Amerikan bağımsız sineması konusundaki incelemeleriyle tanınan P. Adams Sitney bu sinemanın ‘kurucu babalarından’ Jonas Mekas’ın aynı zamanda bir şair olduğunu söyler. Aslında Mekas şiir de yazıyordu, ama Sitney’in söylemek istediği bu değildi gerçekte Mekas’ın filmlerindeki lirizme dikkat çekiyordu. Walden (uzun adıyla, Günlükler, Notlar, Eskizler) lirizmin en yoğun olduğu filmlerinden biridir.
1922 Litvanya doğumlu sinemacı İkinci Dünya Savaşı’nda ülkesi Alman ordularınca işgal edildiğince kardeşi Adolfas Mekas ile birlikte bir yolunu bulup tarafsız İsviçre’ye gitmek üzere ülkelerini terk etmişlerdi. Ancak Avusturya’da Almanlar tarafından durdurulup Hamburg yakınlarında zorunlu çalışma kampına kapatıldılar. Savaştan sonra da Mainz yakınlarında yurtsuz kişiler kampında alıkonuldular. Jonas Mekas kampta kaldıkları sürece Mainz Üniversitesi’nde felsefe derslerini izledi. İki kardeş Mekas kardeşler sonunda bu kamptan kaçtılar.1949’da iki kardeş Amerika’ya göç ettiler, Willisamsburg, Brooklyn’e yerleştiler.
Amos Vogel’in kurduğu ve deneysel filmlerin gösterildiği Cinema 16’ın müdavimi olmuştu, ayrıca MoMa’daki günlük film programlarını da kaçırmıyordu. Buraları onun okulları oldular. Kısa bir süre sonra bütün maddi imkânlarını zorlayarak bir Bolex 16mm kamera edindi. Elde kolaylıkla taşınabilir 16mm kameralar Avrupa’da savaş yıllarında cephede çekimler yapabilmek için keşfedilmişti. Mekas, Bolex 16mm ile şehirdeki gündelik hayatı fragmanlar halinde kaydediyordu. Söz konusu çekimler şehirdeki hayata, daha genel ve geniş anlamda Amerikan toplumuna katılmasına aracı oldu.
New York’a adım attığında geçmişte sahip olduğu pek çok şeyi kaybetmiş bir insandı. Litvanya’daki ailesine ait toprakları, oradaki evlerini… Nice zor zamanlardan sonra kendini New York’da bulmuştu. Bolex ile çektiği filmler onun bu şehirle aidiyet bağları kurmasını, yabancısı olduğu bu şehre ‘evim’ demesini sağladı.
Bunun yanısıra Bolex 16mm ile kurduğu ilişki onun sinema felsefesinde ve estetiğinde belirleyici oldu. Kamerasını yeni bir sinema yaratmada, Hollywood sinemasına meydan okumada kullandı. Stüdyoya, aktörlere, dekora, yapımcıya ve görüntü yönetmenine ihtiyaç duymayan yeni bir sinema anlayışının ve estetiğinin temellerini attı. Kamera ile aracısız temas eden sinemacı nosyonuna dayanan, her aşamasını tek başına gerçekleştirdiği “ev filmleri” çekti. Bunu yapmak bir süre sonra varoluş nedenine dönüştü. Walden’de görüntü üstüne binen sesiyle “Ev filmleri yapıyorum, öyleyse varım” der. Ona göre filmin bütün aşamalarını tek başına gerçekleştirmek sinemacının bağımsız olmasının ilk koşuluydu. 1967’de bir açık oturumda “Godard kamerayı eline alıp kendi filmlerini çekmeye başladığında Yeni Sinema’nın bir parçası olacak” demişti.
Bu otobiyografik belgeselleri günlük (diary) filmler olarak niteledi. Günlük tutmaya savaş sonrası kapatıldığı yurtsuzlar kampında başlamıştı. Litvanya dilinde yazdığı günlükleri yıllar sonra İngilizceye çevrilerek I Had No Place To Go (Gidecek Hiçbir Yerim Yoktu) başlığı altında yayımlandı. Günlüğü tutmaya başladığında yirmi iki yaşındaydı ve gelecek önünde belirsizlikle dolu bir yol olarak uzanıyordu. Arayış içindeydi, öncelikle yeni bir ülke, yeni bir yuva arıyordu. Amerika’ya geldiğinde günlük tutmayı bir bakıma kamerasıyla sürdürdü. Daha önce günlük formunda filmler yapılmıştı. Jean Renoir, Luis Bunuel, Robert Bresson... Ama onlarınki belgesel değil, kurmaca filmlerdi.
Bağımsız Amerikan sineması yönetmenlerini destekleyen, bunlar arasında Mekas’a özel bir önem veren film teorisyeni ve eleştirmeni P. Adams Sitney bu sinemanın soykütüğünü incelediği Eyes Upside Down (Gözler Tepe Taklak) başlıklı kült çalışmasında bu vizyoner sinemacıların köklerinin Ralph Waldo Emerson’ın mirasçıları olduklarını ileri sürer. Emerson’ın Doğa kitabındaki düşünceleri görsel kültüre, özelde Amerikan bağımsız sinemasına uygular. Bu sinemayı Emerson’ın kavramlarına başvurarak analiz eder. Avangard sinema ve Emerson’ın epistemolojisi arasında temas noktası bulur. Peki, on dokuzuncu yüzyılda yaşamış bu Amerikan aşkıncı düşünürü ile yirminci yüzyılın ikinci yarısında gelişen Amerikan avangard sineması arasında nasıl bir bağ olabilirdi?
