Doğduğun Ev Kaderindir dizisini ilk duyduğumda aklıma İbn-i Haldun’a atfedilen ve sosyal medyada oldukça popüler olan “Coğrafya kaderdir” sözü gelmişti. Aslında hem dizi ismi hem de İbn-i Haldun’a atfedilen söz, sanki bitkiler gibi bulunduğumuz yeri değiştiremeyecek kadar mekâna bağımlı bir çağrışımı ve hem fatalist hem de nihilist bir yaklaşımı barındırıyordu. Öte yandan Vatanım Sensin dizisi ise en azından nominal olarak vatanın, illa sınırları belli siyasal coğrafyaya tekabül eden bir toprak parçası olması gerekmediğini orta koyuyordu. Pek tabii, kişinin bir başkasına duyduğu sevgiyi -en azından kesretten kinaye- böyle bir metaforla yoğurması olasıydı. Kaldı ki; Hz. Muhammed (SAV) peygamberliğini ilan edip dinini açıktan tebliğ etmeye kalktığında, dönemin Mekke’sindeki aristokratik nüfuzuna rağmen, hem kendisi hem de getirdiği dine inananlar yalnızlaştırma, izolasyon ve boykota maruz kalmışlardı. Bu daralan çemberi kırmak üzere önce artık bu eziyete tahammül edemeyecek müminlerin ilk hicreti Habeşistan’a gerçekleşirken, sonrasında da bizatihi kendisi Yesrib’e hicret etmişti. Geldiği şehrin ismini Medine’ye değiştirip burada bir devlet kuracak siyasal imkân yakalayıp hatta sonrasında hicret etmek zorunda kaldığı Mekke’yi barışçıl bir şekilde aldıktan sonra bile -hem doğduğu yer olmasına hem de Kabe’ye ev sahipliği yapmasına rağmen- Medine’ye dönerek orada vefat etti. Bu yüzden “Vatan sevgisi imandandır” lafzının hadis olma ihtimali -bu çerçevedeki sıhhati itibarıyla- bende hep soru işareti olarak kalmıştır. Kaldı ki “vatan-ı-asli “ve “vatan-ı- ikame” kavramlarının Hanefi fıkhındaki seyahat esnasında kolaylık olarak dört rekât farz namazların nerede ve hangi şartlarda iki rekâta indirileceğiyle ilgili olduğunu öğrendikten sonra mevzubahis lafzın sıhhati bende mevzu kıvamından öteye geçmemiştir. Vatandan murat vatan-ı-asli anlamında kişinin memleketiyse, aşinalık kaçınılmaz olarak alışkanlıkla mürekkep muhabbeti ikmal ve ihdas eder.
‘İNSAN MEMLEKETİNİ NİYE SEVER?’
Memleket sevgisini anlatmak konusunda şahsi favorim Vizontele filminde Altan Erkekli’nin hayat verdiği Belediye Başkanı Nazmi Doğan karakterinin kürsüden halka hitabıdır: “İnsan memleketini niye sever? Başka çaresi yoktur da ondan... Ama biz biliriz ki bir yerde mutlu mesut olmanın ilk şartı orayı sevmektir. Burayı seversen, burası dünyanın en güzel yeridir. Ama dünyanın en güzel yerini sevmezsen, orası dünyanın en güzel yeri değildir...” Öte yandan, eleştirel bir perspektifle, çaresizlikten kaynaklanan hiçbir his sevgi değil ancak sabır olabilir. İnsan bazen şartlar öyle gerektirdiği için sevdiği memleketinden de ayrılabilir sevdiği kişilerden de, eşyalardan da… Elbette gurbet ve sıla hasreti her çaresizlikte olduğu gibi sabır ve metanet gerektirir, fakat insanın cevaplamakla yükümlü olduğu ‘doğduğu yer mi doyduğu yer mi’ sorusu bu gurbetin müsebbibidir. Kaldı ki bazı göçler doymayı bırakın her canlı organizma için var olma mücadelesinin süreğidir. O yüzden insan taşındığı yeni mekânları kendine memleket edinebilir. Örneğin, memur emeklilerinde sıkça rastladığım üzere memuriyetleri esnasında ülkenin gezdikleri şehirleri arasında kendilerine en latif olana yerleşirler ve böylece orayı memleket edinirler. Kısacası insanlar tarih boyunca göç dediğimiz olguyla tüm gezegeni kendilerine yurt edinmek üzere hareket edip durmuşlardır.
