizlik’teki üç katlı köşke taşınınca, Nâzım Hikmet, neşesini kaybedecek ve hayata küsecektir. Soldakiler bütün kabahati Hikmet Bey’e yıkarlar ama, nedense Celile Hanım’ın monden karakterini akıllarına bile getirmemektedirler. Kanımca, Nâzım, kendisini komünist yapacak asıl yıkımı, Hikmet Bey’in ikinci evliliğini Cavide Hanım ile yapmasıyla değil, Celile Hanım’ın Yahya Kemal ile sevişmeye başlamasıyla yaşamıştı.
Nâzım’ın, annesini Yahya Kemal’den kıskandığı muhakkaktır. Vâ-Nû’nun yazdığına göreyse, Nâzım’ın bu kıskançlığı Yahya Kemal’i pek korkutmuştur. Ama, yazılanlar bana biraz abartılı gibi geliyor. Çünkü, delikanlımızın babasından ve annesinden uzak durmaktan başka bir düşüncesi yoktur. Bu yüzden de Hikmet Bey’in Bahariye’deki ve Celile Hanım’ın Cevizlik’teki evlerine pek uğramıyor, hısım akrabasında, arkadaşlarında veya otel odalarında yatıp kalkıyordu. Ayrıca, işgal yıllarıdır. Mütedeyyin Nâzım’ın kafasında minareler birer kılıç gibi parlasa bile, asıl annesi Celile Hanım ayaklı bir belâydı. Köşkünün karşısındaki işgal subayları, belki de silâhlı Mim Mim fedailerinden çok daha fazla, kendilerini hemen her gün tencere tava çalarak protesto eden Celile delisinden çekiniyorlardı.
Vâ-Nû, mütedeyyin Nâzım’ın çocuk çetelerine katılıp düşman bayraklarını yırtmak yaşının geçtiği için Anadolu’ya kaçmak istediğini söylerse de, benim kuşkularım var. Vâ-Nû’nunki milliyetçi bir tepki olabilirdi, ama Nâzım’ınki hiç de öyle değildi. Nâzım, düşmandan değil, Celile Hanım’dan ve onun ’19 yılında ayrıldığı eski sevgilisi Yahya Kemal’in hayaletinden kaçacaktı. Bu yüzden Anadolu’ya geçmek için buluşma yerleri olan Cenyo’ya beş parasız ve elini kolunu sallayarak gelmişti. Cenyo, köprünün tam yanında ve yoldan birazcık aşağıda kalan bir birahâneydi. Oraya, Tevfik Fikret’in, Süleyman Nazif’in ve Yahya Kemal’in takıldıklarını biliyoruz. Cenyo’nun yerinde daha önce de Filip’in Gazinosu vardı. Bu gazino bize Üsküdarlı Âşık Razi’nin dizeleriyle ulaşmıştır. Sırtında kadife yakalı boz paltosuyla, başında püskülsüz fesiyle ve ayaklarında topukları yenik kunduralarıyla birahânede Vâ-Nû ile buluşan Nâzım, onuna birlikte ’20 yılının son gecesini geçirmek için Sultan II’nci Mahmud Türbesi’nin karşısındaki Mahmudiye Oteli’ne çıkarlar. Mükremin Sipahi’nin işlettiği Mahmudiye Oteli’nin ismi, ‘49’da Kayseri Oteli, ‘53’deyse Sipahi Palas olarak değiştirilmiştir. Ertesi sabah, yani ’21 yılının ilk günü, erkenden Sirkeci’ye inen bizim kafadarlar, oradan hayli yaşlı Yeni Dünya vapuruna binerler. Yusuf Ziya ve Faruk Nafiz de Anadolu yolcusudurlar. İstanbul’dan kaçanları uğurlamaya ise Hakkı Tarık ile Emin Âli gelmişlerdir.
Anadolu’ya geçeceklerin isimlerini Garp Cephesi Komutanlığı’na bağlı Ayn Pe Teşkilâtı’nca belirlendiği yazılmıştır ama, Vâ-Nû’nun ve Nâzım Hikmet’in isimlerini teşkilâta Doktor Adnan’ın ve Halide Edip’in verdikleri kesindir. Vâ-Nû’nun matbûatta artık “milliyetçi bir isim” olarak bilinmesine karşın, Hikmet Bey’in mütedeyyin mahdumu Nâzım, listeye, teşkilâta akıl hocalığı yapan Doktor Adnan ve Halide Edip tarafından, sadece “şahsen pek sevimli bulunduğundan” alınıvermişti.
