Türkiye’de eğitim-öğretim alanındaki temel sıkıntı, alanı yerli yerine oturtamamaktır. Yerli yerine oturtmak gibi bir çabamız olmadığı gibi yerli yerine oturtulması gerektiğine dair bir tespitimiz de bulunmuyor. Tarihsel olarak devraldığımız bir pratiği mevcut Bakan’ın ifadesiyle paradigmatik bir değişikliğe gitmeden teknik ve minimal düzeydeki değişikliklerle sürdürüyoruz. Yürüttüğümüz pratiği albenili kılmak için oluşturulmuş bir ideolojik-politik kılıf var. Zaman zaman bu kılıf üzerinden kıyametler koparılsa da işin aslı; temelde aynı düzen, aynı sistem yürürlüktedir ve problem doğuran da bu düzen, bu sistemdir.
Üstelik bunun ülkemizle sınırlı olmadığı da apaçık ortadadır. İdeolojik-politik cila üzerinden koparılan kıyamet de kolektif şekilde alana uygulanan karartmadır. Nihayetinde insanları devletin ideolojik-baskı aygıtları üzerinden dindarlaştırmakla Kemalistleştirmek arasında akıl, mantık, metot açısından bir farklılık bulunmamaktadır. Her durumda da toplum; adam edilmesi gereken bir nesne, çocuk ise belirli bir şablona göre şekil verilmesi gereken balmumudur. Bu yüzden koparılan kıyamet, düzene ideolojik-politik rengin kim tarafından verileceği üzerinedir ve tarihsel olarak gördüğümüz üzere beyhude bir çabadır.
Yeni eğitim-öğretim yılımız başlıyor. Önlük, haftalık ders çizelgesindeki değişiklik, sınıfta kalma, her sabah okula başlarken 15 dakika egzersiz yapma, devamsızlık, açık liseye geçişin sınırlandırılması gibi değişikliklere gitti MEB. Bakan’ın ifadesiyle teknik ve minimal değişikliklerin mevcut sistemi iyileştireceğini beklemek için sorunların teknik ve minimal olduğunu kabul etmek gerekir.
Oysa sorunlarımızın bundan kaynaklandığına ilişkin bürokratik aklın keyfe keder kabulünden başka elimizde bir analiz yok. İkincisi bu tarz bir kabul, eğitim-öğretim alanında tarihsel olarak içinde savrulduğumuz ve sorunlarımızı kronikleştirdiğimiz girdaptan çıkmayacağımızı, sistemi tartışma dışı kılarak yüzeysel ve lokal bir konumlanışla eksiklikleri, aksaklıkları dert edineceğini belirtiyor. Oysa eğitim-öğretim faaliyeti bütüncül bir faaliyettir ve sentetik okumalarla, teknik müdahalelerle hâl yoluna koyacağınız bir alan değil. Ülkemizde ekonominin kötü olmasının sebebi nasıl ki ülkenin siyaset, bürokrasi, hukuk, teknoloji, yönetim felsefesi gibi temel alanlardan bağımsız değilse eğitimin de benzer yapısal problemleri var. Diğer taraftan bu yapısal problemlerin dışında ayrıca alanın nasıl organize edildiğiyle ilgili sorunlar var ki biz maalesef bu tarz tartışmalara, arayışlara girmekten çok uzaktayız.
Modernleşme hikâyemizin başlangıcında ana aksını oluşturduğumuz bir eğitim-öğretim okuması var ve aynı okumayı sürdürerek yol almaya devam ediyoruz. Böyle olunca mesele teknik donanım, fiziksel kapasite, sınav sistemleri, personel yeterliliği, ders materyalleri, yöntem ve teknik gibi hususlarda sıkışıyor. Oysa eğitime erişim imkânlarının arttığı, teknik donanımın karşılandığı, fiziksel eksikliklerin giderildiği, personel yeterliliklerinin diploma düzeyinde gerçekleştiği günümüzde başarısızlığı tartışmak, ideolojik-politik indirgemecilikten uzak analizler yapmayı gerektiriyor. Ekonomik kriz ve siyasal gerilim içinde açılan yeni dönemin yapısal ve aktüel sorun alanlarına değinmekte fayda var.
