Duruşma ve 'Eski tutanaklar okundu' saçmalığına dayanan kararlar

Eski Yargıtay Birinci Başkanı Prof. Dr. Sami Selçuk "Kanıtlarla yüz yüze gelen, bu kanıtları gören, duyan, gerektiğinde koklayan, tadan, onlara dokunan, kısaca kanıtlarla birebir doğrudan iletişim kuran bir yargıç ancak hüküm kurar, kurabilir" diyor.

DURUŞMA,” yargılama etkinliğinin çok sesli ve en yoğun doruk noktasıdır. Zira yargıçlar, duruşmada daha önce yaşanmış tarihsel gerçeği doğasıyla birlikte maddeten ve ruhen bilmeye çabalarlar. Kovuşturma evresi, özellikle de bu evrenin duruşma aşaması, Foschini’yle birlikte birçok yazarın vurguladıkları üzere, yargılamanın tekliğini ve bütünlüğünü, yoğunlaşmasını, soruşturma evresinden bağımsız ve özerk olmasını, diyalektiğe, çelişmeye (contradiction), işbirliğine (collaboration) dayanmasını sağlayarak dört işlevi birden yerine getirmektedir.

'Duruşma' terimi, köken bilgisine (etimoloji) göre, Türkçemizde yargılamanın diyalektik yapısının en uç noktada ortaya çıkmasına vurgu yapmakta, halk (saz) ozanlarının karşılıklı deyişlerle birbirlerine söz atmalarını, yani “atışma” sözcüğüne dayanmakta, ağız kavgasını, kısaca “tartışma”yı anlatmaktadır. Geçmişe baktığımızda “duruşmak” sözcüğü, zamanla Osmanlı Türkçesinde “dürüşmek” olmuş; anlam da değişime uğramış; birinci anlamıyla karşı karşıya gelmek, savaşmak (Köroğlu); ikinci anlamıyla ise, çalışıp çabalamak olmuştur: “Dürüş, kazan, ye, yedir” (Yunus Emre); “Ömrüm yetişti âhire / Dürüşmedim hiçbir hayra” (Eşrefoğlu Rûmi); “Dürüş tevhîde imdi gayret eyle (Aziz Mahmud Hüdâyî); “Bir kafeste dürüşüp zâr olmuşşam yâ Rab meded” (Niyazî-i Mısrî).

Bütün bunlar gözetildiğinde duruşma teriminin yerine elbette “tartışma” (débat, dibattimento) da denilebilirdi. Ancak gerek “çekişme” ve gerek “tartışma” sözcükleri, halk ozanlarının yaptıkları atışma olayını “duruşma” sözcüğü gibi güçlü tonda vurgulamadığından ana dilini özleştirme yanlılarının duruşma sözcüğünü yeğledikleri anlaşılmaktadır.

Elbette dili özleştirme yanlısı aydınlar ve TDK, duruşma terimini gündeme getirdikleri sırada, duruşma aşamasının canlı bir diyalektik ve çekişme olmaktan çıkarak ve uygulamada yozlaşarak “karşılıklı durma” olgusuna ve tutumuna dönüşerek yozlaşacağını kestiremezlerdi.

İşte, duruşmanın çarpıtılmış biçimi olan bu karşılıklı durmanın çarpıcı örneklerini, stajımdan başlayarak yargılama erkinde bulunduğum dönemlerde sürekli yaşamış ve kahrolmuşumdur.

İki örnek vereyim.

Ağır ceza mahkemesindeyim. Cezaevinden birini getirdiler. Günyüzü görmeyen teni kahverengimsi bir renge bürünmüştü, adamcağızın.

Mahkemenin beklediği yanıt gelmemişti. İddia makamındaki savcı, “Beklensin” dedi. Başkan, sanığa diyeceğini sordu.

Sanık, saygıdan uzak, kaba saba bir tavırla ve parmağıyla savcıyı göstererek:
-Burada oturan bir başka bey, dört yıl önce idamımı istedi. Artık dayanamıyorum. İdam edecekseniz bu işi bir an önce bitirin!” diye yanıtladı.

