Gerek savaş, kıtlık, kuraklık gibi uluslararası gelişmelerin, gerekse yerel şartlar, siyaset ve algıların mülteciler ve mültecilik konusu üzerindeki etkileri tartışılmaz.
Bu minvalde önümüzde kabaca birkaç başlıkta toplayabileceğimiz bir sorunlar yumağı durmakta.
1) Bunlardan ilki Suriye-Irak-Afganistan gibi coğrafyalara dönük uluslararası ve yerel güçlerin müdahaleleri, çözümsüzlüğü bilinçli bir siyaset olarak benimsemeleri ve bu bölgelerin kendi iç sorunlarına bu müdahalelerin yaptığı katkılar.
2) Bu gerçekliğe rağmen iktidarın görece doğrular ve müspet tavırlarla karşıladığı gelişmeleri uzun erimli bir politikaya dönüştürmekte zorunlu ya da tercihsel bağlamda -elinde olan ve olmayan sebeplerle- zorlanması.
3) Muhalefetin gelişmeleri doğru okumada başta ideolojik olmak üzere çeşitli sebeplerle zorlanması, mülteci karşıtlığında -dozajı farklı olmakla beraber- konum alması ve bunu iç siyasette iktidarın elini zayıflatmada bir aparat olarak görmesi. Bu “gayretler”in toplumun bir kesiminde ciddi biçimde satın alınması.
4) Kim ne derse desin, kim, hangi politik popülizme oynarsa oynasın gerçekliğin olmazsa olmaz karşılığı olarak entegrasyon politikalarının uygulanma zorunluluğu.
Türkiye’de yapılan tartışmaların önemli bir kısmı bu bütünlüğü kavramaktan uzak bir tarzda yürütülmekte. Bir de bunlara “doğru bilinen yanlışlar” eklenmekte ve algılar, orta ve uzun erimli çabalarla elde edilecek karşılıklara karşı sabırsızlığı, hatta ayrımcılık, nefret gibi düşmanlıkları körüklemektedir.
Öncelikle şunu belirtmekte fayda var ki; ilk üç madde her ne kadar içiçe geçmiş bir görüntü arz etse de, bir gerçekliğe karşın diğerine mahkum değiliz. Mesela ilk maddenin, yani uluslararası hesapların tamamlanmamış olması, bizim ülkemizde atacağımız doğru adımlara bir engel teşkil etmemektedir. Alacağımız olumlu sonuçları geciktireceği doğrudur ya da İdlib’de olduğu gibi sınırlarımızda yığılma ve güvenlik açığı oluşturacak şekilde tehditler yaratma riski her daim bakidir; lakin dördüncü madde düzleminde, yani doğru entegrasyon politikaları uygulamakta ayağımıza pranga değildir. Hatta tam tersi, entegrasyonun doğru adımlarla ilerletilmesi, artması muhtemel o riskleri de baskılayacak, etkisini minimize edecektir. Doğrusu, ekonomiden eğitime, sosyal politikalardan bunların iletişim diline kadar çok yönlü entegrasyon politikaları, gelecekle ilgili -gerçekçi ya da gerçeğe dönülmesi muhtemel kurgusal- endişeler uyandıran pek çok sorunun berhava edilmesinde kaçınılmazdır!
Gerçekçi olmayan ama ırkçılığın, yabancı düşmanlığının bilumum türlerini üretmekle malul negatif yaklaşımlar olumsuz bir realite hali üretmeden, doğru bir iletişim stratejisiyle yönetilmek zorundadır.
Şunun üzerinde düşünmekle malulüz: Olumsuz ve çözümsüz retoriklerin sahiplerinin sayısı sanıldığı kadar fazla değildir ama sesleri fazla çıkmakla birlikte, toplum üzerinde etki uyandıracakları, taraftar kazanacakları zeminlerin muktedirler tarafından -tercihen ya da istemsiz ve beceriksiz şekilde- beslendiği de unutulmamalıdır.
Mesela siz ne kadar “Suriye coğrafyasının vicdanları kanatan, insanlığı utandıran gerçekliği”nden bahsetseniz de, onların “Mültecilerin dönmesini uluslararası güçler istemiyor; çünkü orada demografik yapıyı değiştirip bir PYD/PKK devleti kurmak istiyorlar” retoriği toplumsal şuuraltında karşılık bulmaya elverişlidir. Devletin de bir beka problemi olarak gördüğü ve propagandasını yaptığı bir sorun üzerinden toplumun kaygılarının artırılması, algı operatörlerinin ellerini güçlendiren “Suriyelilerin ülkelerine defolup gitmeleri” popülizmine hayatiyet bahşeden bir paradoks üretmektedir.
