28 Şubat 2002'de başlayan Gucarat katliamının ikinci gününde, yoksul bir sığır çiftçisinin eşi 21 yaşındaki Bilkis Bano, Hindu militanlarının mahallesindeki Müslüman evleri bastığı haberini aldı. Beş aylık hamile kadın, akrabalarıyla birlikte yalın ayak oturdukları mahalleden kaçtı. Birkaç gün boyunca bir saklanma yerinden diğerine taşındılar. Ama korkunç bir sabah, kimisinin komşuları olduğu ve kendisinden düzenli olarak süt aldıkları bir grup Hindu erkek onları tanıdı ve saldırıya geçti. Ailesinden birçok erkeği kafalarını kesmek suretiyle katlettiler. Ve arkasından ailedeki kadınlara karşı toplu tecavüz saldırılarına başladılar. 13 kişi annesi ve çocuklarının gözleri önünde hamile kadına tecavüz etti. Ardından gözü dönmüş saldırganlar Bilkis'in annesi ve iki kız kardeşini hedef aldılar ve onlarla birlikte üç yaşındaki kızını gözleri önünde katlettiler. Eğer caniler, bilincini kaybetmiş genç kadının öldüğünü düşünmeselerdi, o da aynı akibete uğrayacaktı.
Bosna Savaşı yıllarını hatırlatan bu olayların üzerinden yirmi yıl geçti. Ancak ömür boyu hapis cezasına çarptırılan 11 saldırganın Gucarat hükümeti tarafından iyi hal gerekçesiyle serbest bırakılmaları Hindistan’daki hukuk sistemine, toplumsal şiddete yönelik eleştirilerin artmasına ve yeniden ülkedeki toplumsal gerginliği tırmanmasına neden oldu. Tecavüz kurbanı çoğu kadının aksine Bilkis’in cesur davranarak, saldırganların peşini bırakmaması ve ceza almalarını sağlaması bugün onun ve aile mensuplarının hayatını tehlike atıyor.
2020 yılında Yeni Delhi’de, ABD Başkanı Trump’ın Hindistan ziyareti sırasında, Müslümanlara karşı benzer saldılar yaşanmıştı. Ülkede etnik ve dini çatışmalar konusunda çalışan Siyaset Bilimci Ashutosh Varshney’e göre, Delhi’deki saldırılar düzenli bir pogrom niteliği taşıyordu.
Hindistan tıpkı komşusu Çin gibi Müslüman azınlığın sistematik şiddete maruz kaldığı bir ülke. Ancak iki ülke arasında temel farklar bulunuyor. Çin’de Müslümanlara karşı sistematik şiddet Doğu Türkistan’la sınırlı bir mahiyete sahipken bir devlet politikası olarak uygulanırken, Hindistan’da İslam karşıtlığı Hindu milliyetçisi iktidarın teşvik ettiği radikal Hindu fanatiklerinin marifetiyle yürütülen ve esasen toplumsal bir sorun. Müslümanların çoğunlukta olduğu ve bağımsızlık mücadelesi verdikleri Keşmir hariç tutulursa, Hindistanlı Müslümanlar bölgesel ve etnik olarak ayrışmış ve sayı itibarıyla da baskı altına alınabilecek bir toplum değiller. Bu nedenle dini toplumsal şiddet bütün ülkeyi bir anda kaosun içerisine çekecek, hızlı bir şekilde tırmanabilecek ve bölgesel yansımaları açısından ciddi sonuçlar doğurabilecek tehlikeli bir sorun. 200 milyona yaklaşan nüfusuyla Hindistan’ın sahip olduğu Müslüman azınlık dünyada Endonezya ve Pakistan’ın hemen ardından dünyanın üçüncü büyük Müslüman toplumu. Türkiye nüfusundan iki kat daha fazla, bütün Arap dünyası nüfusunun ise yarısına tekabül eden bu kadar kalabalık bir toplumu asimile etmek ya da baskı altına alabilmek mümkün değil.
