Jean-Jacques Rousseau’nun “soylu vahşi” kavramını bir cümleyle özetleyebiliriz sanırım: “Doğaya dönelim.”
İnsanlar, doğal durumlarında yaşayıp giderken eşitlerdir, yapısal bir sorunları yoktur ama ne zaman mülkiyet ve işbölümü ortaya çıkıp yaşamlarını belirlemeye başlar, her şey bozulur.
Tanrı her şeyi kusursuz bir şekilde sunarken, insan elini değdirdiği her şeyi yozlaştırır.
Dolayısıyla, doğaya dönmek, saflığa, iyiliğe dönmekle eşanlamlıdır.
Sanat, kültür, eğitim özünde hep zararlıdır, bunlar eşitsizliğe giden yolu ören parke taşlarıdır.
Misha Defonseca’nın Kurtlarla Yaşam kitabını okurken aklımda hep Jean-Jacques Rousseau’nun önermeleri vardı.
***
Ailesi Naziler tarafından tutuklanan ve toplama kampına gönderilen yedi yaşındaki Belçikalı bir kız çocuğu, ailesini aramak için yalınayak yollara düşer ve ormanları, kasabaları geçip, koskoca Almanya ile Polonya’yı aşıp Rusya sınırına kadar gider.
Sonra, bu kez Romanya ve Yugoslavya üstünden geri döner.
Misha’nınki başlı başına olağanüstü bir hikâye.
Hiçbir süslemeye ihtiyaç duymayan, her okuyanı etkileyecek çarpıcı bir hikâye.
Ama insanlardan sadece zulüm gören bu küçük kız, dostluğu ve yaşamı hep doğada bulur.
Misha, annesiyle babası yakalanıp Katolik bir ailenin yanına kaçırıldığında yeni bir kimlik edinmek zorunda kaldığını söyler.
“Bugün taşıdığım, bana ait olmayan bu addan nefret ediyorum. Ayrıca, soyadları umurumda değil. Bir kurdun soyadı var mıdır? Bir atın ya da bir köpeğin? Benim üstüme yapıştırdıkları Monique Valle adı bana hiçbir şey ifade etmiyor.”
Zavallı Misha o kadar küçüktür ki bu facia başına geldiğinde, annesiyle babasının adından başka bir şey bilmez -soyadını bile.
“Konuşmayı, okumayı, yazmayı, onlar gibi bir maske taşımayı öğrendim. Üstelik yaşadığım olağanüstü şeylerden ve onların hiçbirinin yaşayamayacağı bu istisnai şeylerden büyük bir sevinç hissediyorum. Bir kurt ininde, bir dişi kurda sırtını dayayıp uyumak, aynı kemiklerden kemirmek, sürünün önünde saygıyla yere yatmak gibi.”
***
Defonseca’nın anılarını okurken Rousseau’nun düşüncelerinin berrak kristaller gibi parladığını görüyordum.
“Ben bir vahşiyim, bir hiçim. Akıllı uslu, onlara gönül borcu olan bir yetim gibi tuvaletleri kullanacak yerde, bahçeye işeyen bir yaratığım.”
Bir başka yerde, yine “vahşi” kavramını iyilik ile özdeş tutuyordu.
“‘Vahşi’ hayvan kavramı hiçbir zaman zihnimde yer etmedi. Daha çok, insanların ‘kötü Almanlar ve vahşiler’ olduklarına inanmaya meyilliydim. Onlar savaş açıyorlardı; öyleyse onlarla savaşmak, onlara direnmek gerekti. Hayvanlar böyle sorunlar çıkarmıyordu; tersine, en sevdiğim oyunda, onlar benden yanaydı.”
Misha, bu yeni gönderildiği evde büyükbaba dediği kişiye hayran olur.
Onun sözleri, hediye ettiği pusula hayatına yön verir.
“Hayvanlar insanlardan daha iyi,” demiş büyükbabası Misha’ya. “Onlar sana kötülük yapmak istemez, nankörlük etmezler; iyilikbilirler. Bir hayvan savaş başlatmaz, ancak yiyecek için öldürür. İnsan yalnız yiyecek için değil, ne maksatla olursa olsun öldürür.”
