İstanbul Araştırmaları Enstitüsü’nün Hafıza-i Beşer Osmanlı Yazmalarından Hikâyeler isimli sergisini ziyaret ettiğimde matbaa öncesi yazılı kültürün katmanlı dünyasında gezinmenin büyüsü sarmıştı beni. Bu yazmaların kahvehanelerde okunduğunu, elden ele dolaşırken önceki okurların notlarına cevap veren başka okurların varlığını hayal edebilmiştim. Sergiyi gezen turistler âşinâsı olmadıkları bir kültürün dünyasına bir süreliğine dahil olmanın zevkini, heyecanını yaşadılar muhtemelen. Ben ise çay risalesini, tıp kitaplarından sayfaları, saray mutfağında pişirilen yemek tariflerini görmüş, âşinâsı olduğum kültürün, kendi geçmişimin yine ne kadar uzağında olduğum tuhaf hissiyle ayrılmıştım sergiden. Beni ve belki çoğumuzu zaman zaman ele geçiren geçmişle bağ kurmakta zorlanma haliydi bu.
1 Kasım 1928’de gerçekleştirilen Harf Devriminin bu sergiyi gezdikten sonra beni içine alan hislerle bir ilgisi var. Hem de ciddi bir ilgisi. Erken Cumhuriyet döneminde yapılan devrimler arasında alfabe ve dil devrimleri resmî ideolojinin, yeni kurulan cumhuriyetin Osmanlı geçmişiyle bağını koparmada en işlevsel olanlarıydı. Bu yüzden sergideki yazmalar yanlarındaki açıklamalar olduğu halde çok uzak bir geçmişten sesleniyorlardı. Uzun süre örtülmüş göstergelerin örtüsü açıldığındaki karşılaşmaydı bu, yazmalar da mahcuptu ben de.
Bir yara, evet bu bir travma. Ekrem Saltık’ın Devrim Yarası: Travma Sosyolojisi, Harf İnkılâbı ve Toplumsal Hafıza isimli çalışması bu sorularla hemhâl olduğum sırada karşıma çıktı. Üzerinde çok konuşulmuş, çok tartışılmış harf devriminin sosyolojik bir perspektifle çalışılması heyecan vericiydi. Dil devriminin Türk edebiyatı üzerindeki izlerini araştırdığım doktora tezimde alfabe devrimine de değinmiş alfabenin değişiminin edebiyatın değişimi üzerinde etkisi olduğunu savunmuştum. İlgi ve çalışma alanıma giren bu kitabı okurken düşündüklerimi, yazara katıldığım ve katılmadığım noktaları okurlarla paylaşmak istiyorum bu yazıda.
Ekrem Saltık çalışmasında iki temel yönelimin, “yanılgı”nın altının boşluğunu ve buradaki kafa karışıklıklarını aydınlatmak istiyor. Harf İnkılabının toplumu geçmiş kültürden “birdenbire” kopardığı ya da halkın “medenileştirilmesini” sağladığı şeklindeki değerlendirmeler bu iki yönelim. Yazar yanılgının her ikisinin de aslında dille ilgili tartışmaların, dilin sadeleştirilmesiyle ilgili çabaların Tanzimat’tan beri süregeldiği bilgisinin eksikliğinden ve Dil Devrimiyle gelen özleştirmenin buradaki ideolojik vurgunun harf devrimiyle karıştırılmasından kaynaklandığını iddia ediyor.
İlkin alfabe ve dil devrimlerinin aynı ideolojik öngörü ve idealle yapıldıklarını hatırlamakta fayda var. İki devrim de aynı zihniyetin iki ayrı alandaki görünüşüydü. Nitekim Halide Edip “Latin Harfleri ve Dil İnkılabı” isimli yazısında dilin Tanzimat’tan bu yana sadeleşme evrelerini, alfabenin Türkçe’yle uyumlulaşma çalışmalarını ve dilin yazarlar eliyle sadeleşme yolunda ilerlediğini anlatır. Ona göre, alfabe değişikliğinin kültürü olgunlaşmış bir millete ciddi zorluklar çıkarması ve bu milletin uzun bir “intikal” (geçiş) devri geçirmesi beklenir. Bu geçiş için ciddi bir hazırlık evresi yapılması ve önemli eserlerin Latinize edilmesi bu geçiş sürecindeki kargaşalığı azaltabilecekken [bu çalışmaların yapılmadığını belirtir yazar] “bir de dil inkılabı ortaya çıkınca, fikir ve sanat sahasındaki tekâmülümüz aksamış, yolunu şaşırmıştı” diyor Halide Edip. Edip’in bu iki devrimi bir başlık altında değerlendirmesi ve ikisi arasında ilişki kurması, devrimleri birlikte okumamıza ciddi bir dayanak sunuyor. Devrimleri bizzat yaşayan, bugünden geçmişe dönük değerlendirmelerin ötesinde, süreçler içerisinden geçen bir düşünürün tespitlerinin kritik önemi var.
