Bir zamanların kuş uçmaz kervan geçmez Domuzdamı’nın ’29 sonrasında Suâdiye olarak inkişafını, Hacı Eminzâde Mustafa Bey’in sürmeli Mediha Öztoprak’tan satın aldığı taşlık araziye inşâ ettirdiği plajın, otelin ve gazinonun sağladığı muhakkaktır. Mustafa Bey’i ’52 yılında, Mediha Hanım’ı da ’68 yılında kaybettik. Mustafa Bey’in kendisinden yaşça hayli küçük olan Rus asıllı hanımıysa uzun bir ömür sürdürdü. Lütfiye ismiyle bilinen Marusya’ya yaşlılığında Suâdiye’de çok sık rastlardım. Uzunca boylu, etine dolgun, sarışın ve mavi gözlü bir kadındı. Deniz Kurbanzâde’nin “Geçmiş Suâdiye’de Aşktı”sından ve Oral Gönenç’in “Dünya Masumdu O Zamanlar”ından hayli hoş Lütfiye Hanım portreleri okuyabilirsiniz. Ama, kürk mantolu Marusya dendi mi, benim aklıma ilk Fikret Mualla geliyor.
Fikret Mualla’nın, bir yaz gününde, üstünde, o güne kadar hiç kimsenin görmediği tuhaf bir kışlık pardesü, kafasında ensesine doğru yığılmış kışlık bir Wagner beresi, ayaklarında yazlık sandalet, ağzında kocaman bir puro olduğu hâlde plajın gazinosuna gelmesini daha önce yazmıştım. Fikret Mualla’nın havyardan ete ne varsa yediğini, viskiden şaraba ne varsa içtiğini, kahveyle de hesabı istediğini ve üstündeki o tuhaf pardesüyü hesaba karşılık çıkarıp garsonlara verince kadınların çığlık çığlığa sağa sola kaçışmaya başladıklarını, anımsayacaksınızdır. Ama, bundan sonrası çok daha ilginçtir: Plajdaki çocuklardan biri, garsonların Fikret Mualla’yı çırıl çıplak soyduklarını sanıp, az ileride güneşlenen annesine, “Anne, koş, kurtar onu. O adam mektepten bizim resim hocamızdı!” diye sesleniyor. Çocuğun annesiyse, otelin, plajın ve gazinonun sâhibi Mustafa Bey’in karısı Lütfiye Hanım’dan başkası değildir. Lütfiye Hanım, garsonlara bağırıp çağırıyor, onların başlarına dikiliyor ve Âdem Baba’ya dönmüş Fikret Mualla’ya o tuhaf pardesüsünü yeniden giydirtiyor. Lütfiye Hanım’ın oğlunun hocasına yardımının bu kadarla kalmadığını, onun Fikret Mualla’ya tesisten bir oda verip, kırk gün kırk gece gazinoda beş kuruş ödemeden yiyip içmesi için de kocası dahil herkese sert tonlu talimatlar yağdırdığını Bedri Rahmi’nin sayesinde biliyoruz.
Suâdiye Plajı, o yıllarda hayli pahallı bir yermiş. Örneğin, 1 Haziran 1933 günlü Son Posta gazetesindeki ilanda, Cuma ve Pazar günlerinde plaja yirmi kuruşa, diğer günlerdeyse on beş kuruşa girildiği belirtiyor. O yıl ekmeğin iki kuruşa satıldığını ve en lüks lokantalarda kebabın porsiyonunun yedi buçuk kuruşa yendiğini aklımıza getirirsek, 24 Temmuz 1937 günlü Haber gazetesindeki, “Hafta arası günlerde öğleden sonraları plajda cinler cirit oynarlar!” başlığının nedeni anlaşılabilir. 26 Mayıs günlü Akşam gazetesindeki ilana göreyse,’45 yılında otelin denize nazır odalarında on iki liraya kalınabiliyormuş. ’45 yılında memur maaşlarının tabanı kırk beş liraydı. Oral Gönenç, dokuz on yaşlarındayken, yani ’49 veya ’50 yılında, gazinoda dondurmanın kasesinin beş liraya servis edildiğini anımsıyor. ’50 yılında bir kilo koyun eti İstanbul’da 2.34 liraya, bir kilo beyaz peynirse 2.20 liraya satılıyordu. Bunlara karşın gazinosunda ve plajında yaz kış mûsikînin hiç dinmediği Suâdiye Oteli ve Plajı açılışından kapanışına kadar kültürel dönüşümlerimizdeki en önemli mekânlardan biri olmuştur.