Alanla ilgili temel problemimiz eğitim kavrayışımızla ilgili. Modern eğitimin varoluş dönemi ve meşrulaştırıcı söylemi eğitimi “hayat kurucu” bir aygıt olarak konumlandırdı. Egemen okuma hâlâ bu yönde. Alan fetişleştiriliyor; varlığı, anlamı, mantığı, kurgusu, işleyişi eleştirel bir değerlendirmeye konu olamıyor. Verimi, başarısı tartışılıyor ancak ruhuna, paradigmasına dokunulmuyor. Teknik düzenlemelerle gücü arttırılmak isteniyor. Oysa zorunlu kitlesel eğitim formu ile iddia edilen amaçları gerçekleştirmenin imkânı yok. Amaçlar ile form arasında varsaydığımız gibi bir bağlantı yok. Diğer bir husus mevcut formun anakronik hüviyeti. Varoluş koşullarını yitirmiş bir sistem bu. Zorunlu-kitlesel eğitim sistemini mümkün kılan muayyen koşullar var ve bu koşullar (siyasal, ekonomik, felsefi, teknolojik) bugün bambaşka bir yöne doğru evrilmişken sistem neredeyse kurulduğu günkü gibi duruyor. Başka bir dünyadayız ve bu form bugün de yaşatılmak istenen işlevsiz bir tortu. Sanayi döneminin basit, standart beceriler talep eden yapısı, Aydınlanma düşüncesi özellikle de pozitivist damarı, toplumsal mühendisliğe hevesli ve bunu meşru, makul gören katı ulus devlet anlayışı, matbaanın imkân ve sınırlılıklarını belirlediği teknolojik gerçeklik sadece büyük bir dönüşüm geçirmedi aynı zamanda mümkün kıldıkları ilişki ve yapılar karikatürleşti. Başka kritik konu ise varsayımsal olarak verili sistem belirlenen haliyle işlediğinde ve arzu ettiklerini gerçekleştirdiğinde bile bu sistem insani, ahlaki ve pedagojik gerekçelerle ciddi bir eleştiriye tabi tutulmak durumundadır. Nihayetinde “makbul vatandaş” söylemi en steril halinde dahi kaskatı bir mühendislik faaliyetidir ve bunun gerçekleştiği yer de bir “kapatılma kurumu”dur.
Eğitim kavrayışımızla ilgili temel bir problem de eğitim-öğretimi hayattan, onun niteliğinden bağımsız teknik bir faaliyet olarak görmemiz. Ivan Illıch’in tespitiyle bu sadece eğitim-öğretim faaliyetini okulla özdeş kılma anlamına gelmiyor, aynı zamanda çok büyük ve kritik bir yanılsamaya da yol açıyor. Okul, kendi kaderini de belirleyen bir dünyanın parçası. Oradaki ekonomik gerçeklik, siyasal vaziyet, sosyal-kültürel işleyiş vs. belirleyici, kalıcı bir terbiye faaliyetidir aynı zamanda. Bu yokmuş gibi okulu eğitim-öğretim faaliyetinin tek ve biricik odağı olarak görme günümüzün akışkan dünyasında büsbütün yanıltıcıdır. Bu yüzden inandığımız gibi okul “kurucu” bir yer olmaktan çok “yansıtıcı” bir yer olarak değerlendirilmelidir. Dolayısıyla okuldan beklediğimiz anlamlı etki ancak onun kaderini belirleyen hayatta ne tür dönüşümler gerçekleştirdiğimizle ilintilidir.
Milyonlarca öğrenci asgari ücretle yaşam mücadelesi verilen bir ortamda yaşıyorsa politik gerilimin, güvenlik kaygılarının, dost-düşman vurgularının yüksek olduğu bir iklimi soluyorsa sosyal-kültürel bir alt-üst oluşun içinde istikrar bulma döngüsündeyse gerçek bir eğitim-öğretim faaliyeti bunu görmezden gelemez. Ekonomik kriz, siyasal gerilim vs. zihninizin yönünü ve performansını belirlediği gibi ufkunuzu da esir alıp belirliyor.
Yapıyla, hak ve özgürlüklerle ilgili olan sorun başlıklarımız var. Her insanın özel, biricik olduğunu söylüyoruz. Ancak mevcut form kitleselliğe, standardizasyona yönelik çalışıyor ki bu çok temel bir çelişki. Bir dersin kırk dakika olduğunu söylüyoruz ancak bunun pedagojik gerekçesini eğitim fakültesindeki hocalarımız da bilmiyor. Niçin kırk dakika? Dikkat süresi mi? İlkokul birinci sınıfta da ders kırk dakika lise son sınıfta da kırk dakika. Matematik dersi de beden eğitimi dersi de kırk dakika. Bu örnek; sistemin mantığını, kurgusunu, işleyişini görmemiz açısından önemli.
Eğitimimiz yoğun bir ideolojik-politik içerikle yüklü. Zaman-mekân düzenlemesinden müfredata, tören ve ritüellerden kılık-kıyafete kadar pek çok başlıkta bunu gözlemlemek mümkün. Anayasa’nın başta 42. maddesi olmak üzere 24 ve 174. maddeleri ideolojik parametreleri çizerken, Milli Eğitim Temel Kanunu ve diğer yasal metinler kuşatmayı ayrıntılandırıyor. Önemli bir sorun başlığımız güvenlikçi dil ve yaklaşım nedeniyle yeterince konuşamadığımız “anadil ve anadilde eğitim” meselesidir. Bu mesele ülkemizde tartışma biçimi ve düzeyi nedeniyle insan hakkı bağlamında ele alınmaktan ziyade ülkenin birlik ve bütünlüğü başlığı altında asayiş-güvenlik sorununa indirgenmiştir. Günümüzde, sorunu güvenlik-asayiş siyasetinin sınırlarında tüketmek temel haklara duyarsızlık olduğu gibi talebi ve talepte bulunanları da devletin olağan şüphelilerine dönüştürmektedir.