Bu beraberlik alfabeyle ve dilin sadeleşmesiyle ilgili tartışmaların 19.yüzyıl ortalarından beri süregeldiği bilgisini haiz olan araştırmacılarca da teyid ediliyor. Nergis Ertürk’ün Türkiye’de Gramatoloji ve Edebi Modernlik isimli çalışması gösterge düzeyindeki değişimin kelimeleri değişime zorlamasının dildeki ve edebiyattaki izini sürüyor. Ertürk, Alfabe Devrimi sonrasında, yüzyıllardır dilin bir parçası hâline gelen Arapça ve Farsça kökenli kelimelerin seslerinin yeni fonetik yazıdan silinmiş birer yabancıya dönüştüklerine ilişkin bir tespit yapıyor. Dolayısıyla, halihazırda alfabenin değişmesiyle kelimelerin başka seslerin ve görüntülerin içine sığmaya çalışması başlıbaşına dilde ciddi bir değişikliğe yol açmış ve “eski” kelimelerle vedalaşmaya bir davet sunmuştu.
Harf devriminden sonra dildeki Arapça ve Farsça kelimelerin varlığı, daha fazla sorun teşkil etmeye başlamıştı. Örneğin Arapça harflerle yazımında, ortasında “ayın” sonunda “ye” harfi bulunan “ma’na” kelimesinin yeni harflerle nasıl yazılacağı ve nasıl telaffuz edileceği bir sorundu. Falih Rıfkı [Atay], “Sanat ve Dil” başlıklı yazısında, “Osmanlı sanatının yalnız bir ruh hastalığı değil aynı zamanda bir kulak hastalığı” da olduğunu söyledikten sonra, bir arkadaşının “eski ayın harfi kalktıktan sonra son hecesi azaltılmadığı için mana kelimesinin ne olacağını sordu[ğunu]” kendisinin de cevap olarak, “ ‘Bana’ gibi kısaca ‘mana’ olacaktır.” dediğini aktarır. Dolayısıyla, eski kelimeler yazılışlarıyla, telaffuzlarıyla ve temsil ettikleri medeniyetin (İslam Medeniyetinin) birer sembolü olarak çağrıştırdıklarıyla, uluslaşma sürecindeki Türkiye Cumhuriyeti’nin geleceğe taşımak istemediği unsurlar arasında bulunuyorlardı.
Ekrem Saltık’ın Devrim Yarası’na dönersek, yazar harf değişimini ve buna bağlı olarak okunamayan kitapları, bu kitaplarda saklı bir hafızanın olduğu inancını mal-i hülya, vesveseli ve kuruntulu ruh halleri olarak değerlendiriyor. Yazara göre tarihi boyunca birçok kitap kıyımına şahit olmuş bir geleneğin devamı olan Türkiye Cumhuriyeti’nde, yaşanan bu değişimden daha derin izler açmış olanları vardı.
Yazar bu ibaresiyle kitabın başında belirttiği iki yanlış yönelime de mesafeli duracağı ilkesine zarar veriyor, çünkü bu söylem tam da alfabe devrimini halkın medenileştirilmesi yolunda ilerlemeci bir adım olarak gören “klişe”yi olumlar görünüyor. Nitekim, alfabe devriminden yaklaşık on yıl sonra 1939 yılında toplanan I. Neşriyat Kongresi’ndeki raporlarda ortaya çıkan temel sorun “milli bir kütüphanenin yokluğu” olsa da bu yokluğun nasıl doldurulacağındaki görüş ayrılıkları yine benzer bir yerde düğümleniyordu. Bazı yazarlar Arap harfli eski eserlerimizin de çevriyazılarının yapılmasını önemserken bazı yazarlara göre eski kitapların toplamının zaten bir işlevi ve önemi yoktu. Ankara DTCF’nin neşrini önerdiği listenin üst yazısında özellikle Tanzimat’tan önceki eski eserlerin “fikir, muhteva ve metod bakımından kıymetlerini asla mübalağa etmemek” ve “onlardan bir Türk hümanizmi yaratmağa kâfi materyal beklememek gerek[tiği]” yazıyordu.
Eski eserlerde bir hafızanın yattığı ya da yatmadığı meselesine en iyi cevabı sanırım Çizgi yayınevinin son on yılı kapsayan süreçte hazırladığı Osmanlı Felsefe Çalışmaları dizisinden çıkan yayınlar veriyor. Bu çeviriler ciddi bir “hafıza”nın varlığını teyit ediyor. Edebiyat sahasında Fatih Altuğ’un kendisinin yaptığı ve öğrencilerine yaptırdığı dil içi çeviriler de özellikle Osmanlı kadın yazarlarıyla ilgili başka bir hafızanın varlığını gün yüzüne çıkarıyor. Kaldı ki bu çevirilerin sadeleştirme mantığının çok ötesinde katmanlı, zanaatkârlık isteyen bir iş olduğunu “Dil içindeki aralıklar ve eleştirel basımlar” başlıklı yazısında etraflıca anlatıyor Fatih Altuğ. Harflerle yapılan oyunların aktarılması, takvim ve para birimlerinin doğru bir şekilde çevrilmesi, Arapça Farsça kelimelerle yapılan tamlamaların çevirilerinin çetrefilliği gibi zorluklarla dolu bir saha dil içi çeviri.
