Amerikan Merkez Bankası’nın (FED) 2006 ile 2014 arasında başkanlığını yapan Ben Bernanke, “Merkez Bankacılığını” tanımlarken şöyle demiş: “Yüzde ikisi, FED’in para politikası enstrümanlarını amaçlar doğrultusunda etkin kullanması ise yüzde doksan sekizi piyasalara güven vermesidir.”
Bernanke’nin eğitimine baktığımızda şunu görüyoruz: Harvard mezunu, MIT’de doktora yapmış… Zaten FED’in başına geçmeden önce de Princeton’da profesörmüş. Akademinin zirvelerinde geçen bir hayat… FED Guvernörü olmadan önce de, olduktan sonra da kendisini kanıtlamış bir isim, Ben Bernanke. Benzer şeyleri daha sonraki FED Guvernörleri Janet Yellen ve Jerome Powell için de söyleyebiliriz.
Bize dönünce, Şahap Kavcıoğlu’nun ayyuka çıkan intihal iddiaları yüzünden doktora tezinin erişime kapalı olduğunu görüyoruz. Böylesi bir ortamda, piyasalara neyin güvenilirliğini, nasıl verebilir Kavcıoğlu? Geçenlerde, T24’ten Barış Soydan’a verdiği mülakatta da CDS primlerine dair tuhaf bir açıklamasını gördük. “Risk” terimini, sokaklardaki riskle ilişkilendiren açıklaması ekonomistler tarafından hayli eleştirilmişti.
Naci Ağbal, birçok insanın gözünde bu ülkedeki “son bürokrat” idi. Merkez Bankası kökenli olmadığı halde Merkez Bankası’nın başına atanması tartışılmışsa da ortodoksiye dönüşü taraflı-tarafsız herkesin takdirini toplamıştı. “Pozitif reel faiz” politikasında taviz verilmeyeceğine dair söylediği sözleri, attığı adımlarla da kanıtlamış ve Bernanke’nin sözünde olduğu gibi, piyasayı güven vererek yönlendirebilmişti. Ama Ağbal’ın Merkez Bankası’ndaki ömrü kısa oldu. Faizi 17’den 19’a yükseltince, Şahap Kavcıoğlu’nun yazdığı gazetenin tam sayfa manşeti -“Bu Operasyonu Kimin Adına Çektiniz?”- adeta Ağbal’ı götürdü.
İyi de, yerine gelen Kavcıoğlu, derhal faiz indirmek yerine uzunca bir süre ölü taklidi yapmayı tercih etti. Bekledi bekledi bekledi… O beklerken enflasyon beklemedi tabii, pozitif faiz, önce sıfırlandı. 19’daki faize karşılık, 18.95’lik enflasyon oranlarını gördük. Güya, faiz hâlâ pozitifti. Sonra, bundan böyle, gıdanın, enerjinin yer almadığı çekirdek enflasyona bakacağını söyledi.
“Fiyat istikrarını sağlamak” yerini “ne pahasına olursa olsun koltuğu korumaya” bıraktı. Faiz indirimleri ardı ardına gelmeye başladı. En son, 21 Ekim’deki PPK toplantısında 200 baz puan indirim açıklandı. Böylece, üretimin artmadığı, artan üretimin dağılımında eşitliğin giderek bozulduğu, rekabet gücünün aşındığı ve enflasyonun sürekli yükselmekte olduğu bir ekonomide, üstelik dünyada enerji fiyatları da fırlamışken ve FED tahvil alımını sonlandıracakken, dahası, bütün Merkez Bankaları faizleri artırma eğilimine girmişken herkesin yaptığının tersine bir karar verilmiş oldu.
Yani, ya dünya bu işi biliyor ya da sadece biz biliyoruz. Başka bir açıklaması olamaz bunun. Ama Beştepe’nin en namlı ekonomi danışmanlarından hiçbiri şu meşhur “faiz sebep, enflasyon sonuçtur,” sözünü teoriye oturtamadı. Bu tezi savunan makaleler yayımlamadılar.