Yine de insan doğduğu evden de coğrafyadan da öyle ha deyince kendisini yollara vurup göç edemez. Lakin ev de coğrafya da fayda-maliyet analizi sonunda artık katlanılmaz şekilde zarar yazıyorsa, denilecek ya da yapılacak bir şey yoksa, bağlasan da durmaz modunda terk-i-diyar eylenir. Çünkü biz insanları canlılar aleminde bitkilerden ve cansız eşyadan ayıran hareket yeteneğimizdir. O yüzden ne içine doğduğumuz ev ne de herhangi bir coğrafya fatalist bir kader değildir. Coğrafya elbette iklimle de ilintili olarak ölçü anlamında bir kaderdir, lakin homo sapiens olarak gezegenin bütün coğrafyalarında ve/ya iklimlerinde yaşayacak fiziksel yapımız yoksa da medeniyetler geliştirebilecek donamımız ortada. O yüzden insanlar kabaca -50-+50 derece aralığında Sibirya’dan Arizona’ya gezegenin her yerini kendilerine vatan edindiler.
‘COĞRAFYA KENDİSİ İÇİN BİLE DEĞİŞMEZ DEĞİLDİR
İşte bu yüzden, Foucaultcu anlamda biyo-politika çerçevesinde, bedenimiz hem her anlamda kişisel tasarruflarımızı içeren mikro siyasetin hem de küresel siyasetin hem öznesi hem de kaçınılmaz nesnesi haline gelir. Coğrafya, bırakın üstünde yaşayanlar için, kendisi için bile değişmez değildir. Örneğin evren soğuyarak genişlediği gibi, dünya da Paleozoyik dönem sonları ve Mezozoyik dönem başlarında Panthalassa isimli süper okyanusla çevrili son süper kıta olan Pangea’dan ibaretti. 335 milyon yıl kadar önce daha evvel oluşan kıta parçalarının toplanıp bir araya gelmesi ve 200 milyon yıl önce de tekrar ayrışmaya başladığını biliyoruz ve çıplak gözle fark edemeyeceğimiz üzere kıtalar her yıl bir santim hareket ediyorlar. Sadece evrenimiz ve/ya gezegenimiz değil, bireysel tarihimize yön veren mekânlar da el değiştirebiliyor ya da toptan ortadan kalkabiliyorlar. Bu, kimi zaman içine doğduğumuz ve/ya büyüdüğümüz ev kimi zaman da vatandaşı veya tebaası olduğumuz ülke olabilir. Balkan ülkelerinin son bir asırlık tarihi sanırım ikincisine en iyi örnektir.
Her şeye rağmen, kişinin ayrılamayacağı bir vatanı varsa, o bir toprak parçası değil, içine doğduğu bedenidir. Seçemediğimiz şeylerin başında gelen içine doğduğumuz bedenimizi bile estetik ameliyatlarla dışını ve sair cerrahi müdahalelerle de içini kısmen değiştirebiliyoruz. Bu konuda şimdilik en ileri gidebildiğimiz cinsiyet değişiklikleri ameliyatları. Örneğin, gerekmesi halinde özellikle bebeklerde vücuttaki tüm kanı değiştirebiliyoruz ama henüz ne damar sisteminin tümünü ne de dünyanın yaklaşık yarıçapı uzunluğundaki ortalama insan sinir sistemini yenilemekten aciziz. İnsan vücudundaki sinir sisteminin 20 bin km olduğunu öğrendiğimde Hz. Ali’nin (KAV) “Sen kendini sanma küçük, sende ne alemler var büyük” sözü daha da anlam kazanıyor. İnsan vücudunun ve dünyamızın kabaca eşit miktarlarda sudan oluşması ve yaşam için suyun değeri mevzuuna girmeyeyim bile. Söz konusu yaşamımızın kaynağı su olduğunda, en azından resmî Türk tarih tezi itibarıyla, Orta Asya’dan Anadolu’ya uzanan uzun ve meşakkatli hicretimizin temelinde anlatılagelen uzun kuraklık akla gelmektedir. Bu uzun kuraklığın neden gidenleri daha çok etkilediği, kalan Çin ve Moğolları ve diğer Türk boylarını etkilemediği ise kafamda hep ayrı bir soru olarak kalagelmiştir.