Büyükbabanın bunun gibi bir başka sözü de kulağına küpe olur Misha’nın.
“Monique’in kökeni, Yunanca’da ‘yalnız’ anlamına gelen bir sözcük. Bence sana uygun bir ad. Sen de yalnızsın. (…) Herkesin birbirine taktığı adın bir nedeni var. Ben bütün dünyayı zehirleyen o kötü ruhlu Hitler’e ‘boyacı’ diyorum; çünkü o asker filan değil, dünyayı kafasındaki renge boyamak isteyen bir deli; o renk güzel değil, yeşilimtrak bir gri.”
Annesine kavuşma planları yaparken hayalleri dışavurur.
“Ardenler’deki ormanları bulmak istiyordum: Ormanı, büyük ağaçları, küçük pınarları, yabandomuzlarıyla insanlardan uzak dünyayı. Orası benim için sığınaktı. İnsanların büyüğünden de küçüğünden de kaçmak, tehditlerden uzaklaşmak istiyordum.”
***
Kurtlarla Yaşam, küçük Misha’nın hayatının unutulmaz bir kesiti, belki de onu Misha Defonseca yapan, baştan aşağı Rousseaucu bir metin.
Gerçekten de ormana girmiş, orada bir süre bir kurt sürüsüyle birlikte yaşamış.
Sonra, gene insan eliyle çıkan facia: Avcının teki, sebepsiz yere kurdu öldürmüş.
Tabii bu hikâye her okuyanın, her işitenin ilgisini çekmiş.
Programlara davet edilmiş, konuşmalar yapmış, üniversiteler, gazeteler, televizyon kanalları…
Sinemaya da uyarlanmış.
Misha’nın anılarını okurken içime sinmeyen yerler vardı, bence olmayacak şeylerdi, düpedüz yalan söylüyordu ama böyle bir hikâye olduğu gibi anlatılmaz diye düşünmüştüm.
Mesela, yolda bir Alman subayla karşılaşır, o subay bir genç kadına tecavüz ediyordur ve sonra tabancasını çekip öldürür.
Misha’yı fark edince bu kez onun yanına gelir.
Ama ölü taklidi yapan Misha, subay üstüne eğildiğinde bıçağını ardı ardına saplar, adamı öldürür ve oradan kaçar.
***
Anıları okurken ben o tecavüze uğrayan kızın aslında Misha olduğunu ama bunu başka türlü anlatmayı tercih ettiğini düşünmüştüm.
Tecavüze uğramıştı ama intikamı ancak anılarında alabilmişti, içinden geçenlerle hakikati tersyüz etti ve tecavüzcü Nazi subayını burada öldürdü.
Benim için Nazi subayının ölüp ölmemesi ya da bu anlatının hakikati ne ölçüde aktardığından daha önemli olan, o genç kızın gerçeği nasıl yaşadığı, hissettiğiydi.
Çocukluğunda ve ilkgençliğinde, birkaç kişi hariç, insanlardan ve insanların yaptıklarından neredeyse Atinalı Timon kadar nefret etmişti.
Onu bu nefrete götüren de şüphesiz savaşın kendisiydi.
Fakat anıları bitirince, bu metnin üstünde büyük tartışmalar koptuğunu öğrendim.
Misha Defonseca’nın anıları başta sona uydurmaymış, söylediği her şey yalanmış.
Misha Defonseca diye biri yokmuş, kendisine zorla verildiğini iddia ettiği adı Monique Valle kendi adıymış, savaş esnasında da okula gitmiş her Katolik çocuğu gibi…
Evet, aslında Yahudi bile değilmiş.
Peki, her şeyin yalan çıkması metni değersizleştirir mi?
Bir ölçüde evet, insanların güvenini kaybediyorsunuz, aldatıldıklarını düşünüyorlar ve böylece duyarsızlaşma ihtimalleri kuvvetleniyor.
Ama ben öyle olduğunu düşünmüyorum, kesip atmak, yalandı, palavraydı… bence özü kaçırmamıza yol açıyor.