Yeni Dünya vapuru 3 Ocak’ta İnebolu’ya ulaşır. Oradan Yusuf Ziya’yı Alemdar gazetesinde yazdığından, Faruk Nafiz’i de Ferit Paşa’dan nişân aldığından, İstanbul’a geri gönderirler. Bu olay bizimkileri çok üzmüştür. Sahildeki yüksek kahvehânede kös kös otururlarken, karşılarına kırmızı atkılı Sadık Ahi çıkıverir. Vâ-Nû ve Nâzım kasabanın zıngırdak otelinde gün sayarlarken, o da, taş köprüyü batı yönünde biraz geçince başlayan düzlükteki bir evde, Nafi Atuf, Vehbi ve Servet isimli arkadaşlarıyla birlikte ikamet ediyordu. Nafi Atuf sosyalist değildi ama, Spartakist arkadaşlarını yalnız bırakmamıştır. Sadık Ahi’nin elindeki bir mitralyöz ile Berlin’de pencereden pencereye ateş ederek ayaklanmaya katıldığı anlatılırken, Spartakistler öykülerini, Marx’tan, Engels’ten, Kautsky’den, Rosa Luxemburg’dan ve Karl Liebknecht’ten alıntılarla süslüyorlarmış. Bu isimlerden hiçbirini bilmeyen bizim cahiller, ağızları açık ayran budalaları gibi Sadık Ahi’yi dinlerlerken, Vehbi Bey’in ve Servet Bey’in, “Kıyma bu cahillere, etme bu çocuklara!” diye sık sık Sadık Ahi’nin ateşini düşürmeye çalıştıkları anlaşılıyor.
Nafi Atuf, şâir ve yazar Ceyhun Atuf Kansu’nun babasıdır. ’45 ile ’47 arasında Cumhuriyet Halk Partisi’nin genel sekreterliğini yaptı, altı dönem de Meclis’e milletvekili olarak girdi. Ceyhun Atuf Kansu’nun ‘19 yılında bizim yakadaki Bostancı semtinde dünyaya gelmesiyse pek hoş bir ayrıntıdır. Servet Bey, aslında Türk Ocağı’ndandı. ‘26 yılında Muhittin Birgen’in baldızı Nüzhet Hanım ile evlenmiştir. Bu Nüzhet Hanım, tahmin ettiğiniz gibi, Nâzım Hikmet’in ‘24’te boşadığı ilk karısı Nüzhet Hanım’dır. Yani, “Mavi Gözlü Dev” şiirindeki minnacık kadın. Şiirdeki “zengin cüce” de Servet Berkin olmalıdır. Vehbi Bey, Türkiye İşçi ve Çiftçi Sosyalist Fırkası’nın Berlin’deki kurucularından ve yaşamı boyunca Kemal Ahmet’in koruyucularından biri olan Vehbi Sarıdal’dır. Sadık Ahi ise, aslen Agn’ın veya Eğin’in Çanakça köyündendir. Biz onu daha çok Mehmet Sadık Eti olarak biliyoruz. ’37 ile ’40 arasında Kemaliye’de belediye başkanlığı yaptı, ’46 ile ’54 arasındaysa Cumhuriyet Halk Partisi’nden iki dönem Malatya milletvekili olarak Meclis’e girdi.
Sadık Ahi, mütedeyyin Nâzım’ın ve milliyetçi Vâ-Nû’nun inançlarını sarsmış, onların önüne yeni bir yol çizmişti. Ama, sadece bu kadar değildi. Sadık Ahi’nin sosyalizmi, çocuk ruhlu Nâzım’ın kafasında şimşekler de çaktırmıştı. Onunla, annesini vaktiyle kendisinden çalan ve siyaseten etliye sütlüye karışmamasıyla şöhretli Yahya Kemal’den intikam bile alabilirdi. Ancak, Nâzım da Vâ-Nû da Bolu’daki Beyler Kahvehânesi’nde ağır ceza reisi Ziya Hilmi Bey ile karşılaşmasalardı, muhtemelen bir süre sonra Sadık Ahi’den dinledikleri sosyalizmi unutacaklardı. Vâ-Nû’nun yazdığına göre, Ziya Hilmi Bey o sırada yirmi altı yaşındaymış. Birinden altı, diğerindense yedi yaş büyük. Yaşlıca görünmek ve kasaba eşrafında itibâr kazanmak maksadıyla bakıra çalan bir sakal bırakmış. Adam, muhabbete önce Dîvan Edebiyatı’ndan başlamış, sonra Baudelaire şiirlerine gelmiş. Bunlar kafadarlarımızın da yabancısı olmadıkları güzelliklerdir. Ama, Fransız Devrimi, Jakobenler ve Montagnardlar deyince, bizimkilerin moralleri biraz bozulur gibi olur. Montagnardlardan Paris Komünü’ne sıçrar. O da nedir? İlk defa duyuyorlardır. Sadık Ahi, onlara niçin Paris Komünü’nden hiç bahsetmemiştir, bilinmez. Son darbeyse, işçi sınıfı diktatörlüğü ile gelir, reisimiz alenen Lenin’den yanadır, onun muhaliflerineyse köpürür. Vâ-Nû ve Nâzım, reisin yaşına geldiklerinde, onun gibi bilgi sâhibi olmaya Beyler Kahvehânesi’nde şıppadak karar verirler.