Merkez Bankası böyle de, başka yerler de farklı değil. Ülkede ekonomi deyince neyi tutsan elinde kalıyor artık. Ekonomide rasyonalitenin nasıl berhava olduğunu gösteren en berrak örnek, Kütahya’daki Zafer Havalimanı. Buradaki yanılma payı yüzde 99’a çıkmış. Biraz daha yanılamazlar çünkü en nihayetinde pilotlar ve kabin memurları Zafer Havalimanına inmek zorundalar. Ancak bu kadar olabilirdi -ve oldu.
Ekonomide, piyasanın her zaman olmasa da genellikle akılcı kararlar verdiği kabul edilir. Dolayısıyla, piyasa, iyi ya da kötü, sizin verdiğiniz kararlara bir tepki gösterir. Ama bu tepkisi, kendi içinde anlamlıdır. Bir mantığa dayanır. Şöyle olduğu için, koşullar da böyle değiştiği için, piyasa bu tepkiyi vermiştir vs.
Ama ekonomi yönetiminde öyle bir noktaya geldik ki, artık hem çalışan kesimlerin hem de sermaye sahiplerinin isyanla karışık feveran ettiklerini görüyoruz. Bu da başlı başına çok ilginç çünkü genelde bir sınıfın aleyhine olan kararların diğer sınıfın lehinedir. 15 Temmuz’un ardından OHAL bahanesiyle işçilerin grev hakları kaldırılmıştı mesela. Buna işveren örgütlerinden hiç ses çıkmadı. Sendikaların işlevsizleştirilmesi sürecinde de aynı sessizliği görmedik mi?
Beklenmedik gelişmelerden biri, sermaye sınıfının deyim yerindeyse çok mutedil bir dille de olsa kazan kaldırmasıydı. Ekimdeki PPK’dan birkaç gün önce TÜSİAD’ın da sesini yükselttiğini duyduk. “Yeni Bir Anlayışla Geleceği İnşa” toplantısında konuşan TÜSİAD Başkanı Simone Kaslowski, yaşanan günleri “kurumsuzlaştırma” diye açıkladı. Konuşmasındaki “-tır” eki önemli çünkü kurumsuzlaşmadan, yani kurumların etki alanlarının azalmasından ya da yok olmasından söz etmiyor. Bunun bilinçli bir politika doğrultusunda yapıldığını söylemiş oluyor.
Tabii, “kurumsuzlaştırma” denince aklımıza evvela -Naci Ağbal dönemini hariç tutarak söylüyorum- Merkez Bankası geliyor. Bugün, Merkez Bankası Başkanı, hangi sözüyle piyasalara güven verebilir? Bir inandırıcılığı var mıdır piyasa aktörleri üstünde? Hadi şimdi faizleri indirdi sorun yok, ama onun faizleri istese de artıramayacağını, artırırsa da o koltuktan kalamayacağını cümle âlem bilmiyor mu?
Kurumsuzlaştırmanın etkisini gördüğümüz yerlerden biri de asgari ücretle geçinenlerin oranı değil mi? İnsani şartların tamamen dışında, kayıtdışı çalışan sayısız belirsiz kesimleri, başta mülteciler ve göçmenler olmak üzere, hariç tutarak söylüyorum. 2014’te, SGK verilerine göre, yüzde 44. SGK, en son 2014’te bu oranı açıkladı. Bugün, çeşitli ekonomistlerin araştırmaları, bu oranın 60’ın üstünde olduğunu ortaya çıkarıyor. Bu da bize, asgari ücretin artık standart ücret yerine geçtiğini gösteriyor. Üstelik, bu standartlaşma, döviz cinsinden fakirleşmeyi de beraberinde getiriyor. Bugünkü asgari ücretle yapabilecekleriniz, 2014’teki asgari ücretle yapabildiklerinizin çok daha altında. Ülkece günden güne daha-daha yoksullaşıyoruz.