Suâdiye’de en fazla konser verenlerden biri de Münir Nurettin’dir. 35’in, 36’nın ve 37’nin yaz gecelerinde plajda arkadaşları Bayan Fahire, Tanbûrî Refik ve Kanunî Artaki ile birlikte çok şakımıştır. O yılların gazetelerindeki ilanlara bakıldığında, genellikle “ücretsiz giriş” kaydının bulunduğu görülecektir. Ama, 9 Ağustos 1940 günlü Haber gazetesinin birinci sayfasında “Suâdiye hâdisesi, gazino sâhibi hakkında halkı aldatmak suçu ile adlî takibat yapılıyor” başlığıyla çok ilginç bir haber vardır. Gazetedeki habere göre, belediye giriş ücreti alınmasını yasaklamasına karşın, tesadüfen Münir Nurettin konserine gelen belediyenin iktisat müdürü Saffet Bey ile müfettiş yardımcısı Hasan Bey, elli kuruşluk giriş bileti kesildiğine tanık olmuşlar ve bunu tutanağa geçirmişler. Ardından, Hasan Bey, Erenköyü’ndeki karakoldan polisler getirerek, seyircilerden haksız yere alınan elli kuruşları iade etmeye kalkışmış. Bunun üzerine Hacı Eminzâde Mustafa Bey de telâşlı bir şekilde sahneye gelerek, polislere, “Aman mahvoldum, bana acıyın. Münir Nurettin ve saz arkadaşlarına tam 250 lira ödeyeceğim. Bu parayı da ancak böyle çıkarıyoruz” diye yalvarmış.
Münir Nurettin’in çocukluk ve gençlik yılları, Yoğurtçu çayırında, Sinekemanî Nuri Bey’inkine bir iki ev mesafede geçmişti. Kısa bir süre Fenerbahçe’de top oynadı. Onun ceza sahasına yaptığı adrese teslim ortalarıyla ve falsolu şutlarıyla döneminin en sevilen futbolcularından biri olduğu yazılmıştır. Ancak, Münir Nurettin’in ses tellerinin zarar görmesinden ve saçlarının dökülmesinden korktuğundan kafa toplarına hiç çıkmamasının da, arkadaşlarını kızdırdığı biliniyor. Yoğurtçu çayırının bir geleneği olan futbolu mûsikî için bırakan sadece Münir Nurettin değildir, çayır ile Hasırcı Sokağı arasındaki 40 numarada oturan komşusu Sinekemanî Nuri Bey de, futbol keman derslerini aksattığından cimnastiğe başlamıştır.
‘30’ların Suâdiye’sinde mûsikî, Sabri Esat’ın “Bağdat Caddesinde Öğle” şiirinde yazdığı gibi, her köşkten Hüzzamdan çalan ud sesleri geldiğinden, hiç susmamıştır. Nihavend şarkı “Bir cennet diyârıdır doğduğum Suâdiye”nin güftecisi ve bestecisi Nezahat Soysev, doğma büyüme semt-i dildarımızın kızıdır. Sâhili ve denizi Halit Fahri’nin ’31 yılında yazdığı “Suâdiye’de akşam” şiirinde bırakıp Bağdat Caddesi’ne çıkarsak, Kadıköyü’ne doğru soldaki “Küçükağa Sokak, No.6” adresinde yeğenleri Nâsıye ve Şefik ile birlikte oturan Lem’i Atlı Bey’e rastlamak mümkündür. Hastalık hastasıdır ama, çapkınlığı yüzünden evde oturmayı da pek sevmiyormuş. Üstadımızın ilk şarkısı olan “Hüsnüne reftâr-ı nâzın şan senin”i, on sekiz yaşındayken, Acıbadem’de Haydar Bey’in köşkünde oturdukları sırada, komşularından kara kaşlı kara gözlü bir kız için Karcığar makamında bestelediği biliniyor. Birkaç da evlilik yapmıştır. İlk karısının, “Sen beni o kadar fazla seviyorsun ki, benim kendimi sevmeye mecalim kalmadı” deyip, bir başkasına kaçtığı söylenir. İkinci karısı Sarıyerli bir Rum kızıdır, onu Müslüman yaparak evlenmiştir. Bu kadının bir doktor paşaya gönlünü kaptırıp, kaçması Lem’i Bey’i yıkmıştır. Üçüncü karısıyla Mısır’da evlenmiştir. Akrabadan bu kadının da bir süre sonra Dîvan-ı Muhâsebat’tan veremli ve evli bir adama kaçmasıysa, insana pes artık dedirtecek bir tekerrürdü.