Esed’in zulümlerinden tek satır bahsetmeyen; cürümlerini bir ulus devlet yönetimi olarak haklı gören; karşısında saf tutmuş olanları gayrı meşru addeden; Rusya ve İran’ın Suriye üzerindeki hesapları ve sahadaki günahlarıyla zerre ilgilenmeyen bu kafa yapısına cevap yetiştirmek beyhudedir.
Bazen bu zihniyet daha sinsi bir tarza da bürünebilmektedir. Mesela, hayata tutunmak ve çalışmak zorunda olan ‘Suriyelilerin ucuz işgücü olarak kullanıldığı’ söylemiyle haklarını savunur gibi tutum alıp, aynı bağlamda vatandaşlarımızın işlerini çaldıkları, işsizliği körükledikleri ve ülkelerine ivedilikle gönderilmeleri gerektiği söylemi iç içe geçebilmektedir!
SİYASETİN KUTUPLAŞMA DİLİ VE ‘GÜNAH KEÇİLERİ’
Kutuplaştırma siyaseti ve dilinin “günah keçileri” üretmede etkili olmadığı söylenemez. Dahası, kutuplaşma, tarafların birbirini dinlemesini/duymasını engellediği gibi, “günah keçileri”yle ilgili argümanların da taraftarlarca sorgulanmadan dolaşımda kalmasını sağladı.
Kötü ekonomi yönetimi, iktidarda kalmanın aracı olarak kutuplaştırma siyaseti, iktidara dönük biriken öfkeden mültecilerin de pay almalarına eşlik etti. Dahası, pek çok sorunu yönetememe meselesinde olduğu gibi, zaten niyetlenildiği şüpheli olan entegrasyon siyasetine hem nitelikli insan unsurunun katılımını sağlayıcı, hem de bu siyasete fizibilite oluşturma ve kaynak bulma düzleminde ayak sürümeleri beraberinde geldi. Geçmiş ilk 6-7 yılın tecrübeleriyle oluşmuş alanlar, kendi çabalarıyla gayretler gösteren sivil toplumun ve bürokrasideki bireysel çabaların eline kaldı. İlk yılların birikimi ve görece kurumsallaşmaları olmasa, bugünlerde daha büyük sorunlar karşımıza dikilebilirdi!
MÜLTECİ SORUN DEĞİL KAZANIM
Ülkemize gelen kalifiye olan-olmayan insan potansiyelinin bir çetelesini maalesef halen tutamadık. Hatta pek çok nitelikli insan unsurunu da Batı’ya kaptırdık. Tercihen kalanlar da mesleki formasyonları haricinde alanlara yönelmek zorunda kaldılar.
Almanya gibi ülkelerin tecrübelerinden istifadede maalesef yetersiz kaldık. 1 milyon 200 bin mülteciyi ihtiyaçları düzleminde planlı bir şekilde ekonomisine kazandıran Almanya gibi ülkelerin formülasyonları daha ciddi şekilde incelenip koşullarımıza uygun şekilde iktibas edilebilirdi. Buna rağmen, kültürel ve dini yakınlık, coğrafi düzlem gibi etmenler sayesinde doğal entegrasyon yolları da gelişmedi değil. Göç araştırmalarında, göç alan ülkelerin avantajlarını ortaya koyan etmenler bizde de geçerli oldu.
Kabaca üç grubu oluşturan sosyoloji, ülkemizin maddi-manevi ihtiyaçlarını gidermede, hatta ekonomik krizlerin ertelenmesi ve yumuşamasında sessiz ve derinden etkin bir rol oynadı. Bilindiği üzere bu üç grup en alttakiler, meslek erbabı zanaatkar orta sınıf ve üretim ve ihracat yapan işadamları sınıfı olarak üçe ayrılmakta. En alttakiler, Türkiye toplumu tarafından yapılmak istenmeyen işlere koşulurken; orta sınıf sanayide ara eleman açığını giderirken, meslek erbapları da inovasyona dönük çabalarda etkili oldular. Bazı bölgelerde ürün çeşitliliğini artırarak rekabet ve gelişme ortamları yaratırken, aynı zamanda istihdam alanlarını çoğalttılar.