Sitney, Emerson’ın Özgüven başlıklı denemesine dayanıyor. Concord bilgesine göre özgüvenin koşulu insanın vicdanını dinleyerek kendi doğrularını bulması, ilkelerini oluşturması. Bir kez kendi yol gösterici ilkelerine sahip olduktan sonra dıştan hiçbir müdahale ve telkine ihtiyaç duymaksızın kararlar vermesi, gerektiğinde yalnız kalmaktan korkmaması, bunu göze alması, çoğunluktan ayrı durmayı bilmesi, konformist olmaması. Çoğunluğu sorgulamadan izlemek yerini vicdanında bulduğu doğruları izlemesi, bunlar doğrultusunda tavır alması. Kendi doğrularına ve değerlerine bağlı kalmayı ise ancak özgüven sahibi bir insan yapabilir.
Sitney’in Amerikan bağımsız sinemacılarını Emersoncı olarak nitelemesinin bir nedeni onların kendi ilkelerine dayanmaları, filmlerinin son derece kişisel olması. Aslında Emersoncı nitelemesi Thoreau düşüncelerini ve Whitman’ın şiirini de kapsıyor. Sitney’in Emersoncı nitelemesi ele aldığı bütün sinemacılar açısından ikna edici olmasa da Makas’taki öznellik onun Emersoncı olduğunu kabullenmeye yetiyor. Öznelliği Emerson’ın özgüven nosyonuyla örtüşüyor. Walden bu açıdan Emersoncı sinemanın iyi bir örneği.
Walden, Mekas’ın ilk günlük filmi, yaşamının beş yılı üzerinde odaklanıyor, 1965 sonbaharından 1968 sonuna kadar tutulmuş bir günlük. Avangard ve otobiyografik belgesel. Birinci tekil şahsın deneysel sineması. Daha önce çektiği kısa metrajlı filmlerden bazı bölümler almış, haber filmlerini kullanmıştı. Mekas filmini Lumiére Kardeşler’e ithaf etmiş, film bu ithafla başlıyor. Bu anlaşılır bir şey; çünkü onlar sinemayı gündelik hayatın yeniden sunumuyla başlatmışlardı. Sinema eleştirmeni ve tarihçisi Georges Sadoul, Lumiére Kardeşler’de “kameranın merceği dünyaya açılır” demişti. Gerçekten onların kameraları sokağa çıkıyor, gündelik hayata karışıyor, gündelik hayata dâhil oluyordu Mekas bu geleceği sürdürdü.
Walden’de şehirdeki gündelik hayatının yanısıra sanat ortamından da görüntüler sunar. Dost toplantıları, bu toplantılarda sanat üzerine tartışmalar, kutlanan evlilik yıldönümleri, doğum günü partileri, arkadaşlarla birlikte yenilen yemekler, John Lennon ve Yoko Ono’yu Montreal’de ziyaret, Beat şairleri (Allen Ginsberg), avangard sinemacılar (Ken Jacobs, Stan Brakhage), sinema kuramcısı P. Adams Sitney, 1960’ların karşı-kültür figürleri.. Bunların hepsi bir araya gelir, anılar albümü ve portreler galerisi oluştururlar.
Mekas’ın aynalara, tren penceresine yansıyan görüntüsünü, Central Park’daki köprülerden birinde dururken aşağıya betona düşen gölgesini görürüz. Öncelikle kendi filmini yaptığını belirtir bu yansımalar. Görüntülerin üstüne konuşur, geçmişi hatırlar. Akordeon çalar, çocukluğunun müziğidir bu. Sonra metroda kaydedilmiş sesleri, Budist namelerini duyarız. John Cale’in tek bir tema üzerine çeşitlemelerden oluşan müziği izleyiciyi Baltık topraklarından alıp New York avangard sanat ortamına taşır.
Central Park, Mekas için çok özel bir mekân. Şehrin ortasındaki doğa. New York’un gökdelenlerden ibaret olmadığını gösteriyor. Yukarı Manhattan’ın ızgara yapısını bozmadan yapılmış, ama aynı zamanda ızgara düzeninin tekdüzeliğine bir alternatif oluşturuyor. Rem Koolhaas parkı ızgara düzenine yapılmış bir tür organ nakli olarak görür.
Parkı tasarlayan manzara mimarı Frederick Law Olmsted Walden’i çağrıştıran göller yapmış, Rem Koolhaas’ın deyişiyle ‘sentetik arkadya’ yaratmak istemişti. Mekas da Thoreau’nun Walden’i ile Central Park arasında koşutluk kuruyor. Ama şu var: Thoreau Walden gölü kıyısında tek başına yaşamıştı. Mekas’ın ‘Benim Walden’im dediği Central Park soyutlanma mekânı değil. Thoreau’nun yalnızlık içinde bulduğu mutluluğu, derin düşünmeye elverişli ortamı o parkta günün keyfini çıkarak insanları gördüğünde buluyor. Parkta diğer insanlara bağlanıyor. Bu bütün New Yorklular için geçerli, parkta birbirlerine yakın oluyorlar. Park sadece hafta sonlarında değil, haftanın her gününde kalabalık. Orası kalabalık caddeler kadar şehrin nabzının attığı bir yer. Frederick Law Olmsted da parkı insanların biraraya gelmeleri için tasarlamıştı.
Mekas doğayı ve çocukları birlikte düşünüyor. Paktta en çok neşe içinde oynayan, uçurtma uçuran, parktaki göllerde kayık yüzdüren çocuklar dikkatini çekiyor. Doğa ve çocuk yenilenme, hayata yeni bir perspektiften bakma anlamına geliyor
Kaynaklar: James, David E., To Free the Cinema: Jonas Mekas&The New York Underground, Princeton University Press, 1992.
Sitney, P.Adams, Eyes Upside Down: Visionary Filmmakers and the Heritage of Emerson, OUP, 2008.