Misha’nın anılarının -belki bu durumda artık, kurmaca olduğuna göre romanı demek doğru- sahihliğine dair çekilen bir belgesel izledim.
***
Yayıncısı onun ilk açığını banka hesabında yakalıyor, annesinin kızlık soyadını ve doğum yerini bilmediğini söylediği halde orada görüyor ve sonra tutarsızlıkların peşine düşüyor.
Derken, işin içine bir geneolojist giriyor, araştırmaya başlıyor, her şeyi didikliyor ve hikâyenin bambaşka olduğunu ortaya çıkarıyor, sonra bir gazeteci son darbeyi vurarak Misha’nın halasına ulaşıyor ve hikâyenin ne olmadığını olanca açıklığıyla anlaşılıyor.
İnanılmaz bir şey var ama hikâyede: Misha’yı bir televizyon çekimi sonucunda tanıyan “kurt uzmanı” Joni Soffron’ın ilk intibası Misha’nın insan değil aslında bir hayvan olarak doğması gerektiği olmuş.
Sonra Joni ile arkadaş olmuşlar, Misha birçok sefer kurtları görmek için ziyarete gelmiş, onlara elleriyle yemek yedirmiş.
Misha, kurtlarla öylesine rahat anlaşıyormuş ki bu bağ Joni’nin bile ilgisini çekmiş.
Kurtlar onu seviyor, sarılıyor, arkadaşlık ediyor ama asla zarar vermiyorlarmış.
Hatta, Misha bir kurt gibi ulumaya başladığında ötekiler de uluyarak adeta bir diyalog kuruyorlarmış.
***
Anlatılan her şey yalansa, bu bağ nasıl kuruldu peki?
Aynı belgeselde Misha’ya dair bir şey daha öğrendim.
Babası Nazilere karşı direnişteymiş ama yakalanmış, büyük işkenceler görmüş ve konuşmuş.
İşgalcilerin nefret ettiği bu küçük kızdan, direnişçiler de nefret etmeye başlamış.
Ve, Misha, halasının dediğine göre, hayal dünyasıyla gerçeği meczeden yepyeni bir dünya yaratmış kendisine.
Ama her seferinde olduğu gibi, gerçekler ortaya çıkmaya başladıkça Misha büyük bir öfkeyle karşılaşmış.
Üstündeki baskının dozu gittikçe artmış ve en sonunda hikâyedeki her şeyin yalan olduğu anlaşılınca sade bir açıklama yapmış Misha: “Bana ‘Hain’in Kızı’ dediler, çünkü babamın işkence altında konuştuğunu düşünüyorlardı. Bu kitap ve bu hikâye benim. Bu gerçeğin kendisi değil ama benim gerçekliğimdi. Hayatta kalma şeklim. Herkesten af diliyorum. Tek isteğim, acılarımdan kurtulmaktı.”
Birçok insan onu kötü kalpli olmakla, yalancılıkla suçlamış.
Belki doğrudur, bilemem…
Ama bu hikâyenin kurmaca çıkması, ona bence otobiyografik olmasından daha büyük bir değer kazandırıyor.
“Hain’in Kızı” denen Katolik bir küçük kız çocuğu…
Yaşamadığı bir hayatı yaşadığına önce kendini inandırıyor, sonra etrafındakileri, sonra herkesi…
Ve, gerçekten o hayatı öylesine benimseyerek yaşıyor ki kafesi açıp kurtların yanına rahatlıkla girebiliyor, onlarla birlikte oyun oynayıp uluyabiliyor.
Hangisi hakikat, hangisi yalan…
Ne soylu vahşi ne profesyonel dolandırıcı ne sahtekar ne de soykırımdan kurtulan biri bence Misha…
Savaşın yok ettiği hayatlardan birine sahip, küçük bir Katolik kız.
Hain’in Kızı olarak anılmak istememiş, kendine yaşamadığı yepyeni bir hayat uydurmuş.
Belki de yapmasaydı, yaşayamayacaktı.
Ama savaşın, kendisine doğrudan dokunmayanların üstünde bile ne denli onulmaz yaralar açtığını gösteren bir kitap yazmış.
Hatırat değil, bir roman.
Bence çok önemli bir roman.