EVİN İÇİNİ DÜZENLEMEK
Ev, bütün mekânları betimlemek için kullanışlı bir metafor olarak edebi bir kolaylık sağlıyor. Bundan çeyrek asır öncesinde -sanırım yaşlanıyorum artık- yeniyetme bir doktora öğrencisiyken benim gibi akademiye henüz intisap etmiş genç lisansüstü öğrencileriyle kerli ferli akademisyen, iş insanı ve bürokrat bir topluluğun sivil toplum buluşmasında nezaket gösterilip genelde dünya özelde Türkiye nasıl düzelir diye bana da sorulmuştu. Ben de beylik bir ifadeyle “Herkes evinin önünü temiz tutsa şehir de ülke de ve dünya da temiz olur. Lakin herkes evinin önündeki kiri pası başkasının evinin önüne ya da paspasın altına süpürmediği müddetçe” diye eklemiştim. Cevabımın bugün için bile güncel olduğu kanaatindeyim. Bu sözü hatırlarken aklıma Abdullah Gül’ün aktif siyaset hayatı boyunca genelde İslam dünyası özelde Türkiye için evinin içi düzenlemek fikri geldi ve bu minvaldeki konuşmasını ararken Bahçeşehir Üniversitesi’nin 9. Diplomat Okulu Açılış Konuşması’na (03.11.2017) denk geldim:
“Evinin içi düzenli olmayan bir ülkenin çok güçlü bir dış politika güdebilmesi mümkün değildir. Onun için hep derler “Foreign policy starts at home”, yani dış politika önce evinde başlar. Evin içi dediğimde sağlam bir siyasi yapı, kuvvetler ayrılığına bağlı demokratik bir sistem, hukukun evrensel şekilde eşit uygulandığı bir hukuk düzeni, güven veren, ayrım yapmadan sadece haklı ve haksız ayrımı yapan temel hak ve özgürlüklerin evrensel anlamda garanti altına alındığı bir ülke kastediyorum. Şeffaflık, hesap verebilirlik, iyi yönetişim (good governance) dediğimiz ilkelerin geçerli olduğu bir ülkenin dış politikası da muhakkak ki güçlü olur. Böyle bir ülkenin çizdiği porte bütün dünyada güçlü olur. Böyle bir ülkenin bu dediğimiz unsurları o ülkenin “soft power” dediğimiz “yumuşak güç” kısmını çok güçlü yapar. O ülke önce çevresine sonra da dünyaya karşı hem model olur hem vaktiyle Dışişleri Bakanı ve Cumhurbaşkanı olarak sıkça kullandığım tabirle “source of inspiration” dediğimiz ilham kaynağı olur.”
Sonuç olarak, evimizin içini düzenleyemediğimiz sürece evin önünün yonca mı, bakla mı, mersin mi veya susam mı ekili olduğu veya önünde boyalı direk ya da bulgur kazanı hatta han mı olduğu türkü nakaratı olmaktan öteye geçmeyecek. Ev deyince bu metaforu sadece ülke veya ideolojik aidiyet duyduğumuz dünya ile sınırlamak yerine her birimizin zihinsel ve bedensel evimizi yeniden ihyaya koyulmak ihtiyacımız ortada. Çünkü nasıl ki bütün küçük cihadların sonunda bizi bekleyen en büyük cihad kendi nefsimizle olandır, bütün hicretlerin sonundaki en son hicretimiz de kendimizedir.
MURAT ÇEMREK KİMDİR?
ODTÜ Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü’nde lisans, Bilkent Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü’nde yüksek lisans ve doktora çalışmalarını tamamladı. Bilkent, Atatürk Alatoo (Kırgızistan) Selçuk, El Farabi (Kazakistan) Üniversitelerinde ve Polis Akademisi’nde dersler verdi. Ahmet Yesevi Uluslararası Üniversitesi’nin (Kazakistan) Avrasya Araştırma Enstitüsü’nün Kurucu Müdürlüğünü yaptı. Halen Necmettin Erbakan Üniversitesi’nde Bölüm Başkanlığı yürütmektedir.