Çarpılmıştım.

Kural olarak tek oturumda bitmesi gereken duruşma (CYY, m. 190/1), yine bir başka oturuma ertelendi. Ne zaman biteceği ise elbette belirsizdi.

Demek, ben fakültenin ikinci ya da üçüncü sınıfındayken sanık tutuklanmış, ben bu arada fakültemi bitirmiş, askerliğimi yapmışım, o günden bu yana sanık, ölüm cezası tehdidiyle yargılanıyor ve her gün “ne zaman beni asacaklar?” kuşkusu ve tehdidi altında yaşayıp gidiyordu.

Hiç kuşkusuz yargıçlar, kasaplar gibi karınları değil, vicdanları doyuran, adaleti gerçekleştiren insanlardı. Öyleyse ölüm cezasıyla yargılanan biri, yargılama sürecinde hukukun haklarla ve özgürlüklerle donatılmış adalet beklentisi içinde olan vazgeçilemez bir öznesi miydi yoksa nasıl olsa ölecek gözüyle bakılan bir kurban mıydı? Yargılanan kişi bir özne ise, bu duyarsızlığı, bu mesleki yozlaşmayı nasıl açıklamak gerekirdi?

Bunda üzücü, acınası, isyan ettirici bir yanlışlık yok muydu? Varsa bu yanlışlığı kim ya da kimler ve niçin yapıyorlardı?

Bu soruları sorduğum görevdeki hukukçular, söylediklerimi ilkin yadırgadılar, sonra da gülüp geçtiler.

Evet, bu çarpıtılmış örnekten sonra bir de doğru örneği vereyim.

Petersburg’dayız. Akşam yemeğinde istinaf mahkemesi başkanına, çevremdekiler duysun diye, soruyorum:

-Duruşma yargıcı, duruşma sırasında karar vermeden hastalanırsa, karar vermeden ölürse ne yaparsınız?

-Elbette yeni bir yargıçla yeni baştan duruşma yapılır ve karar verilir.

-Peki, böyle bir durum yaşandı mı ülkenizde?

Önce anımsamadığını söylüyor, Başkan. Ancak birkaç dakika sonra:
-Evet, evet. Bir hukuk mahkemesi yargıcı, üç dava ile duruşma yaptığı gün, üç karar vermiş ve kararlarını da açıklamıştı (tefhim etmişti). Ancak bu kararları yazıya dökemeden ölmüştü.

-Peki, ne yaptınız?

-Elbette yeni bir yargıçla yeni baştan duruşmalar yapıldı, yeni kararlar verildi.

İyi ki, bu durumda bizde neler yapıldığını sormadı, başkan.

“Eski tutanaklar okundu” yasa dışı yöntem saptırmalarıyla kararlar verildiğini söyleseydim kim bilir neler düşünürdü?

Zira bırakınız çağcıl (moderne) dünyayı, bildiğimizce çağdaş (contemporain) dünyanın, Afrika dâhil hiçbir ülkesinde duruşma yargıcı değişmez, değişemez, değiştirilemez. Çünkü sadece ve ancak duruşma yapan ve kanıtlarla yüz yüze gelen, bu kanıtları gören, duyan, gerektiğinde koklayan, tadan, onlara dokunan, kısaca kanıtlarla birebir doğrudan iletişim kuran bir yargıç ancak hüküm kurar, kurabilir.

Bunun dışında kalan bir yargıcın verdiği her karar, olasılığı çok güçlü bir adli yanılgının kaynağıdır. Dolayısıyla böyle bir duruşma ve karar, bütün dünyada hukuk açısından kesinlikle geçersizdir.