‘60’lar ve ‘70’ler için Bağdat Caddesi’ne çıktığımızda, sağa veya sola sapmadan, Ayşe Çavuş tarafına geçersek, Emin Ali Paşa Caddesi’ne dönmeden önce, sol taraftaki bir evde hikâyeci Nursen Karas, annesi ve kızkardeşiyle birlikte oturuyordu. Emin Ali Paşa Caddesi’ne döndükten sonraki Fatma Kadın Sokağı’ndaki 5 kapı numaralı, bahçe içindeki ve dışı mermer bir villa Şemsi Belli’nindi. Fatma Kadın Sokağı’na sapmadan ilerlersek, Suadiye Ortaokulu’nu geçince 23/5 numarada Arif Damar’ın Yeryüzü Kitabevi, karşısındaysa Oral Gönenç’in atölyesi bulunuyordu. Turşucu Deresi’ne inerken Behzat Ay ’76 sonbaharına kadar önce Uğur Apartmanı’nın bahçe katındaki daireye, sonra da altında Nebil Ticaret’in bulunduğu isimsiz apartmanın ikinci katındaki deniz gören daireye kiracı olmuştu. Turşucu Deresi’nde Ahmet Yalkın Özerden vardı. Asıl medâr-ı maîşeti minibüsçülüktü. Ama, çalışırken pıt pıt sesleri çıkartan Volkswagen minibüsünün arka camına “Proleter” yazdırdığı için Yalkın ağabeyimizin başına gelmeyen kalmamıştı. Turşucu Deresi’nden Bostancı’ya çıkıştaysa, sağdaki ve giriş kapısı Çağlar Sokak’tan olan 9 numaralı apartmanda ressam Ramiz Aydın caddeye nâzır dairedeydi.
Çamaşırcı Deresi’nin hizasından şimdiki Ali Nihat Tarlan Caddesi’ne girdiğimizde Afşin Apartmanı’na ’72 yılında Nihal Atsız taşınmıştı. Ama, kesinleşen bir mahkûmiyet kararı nedeniyle 14 Kasım 1973 sabahında bu evden aldırılarak Toptaşı Cezaevi’ne götürülmüştür. Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk’ün af yetkisini kullanması üzerineyse 22 Ocak 1974 günü Sağmacılar’dan tahliye edilmiştir. O yılın veya ’75 yılının baharında kendisini iki defa Kasaplar Çarşısı’nda görmüştüm. 11 Aralık 1975 akşamıysa saat 20.00 sularında Afşin Apartmanı’ndaki dairesinde geçirdiği kalp krizinin sonucunda yaşamını kaybetti. Maalesef yapımı bile yılan hikâyesine dönen Afşin Apartmanı’nın keyfini çıkaramamıştı.
Nihal Atsız, Bostancı’dan önce, kırk yıla yakın Maltepe’deki Feyzullah Caddesi’nde iki katlı bir ahşapta oturmuştu. Atsız merhumun aslında ne kadar matrak bir adam olduğunu büyük oğlu Yağmur yazdı. Maltepe’de otururlarken, bir gün oğluna, “Sana bir sır vereceğim evlâdım. Ancak bu sırrımızı sadece en güvendiğin arkadaşına söyleyebilirsin,” der. Çocuk bu, ailenin sırrını pek merak eder. Atsız da hiç ciddiyetini bozmadan, “Hitler’i bizim ahşabın tavan arasında saklıyoruz!” diyerek aile sırrını oğluna söyler. Yağmur o gece heyecandan uyuyamaz. Ertesi gün okulda, en yakın arkadaşına, önce kimseye söylemeyeceğine dair yemin ettirir, ardından da “Biliyor musun, babam Hitler’i tavan arasında saklıyor.
Aman kimseye bir şey deme, yoksa başımız belâya girer,” şeklinde aile sırrını açıklar. Oğlan, bizim Yağmur’dan bile daha fazla heyecanlanmıştır. Bütün gün Yağmur’a Hitler’in nasıl bir adam olduğunu, hangi yemekleri sevdiğini sorup durur. O geceyse Atsız ailesinin Feyzullah Caddesi’nde evi takım elbiseli ve kravatlı polisler tarafından basılır. Ahşabın odaları ve tavan arası didik didik edilip Hitler aranır. Emniyet’in en seçkin sivilleri Hitler’i ararlarken, onların dangalaklıklarını izleyen Nihal Atsız ise gülmemek için dudaklarını ısırmaktadır…