Aslında Hindistan’ı uzun yıllar yöneten Kongre Partisi döneminde dini gruplar arasındaki ve kast sistemi nedeniyle Hindular arasındaki sorunlar toplumsal düzeyde devam ediyordu. Hindistan’da Pakistan’ın ayrılmasına rağmen Hindistan Müslümanları ülkeye bağlılıklarına devam ettiler. Hatta Müslüman arasındaki Hindistan milliyetçiliği her zaman güçlü bir siyasi akım olmaya devam etti. Ülkede Müslümanlar geniş bölgede artan siyasi şiddet ve radikalizme kapılmadan hayatlarını sürdürdüler. Ancak Hindu köktendinci partisi Bharatiya Janata Partisi’nin 2014 yılında seçimleri kazanmasının ardından Hindu aşırı gruplar hem daha çok özgüven elde ettiler, hem de devlet içerisinden teşvik ve destek bulmaya başladılar. Örneğin Bilkis’in memleketi olan ve BJP’nin uzun süredir iktidarda olduğu Gucarat eyaletinde 2002’de yaşanan ve üç gün boyunca devam eden İslam karşıtı toplumsal şiddet, onun aile mensuplarının da dahil olduğu 10 bin Müslümanın ölümüne neden oldu. Müslüman kadınlara karşı tecavüz bir sistematik silah olarak kullanılan bu saldırılar sırasında radikal Hindu milliyetçiler bölgesel hükümetin ve polis güçlerinin desteğini elde ettiler. Delhi saldırıları sırasında da polisin güvenlik kameralarını kırma görüntüleri sosyal medyada yayınlanmıştı.
Gujarat’ta serbest bırakılan canileri eyalet vekilleri çiçek ve tatlılarla karşılamaları da aşırı dincilerin siyasilerden aldığı desteği gösteriyor. Vekillerden biri canileri Hindistan’ın kast sistemine atıfla şu sözlerle savunuyordu: bu insanlar Brahmanlar ve Brahmanlar üst kültüre (sanskaar) sahiptirler.” Adeta Hindistan’da dinci çetelerle siyaset arasında gizli bir işbirliği mevcut. Hindistan Başbakanı Modi’nin bu olay karşısında hiçbir tepki göstermemesi de sözkonusu işbirliğinin boyutunu gözler önüne serdi. Hintli yazar Shikha Dalmia’ya göre, Modi’nin bu sessizliği bir yanda militan Hinduları kendi partisinden uzaklaştırmama çabasını gösterirken, diğer yanda da onun Müslümanlardan ve diğer dini azınlıklardan arındırılmış bir Hindistan vizyonuyla da uyumluydu.
Gucarat hükümetinin Bilkis olayının faillerini iyi halden serbest bırakması aslında eyalette Aralık ayında yapılacak seçimlerde BJP’nin aşırı Hindu milliyetçilerinin oylarını kaybetmemek istememesinden kaynaklanıyor. İnsan hakları alanında çalışan Hindistanlı gazeteci Tarushi Aswani’nin ifadesiyle, Başbakan Modi şimdiye kadar seçimleri kutuplaşma ve dini gruplar arasındaki tansiyonu yüksek tutma stratejsiyle kazandı. İktidara ilk geldiği günlerde uluslararası medya tarafından pragmatik bir siyasetçi ve iş insanı olarak yansıtılan Modi, ülkesinin giderek bozulan ekonomik şartlarında ve artan genç işsizliği karşısında dini gerilim kartına daha fazla sahip çıkmaya başladı. BJP ile irtibatlı olan ve Modi’nin de 8 yaşından itibaren üyesi olduğu Hindu milliyetçisi paramiliter grup Rashtriya Swayamsevak Sangh aktif bir şekilde bu gençlerden kendisine taraftar topluyor.
Modi hükümeti sorunu ne kadar görmezden gelirse gelsin, uluslararası gözlemcilere göre, Hindistan Müslümanlarına karşı insan hakları ihlalleri son derece kapsamlı ve sistematik bir şekil almış durumda. Stephen Rapp, Sonja Biserko ve Marzuki Darusman tarafından hazırlanan raporda 2019 yılından sonraki olaylar ve ihlaller incelenmiş.