Unutmayalım. Adli yanılgılar, “Dreyfus” davaları, her ülkede, ileri ülkelerde bile yaşanmıştır. Bundan sonra da yaşanacaktır. Bu nedenle bütün yargılama yasalarında “yargılamanın yenilenmesi” kurumuna yer verilmiştir. Ancak bunu aşabilmenin biricik yolu, yasalara ve ilkelere uygun duruşma yapmaktır. Dolayısıyla yargılamada, özellikle kovuşturma evresinin duruşma aşamasında bunu önlemek için ödün verilmesi olanaksız “yedek yargıç bulundurma” gibi kurumlar, “kanıtlarla doğrudan ilişki kurma” vb. ilkeler yaratılıp benimsenmiştir.

İşte bu olmazsa olmaz ilkeleri ciddiye almayan benim ülkem, beni sürekli hep düşündürmüş, hukukun nimetlerinden yararlanamayan insanlarımız adına için için ağlatmıştır.

Özetle yargılamanın en önemli evresi olan “kovuşturma evresi” ve bu evrenin en önemli aşaması bulunan “duruşmaaşaması;” etkin ve çelişmeli görüşlerle ilerleyen, titrek adımlarla yürütülen, yapısal özünden kaynaklanan kendine özgü olmazsa olmaz kurumlar ve ilkelerle kotarılan bir “dolaysız ayna”dır.

Bu dolaysız aynada duruşma aşamasının bütün temel ilkeleri ödünsüz uygulanmadığı takdirde “adli yanılgılar”dankaçınmak olanaksızdır. “Yargıçların taraflar ve kanıtlarla doğrudan iletişim kurma ilkesi”nin, yaygın deyişle “doğrudanlık ilkesi”nin, bunu destekleyen yüze karşılık, çelişme, diyalektik, odaklaşma, kamuya açıklık, sözlülük, meramı anlatma, kanıtları özgürce değerlendirme ilkelerinin, dolayısıyla bir bütün olarak “ADİL YARGILANMA İLKESİ”nin gerçekleşmediği bir duruşma sonucu verilen her karar, hukuka aykırıdır, sakattır. Zira böyle bir duruşma sonucu verilen her karar, yine adli yanılgıyı kaçınılmaz kılan bir çarpıklığın ürünüdür.

Bizde ise, bu ilkeler kendisini aldatıcı bir yöntemle aşılmakta: “eski tutanaklar okundu, duruşma sürdürüldü.”

Bizler, yani “HİLEİŞERİYECİ”lerin torunları, tez elden bu çarpıklıktan vazgeçmeliyiz. Zira dünyanın hiçbir ülkesinde böyle bir saçmalığa rastlayamazsınız.

Çünkü ulaşılmak istenilen “VİCDANİ KANI, YARGIÇTAN YARGICA TUTANAKLARLA ASLA AKTARILAMAZ, CİRO EDİLEMEZ.”

Başlıkta okuduğunuz bu durumu, artık herkes bilsin, görsün, üzerinde de düşünsün diye bir kez daha yazmakta ve anımsatmakta yarar görmekteyim.

Hem de büyük harflerle.

Peki, Cumhuriyetimiz yüz yaşını doldurmasına karşın yıllardan beri hiç sektirmeden uygulana gelen bu uydurma, yapay, bunaltıcı saçmalık, çamurdan yaratıldığı belirtilen insanın kendisinin ürettiği, ama kendisini bile kandıran bu güldürücü sapma, hiç kimseyi neden şaşırtmıyor, duruşmanın yukarıda değinilen ve adli yanılgıları önleyen olmazsa olmaz düzeydeki “taraflar ve kanıtlarla doğrudan ilişki kurma” ana ilkesini dışlayıp yerle bir ettiği halde, neden hiçbir hukukçu buna karşı çıkmıyor da bu çarpıklık hiç sektirmeden uygulanıp duruyor, herkes bu yapay, iğreti kurtarıcıya sarılıyor, en azından ona hiç ses çıkarmıyor?

Yıllardır karşı çıkılmayan ve sessizce uygulanan bu saçma yöntem, gölgesiyle bile tanımlanamayan çarpık duruşma anlayışının bir ürünü ya da getirisi midir yoksa “ekmek yoksa pasta yesinler” mantığının buruk bir örneği yahut katlanılan ağır yitikleri yüzünden kazanılan savaşın anlamsızlığını anlatan bir “Pirus zaferi” mi?