İşadamları sınıfı da -maruz kaldıkları onca bürokratik engele rağmen- özellikle ihracat alanlarında ülke network’ünü geliştirmekle birlikte, ülkeye döviz girişi sağladılar, vergi gelirlerini artırdılar. Dünya üzerindeki göç araştırmalarına dayalı olarak kısaca şunu söyleyebiliriz ki; ekonomi, sıfır toplamlı bir oyun değil, dinamik bir süreç olduğundan sığınmacılar hiç değişmeden yerinde duran bir pastanın dilimlerini azaltmadılar; aksine pastayı da dilimleri de büyüttüler. Yani “işlerimizi elimizden aldılar” şikâyeti en başlarda görece çok sınırlı bir haklılık içermekle birlikte, bütün araştırmalarca ispatlanmıştır ki orta-uzun vadede ekonomiye katkı sağlayıp, propagandalarla kafası karıştırılan kesimlerin de hayrına olmak kaydıyla istihdam ve gelir alanları artmıştır! Ve ülkemiz o “orta vade”ye çoktan geçmiştir!
Halihazırda iktidarın kötü ekonomi yönetiminin sorumluluğunu mültecilerin üzerine yıkmak işte bu yüzden karşılığı olmayan sübjektif bir değerlendirmedir; hatta delilsiz, argümansız, kimi zaman da art niyetli popülist bir algı yönetimidir.
KAMUOYUNU DOĞRU BİLGİLENDİRMEK ŞART
Sığınmacılar konusundaki temel sorun alanlarından biri, doğru bilgi meselesidir. Doğru bilginin algılara yansımasını sağlayıcı kanalların geliştirilmesi de entegrasyon politikaları kadar önemlidir. Daha doğrusu, entegrasyon politikalarının başarılı olabilmesinin yegâne yoludur.
Sivil Toplumun bu konulardaki gayretleri ne kadar yüreklendirici olsa da yeterli gelmemiştir, gelmeyecektir de. 83 milyon üzerinde etki uyandırabilmenin en kestirme yolu, ulusal kanalların, radyo ve televizyonun bu alana hasredilmesidir. Hükümetin yıllardır en fazla eksik bıraktığı alanların başında da bu gelmektedir. Hala bir Göç Bakanlığı kurulamamış olması nasıl büyük bir eksiklikse TRT Kürdi gibi Arapça yayın yapan, mültecilerin bilinçlendirilmesi, hukuki ve sosyal sorunlarına temas eden programlar üreten bir kanalın olmayışı da büyük bir eksikliktir.
Entegrasyon politikaları üretmede geç kalındığı ve ülkenin bunca sorununa kaynaklık ederken burada tutarlı olmanın zor olduğunun bilincindeyiz. Lakin hiç olmazsa mülteciler konusunda “örgütlü kötülük”ün mimarlarına, irrasyonel zihinlere, algı operatörlerine, ırkçılara, cehaleti körükleyenlere karşı doğru bir iş yapma adına, mültecilerin yüzü suyu hürmetine bu boşluk doldurulmalıdır. Hiçbir şey olmasa, yapılan yanlışlar ve muhalif kesimlerin propagandalarıyla yaralanan bilinçlerin tedavisine katkı sağlanmış olur!
BAHADIR KURBANOĞLU
İzmir Saint-Joseph Koleji (1984), Galatasaray Lisesi (1988), İstanbul Üniversitesi Sosyoloji (1995) mezunudur. 1991 yılından itibaren uzun yıllar Haksöz dergisi ve Haksözhaber sitelerinde yazarlık, Ekin Yayınlarında editörlük yaptı.“İskilipli Atıf Hoca, İstiklal Mahkemelerinin Tarihi Misyonu ve Şapka İnkılabı”; “Şeyh Said, Bir Dönemin Siyasi Anatomisi”;“Adalet, Hukuk, Merhamet” başlıklı üç kitabı yayımlandı. Özgür Düşünce ve Eğitim Hakları Derneği’nde (Özgür-Der) insan hakları ve sivil toplumsal faaliyetlere ilişkin çalışmalarda bulundu.2016-2019 yılları arasında HilalTV’de hafta içi hergün yayınlanan “Sözü Esirgemeden” adlı siyasi analiz programının yapım ve yönetimini üstlendi.