Enflasyonda Liberya ve Sierra Leone ile, faizde Haiti ve Kongo ile rekabet eder hale geldik. Tabii bu TÜİK’in açıkladığı resmi enflasyon. Veysel Ulusoy’un başında olduğu ENAG’ın verilerini baz alırsak, enflasyonda Lübnan ve Venezuella gibi “çökmüş devletler” haricinde rekabet edebileceğimiz bir ülke kalmayacak.
80 küsur milyonluk nüfus gücüne rağmen G-20’den de düştük. Onda birimiz kadar insanın yaşadığı İsviçre bizi geçerek ilk yirmi ekonomiye girdi. İsviçre’nin üretimi bizden çok daha yukarda. Şunu vurgulamak isterim, G-20’de İspanya, Hollanda, Norveç, Lüksemburg gibi kişi başına geliri çok üstlerde olan ülkeler yer almıyor. Biz, en uzun mesai saatlerine sahip ülkelerden biriyiz ama verim o kadar düşük ki, işte toplamda İsviçre kadar üretemediğimiz ortaya çıkıyor.
Diyorlar ki, kurun rekabetçi -siz bunu “yüksek” diye okuyun- olması ihracatı patlatır. İhracat patlayınca ülkeye döviz girer. Giren döviz, kurun üstündeki baskıyı hafifletir. Kur düşünce, enflasyon da düşer.
İyi de, bu hesabın tutmayacağını sağır sultan bile biliyor. Tutamaz, çünkü Türkiye’ni ihraç ettiği ürünlerin hiçbirinde yüksek teknoloji yok. Bütçeden AR-GE’ye ayrılan pay ortada. Domates satarak, “her şey dahil” sistemiyle otellere turist doldurarak bir ülkenin ekonomisi büyüyebilir mi? İhracatın içindeki ithal hammadde oranı o kadar yüksek ki en ufak bir artış doğrudan maliyetlerin yükselmesine yol açıyor. Bu da enflasyonu tetikliyor. Şimdi, diyelim siz Salihli kirazını satıyorsunuz. Tamamı “yerli ve milli”. Ama gübresi, ilacı, bakımı, nakliyesi hep dövizle. İhracatın hacmi artıyor ama bu “net ihracat” olmadığı için, ithalatı da artırıyor.
Ayrıca, artık 21. yüzyıldayız. GAFA ekonomisi çağında. Google, Amazon, Facebook, Amazon… Dünyanın en zenginleri hep yüksek teknolojiye yatırım yapanlar. Artık petrolcünün, fabrikatörün devri kapanıyor. Ve, biz bu dönüşüm dönemine kilosu 1 dolardan ucuza gelen ürünler ihraç ederek ayak uydurmaya çalışıyoruz.
İster enflasyon ve faiz diye bakın, ister mutluluk endeksi diye çok fark etmiyor, bulunduğumuz yerde hemen hep aynı ülkeler var. Adam kaçırmanın bir işkoluna dönüştüğü Haiti, Sierra Leone, parası pul etmeyen Venezuella, Afrika’nın en gerikalmış ülkeleri… Şu anda bu ligdeyiz. Daha kötüsü, ivmeye bakarsak sürekli dibe gidiyoruz. Piyasayı canlandıracak, motive edecek bir gelişme, bir umut kırıntısı yok. Hukuk devletinin yerinde yeller esiyor. Dışarıdan para gelmiyor. Hatta, konut hariç, Türkiye’den para çıkışı var. Yerleşiklerin mevduatlarının yarısından fazlası dövizde. Adeta ülkenin milli parası dolar olmuş durumda.
Her gün, bir öncekinden kötü ise paradan kaçışın başlaması tesadüf olmasa gerek. Bu canına yandığımın doları nasıl bir şeydir ki, her gün kendi rekorunu tazeler? Normal bir ülkede buna can mı dayanır?
Ekonomi-politik, birbirinden kolay kolay ayrılamaz. Ekonomik göstergeler, siyasetin sonucudur. Verdik yetkiyi, gördük etkiyi.