“2019 ortasından bu yana Hindistan genelinde Müslümanlara yönelik insan hakları ihlalleri, gerek ihlallerin kapsamı ve gerekse biçimi açısından son derece endişe verici boyutlara ulaşmış durumda. Devlet aktörleri de dahil olmak üzere Müslümanlara yönelik fiziksel şiddet eylemleri, Müslüman karşıtı nefret söylemi ve kışkırtma ile birleşerek çeşitli platformlarda yayıldı. Ülkede dini azınlığın hayatta kalması için ciddi bir tehdit oluşturuyor. Raporda belirtildiği gibi, bazı durumlarda, özellikle Uttar Pradesh eyaletinde ve Jammu Keşmir bölgesinde, iddia edilen ihlaller potansiyel olarak uluslararası hukuk açısından devlet suçu eşiğine ulaşmış durumda. Aynı zamanda, ülkenin çoğunda oldukça sistematik bir hal alan bu tür ihlallerin belirli bölgelere özgü olmadığı da açık. Özellikle Müslüman kadın ve kızların cinsel şiddet eylemlerine ve tehditlere maruz kalması son derece endişe verici. Kimi Müslüman kadın dini kimliklerini sergiledikleri için eğitimden mahrum bırakılmış haldeler. Bu raporun açık bir şekilde ortaya koyduğu üzere, şiddet eylemlerinin temelinde yetkililerin, Hindistan anayasasının tüm vatandaşlar için garanti altına altıdğı temel haklları Müslümanlardan geri alma girişimi yatıyor…Ayrımcı devlet politikaları, Müslümanlara karşı eşit olmayan muameleleri, kategorik dışlamayı, damgalamayı ve şiddeti mümkün hale getiriyor. Böylece hedef haline getirilen Müslüman azınlığa karşı vahşet suçlarına zemin hazırlanıyor.”
494 sayfalık raporda geçen ihlaller arasında en kritik olanlardan biri Ulusal Nüfus İdaresi’nin Assam eyaletinde yaşayan yaklaşık 2 milyon Bengali Müslümanın Bangladeş’den göç etmiş illegal göçmen olarak sınıflandırılması. Yine Hindistan’da Hinduların başka dinlere geçmelerini yasaklayan kanunların giderek artan sayıda eyalette kabul edilmesi de bilhassa İslam’ı hedef alan uygulamalardan biri. Zira Hindistan’da sadece alt kastlardan değil, giderek artan sayıda üst kastlara mensup Hindu İslam dinini kabul ediyor.
Bu arada Hindistan’ın 2019’da kabul ettiği vatandaşlık kanunu açıkca İslam’a karşı ayrımcılık içeriyor. Yeni vatandaşlık kanunu Pakistan, Bangladeş ve Afganistan'dan altı dini azınlığa mensup göçmenlere Hindistan vatandaşlığı imkanı sağlarken, Müslümanlar bu haktan mahrum ediliyordu. Bu arada yenilenen nüfus kütüklerine Müslümanların kayıt olmalarının önüne de türlü engeller çıkarılıyor. Özellikle Assam eyaletinde yaklaşık iki milyon Müslüman Hindistan vatandaşı olarak kabul edilmedi ve Bangladeş’e sürgün edilmelerinin önü açıldı. Aynı yasal statüye sahip olan diğer dinlere mensup olanlar ise vatandaşlık kanunun onlara tanıdığı vatandaş olma imkanına sahip oldular. Ülkenin özellikle kırsal kesimlerinde doğan milyonlarca insanın doğum belgelerinin eksik olması da onların kaderini belirsiz hale getiriyor. Bugün dahi ülkede doğan 5 yaşın altındaki 38 milyon çocuğun vatandaşlıklarını ispat edebilecekleri nüfus cüzdanları bulunmuyor. Böylece ülkede Müslümanların sistematik bir sürgünle karşı karşıya kalmalarının yasal açıdan mümkün hale geliş oluyor. Aslında dini kimlik bazlı bu uygulamalar, tamamen seküler bir siyasi sisteme sahip Hindistan’da anayasaya aykırı kabul ediliyor.
Çeyrek milyara yakın bir nüfusun yaşadığı Hindistan’da şayet olaylar kontrolsüz bir şekilde gelişirse bir anda sadece bu ülkeyi değil, Pakistan olmak üzere etrafındaki ülkeleri de içine alacak bir uluslararası krize de neden olabilir. İki ülkenin nükleer silah sahibi olduğunu da gözönünde tutarak, bölgesel bir dini çatışmanın ulaşabileceği tehlikeli boyut ortada. Ne var ki Hindistan Müslümanlarının bugün içinde bulunduğu durum, genellikle İslam dünyasına dair olayları Orta Doğu ve petrol siyaseti açısından ele alan dünya medyasının fazla ilgisini çekmiyor.