Ziya Hilmi’nin kendilerine anlattığı işçi sınıfı diktatörlüğünden çok etkilenen Nâzım ve Vâ-Nû, bir gün ona, Rusya’ya gitmek istediklerini söylerler. Ziya Hilmi Bey kısa bir süre düşündükten sonra, “Ben de sizinle geleceğim!” der. Sonrası bizim yakanın edebiyatından olmadığından, geçiyorum ve ’28 yılına atlıyorum. Nâzım Hikmet binbir serüvenden sonra yeniden Kadıköyü’ndedir. Ama, yıllar önceki paşa torunu canti gitmiş, onun yerine, köylü kasketli, yakası bağrı açık ucuz Halep kumaşından gömlekli ve giyildiğinden beri hiç ütü görmemiş pantolonlu Nâzım Hikmet gelmiştir. Şemsi Sılkım, onun çöpçüler gibi giyindiğinin tanığıdır. Ona bu da yetmemiştir, şeklen dahi “komünist” görünmek maksadıyla, karpuz kavun satmaya başlamıştır. O yıllarda Mîna Urgan’ın yaşı pek fazla değildir, kendisi on iki diyor ama, sanırım yanılıyor, biraz daha büyük olmalıdır. Bir akşam yemeğinden sonra Mühürdar’daki evlerine dönerlerken, annesi Şefika Hanım, “Celile’nin oğlu Nâzım buralarda bir yerde karpuz sergisi açmış; hadi gidip şu oğlana bir bakalım!” der. Anlaşılan, Nâzım semt-i dildarımızın kadınları için hâlâ Celile’nin oğludur. Biraz dolaştıktan sonra, karpuzlarla kavunların arasında, yerdeki samanlara uzanmış, eli şakağında uyuklayan Nâzım’ı bulurlar. Mîna onu önce sarı bir kaplana benzetir, sonra da kaplandan çok iri yarı sarman bir kediyi andırdığını düşünür.
Celile Hanım’ın ve Yahya Kemal’in ayrılmalarının üzerinden yıllar geçmiştir ama, Nâzım Hikmet annesi konusundaki kıskançlığından bir türlü kurtulamamıştır. Sosyalizm ile de Yahya Kemal’i yıkamadığından, meclislerde ne zaman şişman ve muztarip şâirin ismi geçse sinirlenmeye başlıyor, şirinliğini kaybediyordu. ‘38’de, ilişkilerinin bitmesinden on dokuz yıl sonra, Celile Hanım oğlu için Yahya Kemal’e mektup yazarsa da, ondan bir yanıt alamaz. ’50 yılındaysa, oğlu için imza toplarken, Yahya Kemal köprüde karşısına çıkar. Yazılanlara göre, Celile Hanım gözlerindeki sorun nedeniyle onu görmemiştir, Yahya Kemal ise kaçarcasına oradan uzaklaşmıştır. Ama en hazin olay da Celal Esât Arseven’in Hasırcıbaşı Sokağı’ndaki evinde yaşanmıştır. Celile Hanım onun komşusu sayılırdı. Çünkü, Cevizlik, Hasırcıbaşı ile Şâir Latifi Sokağı arasındaki mahaldi. Pazar günleri Kadıköyü’nün münevverlerinin Celal Esât’ın evinde toplanması zamanla bir geleneğe dönüşmüştür. Celal Esât bir gün Celile Hanım’a “Toplantılarımıza Yahya Kemal’i de çağırsak, ne dersiniz?” diye sormuş. Celile Hanım gülümseyerek, ona, “Gelmez Celal Bey, gelmez. Beyhude teklif etmeyiniz,” diye yanıt vermiş. Celal Esât, yine de davette bulunacağını söyleyince, Celile Hanım, “Dediğim gibi, geleceğini sanmam, ama gelirse de memnun olurum!” deyip, susmuş. Hafta sonunda, Falih Rıfkı Atay ve Şefika Hanım, Şeref Akdik ve Sara Hanım ve de İsmayıl Hakkı Baltacıoğlu ve Samime Hanım, Leman ve Celal Esât Arseven çiftinin evinde toplanmışlarken, kapı çalınır. Gelen Celile Hanım’dır. Kırışıklıkları kapamak için yüzünü kat kat pudralayıp, dudaklarına da kırmızı ruj sürmüştür. Üzerinde şık bir elbise, boynundaysa sarı bir eşarp vardır. Herkes ayağa kalkar, Celile Hanım’ı baş köşeye buyur ederler. Celal Esât, ona doğru eğilip,“Maalesef beklediğimiz misâfir gelmeyecek” diye fısıldar. Celile Hanım ise, kendisini tutmasa ağlayacak durumdadır, sadece,“Ben size söylemiştim Celal Bey, gelmez diye. Beni bu yaşımda görmek istemez!” diyebilmiştir...