Hukuk, elbette insanları aldatmak için değil, kurtarıp sağ esen mutlu kılmak için vardır. Ancak hukuk öğrenimi dışında tam 64 yıldır hukuk uygulamasının ve öğretisinin içinde bulan biri olarak ben, yukarıdaki sorulara, oldum olası mantıklı hiçbir yanıt verememişim; dolayısıyla kendimi bir bakıma kandırmış, hatta kurtarıcılarını çarmıha geren biri gibi duyumsamışımdır.

Evet. Hiç kimse kendisini aldatmasın: “Yargıç değişikliği nedeniyle eski tutanaklar okundu” saçmalığı ile düştüğü bataklıktan kendisinin saç örgüsüne tırmanarak kurtulduğunu söyleyen yalancı Alman Baronu von Münchhausen’ın sözleri arasında hiçbir fark yoktur.
Unutmayalım. Yargılama, simgelerden uzaktır; özellikle de duruşma, simgelerle, yazılarla, harflerle kotarılamaz. Duruşma, daha önce yaşanmış bir olayı, yeni baştan sahnelemek, yaşanır kılmaktır. Bu becerinin ve başarının dışında kalan her çaba boşunadır. Özellikle duruşma, tutanaklarla asla anlatılamaz ve duruşmanın varlık nedenine ters düşer, bu.

Bu boş çabanın öyküsünü ve çekilen çileyi, bir kez daha bilmek isteyenlere, Bakanlığı döneminde ABD Yüksek Mahkemesinin Miranda (1966) kararından esinlenilerek eski Suç Yargılama Yasası’na (CMUK, yeni Yasa’da da var) taşınan ve kuşkulunun ya da sanığın sorgusu yapılırken uygulanacak kuralları getiren, bu yüzden de hukukumuzda kalıcı bir iz bırakan eski adalet bakanlarından Sayın Seyfi Oktay’ın yayımlanan kitabını salık veririm (“Savunma, Adalet Bakanının Adalet Arayışı, derleyen: Necdet Saraç, İmge Kitabevi, Ankara, 2023).

Bu kitapta eski bir hukukçunun, bırakınız yasalarını aldığımız Batı ülkelerini, o ülkelerin hukuklarını uygulayan Afrika ülkelerinde bile görülmeyen bir yargılama sürecinde ya da daha doğrusu yanlışlığında nasıl apar topar evinden alınıp sorguya çekildiğini, sık sık değişen yargıçların vicdani kanılarını birbirlerine nasıl aktardıklarını, kısaca insanlığın iki bin yıllık hukuk birikimi ve beyninden geçen hukuka nasıl ters düştüklerini, 1 Haziran 2010 tarihinde gözaltıyla başlayan, ancak 2016 yılında sona eren yargılamada yaşanan çileleri içiniz sızlayarak görebilirsiniz.

Bu çileye ben de yaşadım. Hem de yedi yıl süreyle. Benim çilem, ancak Anayasa Mahkemesinin haklılığımı tescil eden (!) kararıyla sonuçlandı.

Bütün bunları öğrendiğinizde elbette birine öfkelenen Ayşe teyzenin Fatma teyzeye neden “seni mahkemeye verir, sürüm sürüm süründürürüm” dediğini çok daha iyi anlar ve dizlerinizi döverseniz.

Evet, Türkiye, özellikle geleceğin iktidarı, iki sorunu öne almak ve kesinlikle çözmek zorundadır.

Birincisi, elbette pahalılık ve beslenme.

İkincisi, yargılama bağımsızlığı ve insanları süründürüp bezdiren duruşma sorunları.
Bunlar çözülebilir mi?

Elbette. Birincisini bilemem, ama ikincisi için en çok iki yıl yeter.

Yorum Yap
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
Yorumlar (5)
Yükleniyor ...
Yükleme hatalı.

Görüşler Haberleri