Netflix’de yayınlanan ve son dönemin en iyi çalışmalarından olan Kulüp dizisinin son bölümlerini izliyorum.
Dizinin baş karakterlerinden Matilda, tüm sorunlara, ötekileştirmelere, acılara ve hayati risklere rağmen kardeşinin Amerika’ya yerleşme teklifini kabul etmiyor.
Ülkesinde, Türkiye’de, İstanbul’da kalmaya karar veriyor. Siyasi tarihimizin karanlık sayfalarından biri olan 6-7 Eylül Olayları yaşanırken.
Matilda, “ben burada kalacağım” derken, aklıma Hrant’ın benzer kararı geliyor.
O da, 15 yıl önce, Matilda gibi, “burada, ülkesinde kalma kararı” almıştı. “Ruh halimim güvercin tedirginliği”yle “Gitmiyorum” demişti.
Hrant’dan, erdemli büyük yürekten, böyle bir karar beklenirdi.
Kararına saygı duymuş ama içimize de korku girmişti.
Onu, 2007 yılında, 19 Ocak Çarşamba günü, soğuk bir İstanbul günü, Türkiye siyasi tarihinin karanlık günlerine eklenen bir günde kaybettik.
Hrant’sız “15 Eksik Yıl” sloganıyla onu özlemeye, onun düşüncelerini, mücadelesini, vizyonunu yaşatma çabamıza, onun vicdan dolu felsefesinden ve eylemlerinden öğrenmeye devam edeceğiz.
VİCDANI AKLIN ÖNÜNE KOYMAK
Hrant’ın katledilmesinden bir yıl önce. 23-24 Aralık 2006 günü. Özgür Düşün Dergisi tarafından düzenlenen toplantının “Resmi Tarih ve Aydın İlişkisi” başlıklı oturumda Hrant Dink’in sırası geliyor.
Hrant konuşmasında şu önemli saptamayı yapıyor; “Ancak, bir aydında muhakkak olması gereken, olmazsa olmaz olan tek bir silah vardır. Akıl değil. Hatta bazen çok akıl da gerekmez. Çünkü aydın bazen düz mantıkla çok rahat anlayacağımız şeyleri karmaşık mantık içerisinde anlaşılmaz kılan adamdır. Türkiye’de bunun örneği çok. Bazen sıradan, halkın düz mantığı, basit mantığı, olayları çok daha iyi kavrayabilir. Ve bazen halk kendi aydınından çok daha aydındır. O açıdan baktığımız zaman, ister karmaşık mantıkla, ister düz mantıkla yorumlasın, aydının tek bir silahı, olmazsa olmaz tek bir silahı vardır: Vicdan. Vicdanı olmayan aydın olamaz. Vicdanını ortaya koyarak meselelere bakmayan, sadece aklına gьvenen ve sadece aklıyla sorunları зцzmeye зalışan aydın olamaz. Aydının vazgeçilmez, olmazsa olmaz koşulu, vicdanı olmasıdır -tarihe bakarken de, bugüne bakarken de..”
Hrant’ın bu sözler ve vicdan vurgusu, sadece aydınlar için değil, toplumu yönetenler ve yönetmeye talip olanlar için de çok önemli ve geçerli.
Bu saptaması içinde, Hrant, bizi sadece vicdan-akıl ilişkisini değil, aynı zamanda özgürlük-etik ilişkisini de farklı düşünmeye de davet eder.
ÖZGÜRLÜK, ETİK VE ÖTEKİNE KARŞI SORUMLULUK
Hrant’ı okumak ve dinlemek bana hep Emmanuel Levinas’ın “Etik” ve “Öteki” üzerine yazdıklarını anımsatmıştır. Biliyorum aralarındaki düşünsel, felsefi, ve siyasal farkları; ama, “vicdan”, “birincil felsefe (par excellence) olarak etik” ve “ötekine karşı sorumluluk” anlayışları içinde, bana göre, Hrant, biraz da, bu ülkenin Levinas’ı olmuştur.
Hrant’tın konuşmalarında ve yazılarında kendi üslubu içinde yaptığı bir öneriyi Levinas’da etik üzerine kitabında yapar: “Ben kendimi Öteki’nin ötekisi olarak hissettiğim zaman sorumluluk, dolayısıyla Ötekiyle iletişimim başlar”.
Bu iletişimin kurulması için, Levinas’ı izleyerek, etiği, felsefenin bir alt dalı olarak değil, felsefe par excelence olarak görmeliyiz. Levinas “benlik-öteki ilişkisini” incelerken, “felsefenin temel amacının doğru olanı mı yoksa iyi olanı mı bulmaktır” sorusuna yanıt getirmeyi amaçlar.
Eğer doğruyu bulmak ise amaç, o zaman epistemolojik (bilgi kuramsal) ölçütlerin öncelliğini ve bilginin egemenliğini kabul etmek zorundayız. Ama amaç iyi olanı bulmak ise, dolayısıyla iyi olan felsefe ve yaşam için öncülse, o zaman, etik epistemolojinin önüne geçer.
Levinas, Batı felsefesinin bu karşıtlık içinde okunabileceğini önerdikten sonra, “bu karşıtlığın gerisinde bilgi ile etiği nasıl beraber düşünebiliriz” sorusuna yanıt arar.
Levinas’a göre “etik, benlikle Öteki arasında bir sorumluluk ilişkisi” olarak tanımlamalıdır. Etik, “Ötekine karşı sorumluluk”, dolayısıyla Ötekiyle bir ilişki biçimi; Öteki olanı benliğin kurulma sürecine içselleştirilmesi; benliğin kendisiyle ilişkisini Öteki kategorisi yoluyla düşünmesidir.