Kronik bir sorun başlığımız da din eğitimidir. Zorunlu din dersi, imam-hatip okulları vb. gibi başlıklarla tartışılan sorun, temelde din-devlet ilişkisindeki çarpıklığın eğitime yansımasıdır. Din eğitimi ve öğretimini tekeline alan devlet, topluma makbul gördüğü anlayışı vermeye çalışmaktadır. Dine ilişkin devletin aldığı pozisyon, temel bir hakkın önünün açılması değil olası bir direnme odağının kontrol edilmesidir. Bu anlayış özü itibariyle dinin devletin kontrolüne girmesi, sistemin aparatına indirgenmesi demektir.
Önemli bir sorun başlığı da öğretmenlerin yaşadığı sıkıntılardır. Tarihsel olarak öğretmen, yoğun bir ideolojik-politik siyasetin aktarıcısı olarak yükümlü kılınmış, “ideolojik ajan” olarak konumlandırılmıştır. Dün “sahnedeki bilge” olarak taltif ediliyordu, zamanla “kenardaki kılavuz”a doğru konumlandırıldı, gittikçe özerkliği olmayan basit bir “aktarıcı”ya dönüştü. Öğretmen, ağdalı bir retorik üzerinden taltif edilirken soysal ve ekonomik olarak sürekli asgari yaşam koşullarına mahkûm edildi, ediliyor.
Cumhuriyetin başında durumlarının iyileştirilmesi gerektiği kayda geçirilen öğretmenlerin durumu bugün de yüz yıl öncesinden farklı değil. Öğretmenlik Meslek Kanunu’nda gördüğümüz üzere başta kendi kurumları olmak üzere itibarsız bir nesne- Nurettin Topçu’nun ifadesiyle boynu bükük bir memur- konumundadır. Sağlıksız çalışma koşulları içerisinde pek çok angarya ile bağlanmış olan öğretmenler ne işe yaradığı belli olmayan kırtasiyecilikle didişmektedirler. Devletin sivil askerleri hüviyetinde nöbet tutmaktadırlar. Derslerin paket programlara evrildiği süreçte, başı sonu belli olan derslerin edilgen bir aktarıcısı olarak kodlanan öğretmenler sınıf içi özerkliklerini yitirerek bir uzantıya dönüşmektedirler. Ücreti, çalışma koşulları, içinde bulunduğu ilişkinin niteliği ile fiilen aşağılanıyor öğretmenler. Ayrıca atanamayan ve devlet tarafından bilfiil sömürülen ücretli öğretmen başlıkları mesleğin ne halde olduğunun somut göstergelerindendir.
Eğitim sistemimiz merkeziyetçi yapısı, hantal bürokrasisi ile içerikten ziyade şekilcilik peşinde ki işleyişiyle Alev Alatlı’nın ifadesiyle “mış” gibi yaparak varlığını sürdürmektedir. Eğitim ortamları mimari estetikten yoksun (mekân da terbiye ediyor oysa) kışla tipi yapılardır. Coğrafyanın, iklimin, kültürün neredeyse hiç yansımadığı bu ortamlar insanların ne fiziksel ne sosyal ne de psikolojik ihtiyaçlarını dikkate almaktadırlar. Elli altmış metrekarelik sınıflarda günde en az altı saat tahta sıralar üzerinde zaman geçiren öğrencilerin oturma şekli, düzeni, disiplini dikkate alındığında öğrencilerin bilfiil cezalandırıldıkları söylenebilir.
Kademeler arası geçiş, merkezi sınavlar, destek eğitimi (dershaneler, etüt merkezleri, kurslar vs.) özel öğretim kurumları ve oradaki çalışma koşulları, mevcut zorunlu eğitim sistemimizin yükseköğretimle bağlantısı, akademinin, medyanın ve sivil toplum yapılarımızın alana ilişkin ilgisi ve özeni gibi pek çok boyutun etki ettiği sistemimiz mevcut haliyle önceki yılların ürettiğinden farklı bir sonuç vermeyecektir.
Geride bıraktığımız eğitim-öğretim yıllarının bir benzerini yaşayacağız çünkü benzer bir yıl yaşamamak için değiştirmemiz gereken herhangi bir şeyi değiştirmedik daha da vahimi hiçbir şeyi değiştirmeksizin bütün sonuçların değişmesini bekliyoruz. İmkânsızı istiyoruz ancak gerçekçi değiliz. Acaba mitleştirerek esası yitirdiğimizi fark mı etmiyoruz yoksa esası fark etmemek için bilinçli bir şekilde mi mitleştiriyoruz?
Bu sorulara verilecek cevaplar gideceğimiz yolu tayin edecek.