İşte bu anlamda, benliğin kendisini “Ötekinin ötekisi” olarak hissetmesi, hem bireysel hem de farklılık temelinde yapılan özgürlük taleplerinin gündeme getirildiği Türkiye’de ve küreselleşen dünyada “farklılıkların birlikte yaşama” olasılığını sağlayabilir. Bu olasılığın gerçekleşmesi, aynı zamanda da, özgürlüğün kendisinin etik bir eylem olarak yeniden-düşünülmesinin, toplumu yöneten aktörlerin “ahlaki ve sorumluluk taşıyan özneler” olarak yeniden-kurulabilmesinin, ve devlet-toplum/birey ilişkilerinin “demokratik özgürlük ve etik” temelinde düzenlenmesinin ön-koşuludur.
Demokratik özgürlük üzerine oturmuş bir “etik siyaset”, hem devlet-toplum ilişkilerine hem de toplumsal ilişkilere “etik bir ilişki” olarak yaklaşırken, bu etik ilişkiyi “çoğulculuk ethosu” temelinde düzenleyebilir. Bu düzenleme, farklılıklar-arasında diyalog ve karşılıklı empati temelinde kurulmuş bir iletişimi içerdiği sürece, farklı özne konumlarının kendi benliklerini “vicdan muhasebesine” sokmalarını, ve bu yolla kendileriyle, farklı olanlarla, doğayla ve gezegenle ilişkilerini “ötekine karşı sorumluluk ilkesi” temelinde kurmalarını sağlayacaktır.
Bu anlamda da, vicdan-akıl ve özgürlük-etik ilişkisini düşünürken, Levinas’ın da sürekli olarak altını çizdiği, Dostoyevski’nin Karamazov Kardeşler kitabında Alyosha Karamazov’un söylediği şu sözleri dinlememiz gerektiğini düşünüyorum: “Biz hepimiz diğerlerine karşı sorumluyuz - fakat ben ötekilerden daha da sorumluyum”.
Özgürlük, hem sorumluluk, hem de ötekiyle ilişkisellik içinde kurulur. Diğer bir deyişle, цzgьrlьk ilişkiseldir.
Özgürlük sadece bireysel düzeyde benliğin hareket alanı üzerindeki devlet müdahalesi ve gelenek kısıtlamasının minimize edilmesiyle ilgili bir olgu olarak düşünülemez. Ama, özgürlük alanını devlet güvenliği ve lidere sadakat temelinde sınırlamak ve şekillendirmek de kabul edilemez.
Bu iki yaklaşımın aksine, özgürlük olumludur, çünkü benliğin özgür, ve bu özgürlüğün erdemli olması, ancak benliğin var olan iktidar ilişkilerini eleştirerek, çevresini değiştirme çabasıyla oluşur.
Dahası, özgürlük, ne makro anlamda toplumsaldır, ne de mikro anlamda bireyseldir: aksine özneler-arası ilişkiye (inter-subjective) içsel bir niteliktedir, ve öznenin “dönüştürme iyeliği”yle ilgi toplumsal bir olgudur. Özgürlük bireylerin toplumsal aktörler olarak devletle ve diğer toplumsal aktörlerle girdikleri ilişkide, çevrelerini dönüştürme iyeliklerini yaşama geçirmelerinin temel ölçütüdür.
Bu nedenle, özgürlük atomistik birey ya da ulusal kimlik olarak değil, vatandaş, toplumsal muhalefet hareketi, sivil toplum örgütü v.b. biçimlerde yaşama geçer. Özgürlük karar-alma sürecine katılımı gerekli kılar. Kamusal alanın farklı kimliklere açılarak bir müzakere alanına dönüştürülmesini ve özneler-arası diyalog yoluyla “toplumsal yarar”ın belirlenmesini içerir. İnsan odaklı değil, tüm canlıları, doğayı ve gezegeni içeren yaşamsaldır. Sadece insan hakları odaklı değil, yaşamdaşlık hakları için mücadeleyi savunur.
Demokratik özgürlük anlayışı, sonuçla, ilişkiseldir, dönüştürücüdür, diyalojiktir, müzakerecidir ve katılımcıdır. Tam da bu noktada, özgürlük ile etik arasındaki ilişki ortaya çıkar, çünkü özne-doğa, özne-öteki ve özne-benlik ilişkisi, ötekine karşı sorumluluk ilkesi temelinde ve özneler-arası diyalojik iletişime dayalı kurulur.
Özgürlük ilişkisi, ne neoliberalizmin önerdiği gibi, atomistik bireyin ekonomik rasyonalitesini yaşama geçirmesiyle sınırlı bir olgudur, ne de, devlet güvenliği ve lidere sadakat ile tanımlanabilir; aksine зevreye karşı sorumlulukla, цtekiyle diyalogla ve farklı olanı anlamayla tanımlanan, ve bu anlamda “erdem”li ve цzьnde etik bir ilişkidir.
Tam da Hrant’ın yaptığı, bize önerdiği gibi, yaşamı pahasına.
Kulüp dizisinden bir an kopup Hrant’ı dinlemeye, sohbet etmeye başlamışım gibi oldu. Sanki, bu 15 yılda Hrant’la yaptığım sohbetlerim, onu dinlemem, ondan öğrenmem gibi...
Onsuz yıllar eksik, ama onu özlemeye, ondan öğrenmeye devam edeceğim(z)..