Ekrem Saltık, Devrim Yarası’nda Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçişte yaşanılan kültürel devrimlerin toplumdaki etkilerini E. Kübler Ross’un ölüm sonrası yaşanılan yas süreçlerine göre değerlendiriyor. Osmanlı İmparatorluğu’nun sona erişini, halifeliğin kaldırılmasını, saltanatın sona ermesini bir yas şekline yaşayamamış bir toplum, buradaki “ölüm”e ilişkin öfkesini gösterememiş, “ağıdını yakamamış”ken bu içe atılmışlığın üstüne gelen kültürel inkılaplar meseleyi iyice kangren haline getirmiş.
Saltık, takrir-i sükûn, İstiklal Mahkemeleri gibi uygulamaların yasının tam tutulamadığını, asıl kaybın buradaki susturulmuşluk ve “hafıza insanları” olarak tanımladığı dönemin yetişmiş aydınlarının asılması, sürülmesi ya da susturulması olduğunu düşünüyor. Burada tutulamayan yasın harf inkılabına yöneltildiğini ve dahası geleceği imar etmektense sürekli bu geçmiş yaraya sarılmanın bizi ilerlemeden de alıkoyduğunu düşünüyor.
Devrim Yarası’nın kültürel alanda yapılan devrimleri ve özelde harf devrimini yas süreciyle değerlendirme teklifinin, döneme dair yapılan çalışmalara yeni bir ufuk getirdiğini düşünüyorum. Toplumsal bir travma yaşadığımız ve bu travmayı atlatamadığımız doğru, harf devrimi de en travmatize olduğumuz alan. Ama bunun diğer inkılaplardaki suskunluk nedeniyle tutunulan bir yas olduğunu düşünmüyorum. Bence harf devrimi imparatorluk bakiyesi olan başka hiçbir toplumun yaşamadığı benzeri olmayan bir kırılmaydı. Bu devrimin diğer devrimlerin etkisinin önüne geçeceği dönemin aydınlarınca da öngörülebilen bir gerçeklikti. Kaldı ki yazarın, bu değişimin erken cumhuriyet döneminde değil de II. Meşrutiyet döneminde yapılsaydı toplumun bu şekilde tepki vermeyeceği önermesini ise tarihin varsayımlar üzerinden değil olgular üzerinden yazılacağı gerçeğinden hareketle hatalı bir önerme olduğunu düşünüyorum.
Ayrıca harf devrimi ilk etapta bürokratik yazı dilini, haberleşmeyi ve eğitim dilini hedeflese de Jale Parla’nın “The Wounded Tongue” (Yaralı Dil) isimli makalesinde belirttiği üzere devrimden en çok etkilenen alan edebiyat oldu. 1980’lere kadar Osmanlıca kelimelerle örülü bir dilin karşısında Öztürkçe dili benimsemek Kemalist olmanın, ilerlemeciliğin, modernliğin ve çağdaşlığın bir göstergesi addedildi. Yazının başlığı Hasan Ali Toptaş’ın “Dil Yâresi” diye adlandırdığı dilde özleşmeyi ve edebi dili de kapsayan Türkiye’de farklı ifade şekillerine uygulanan politik yasaklamaları ima eden ibareye atıfta bulunuyor.
Türk toplumunun yaşadığı bu toplumsal travmanın bireysel tezahürü İstanbul’daki sergiyle tazelenen travmam geçebilir mi? Boğaziçi Üniversitesi mezunu pırıl pırıl bir çocuğunu kaybeden bir büyüğüme, bu kaybın üzerinden yıllar geçtiği bir zamanda “nasılsınız, eşiniz nasıl?” diye sormuştum, iyi değiliz, bazı yaraların iyileşmesi mümkün değil diye cevaplamıştı. Dil içi çeviriler çoğalıyor evet. Ama bu yarayı iyileştirmekten ziyade dönemi tarihi, felsefî, edebî ve kültürel bağlamda daha iyi anlamamıza ve değerlendirmemize imkân veriyor. Dil yarasının geçmesi ise çok zor görünüyor.
HALE SERT KİMDİR?
Bilkent Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümü’nden mezun oldu. Yüksek Lisansını yine aynı üniversitenin Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü’nde tamamladı. Serbest çalışma hayatında geçirdiği bir dönemden sonra Bilkent Üniversitesi Türk Edebiyatı Bölümü’nde başladığı doktora programını 2016 yılında “Dil Devrimi’nin Erken Cumhuriyet Dönemi’nde Şiir ve Çeviri Bağlamında Türk Edebiyatı’na Etkisi (1932-1950)” adlı teziyle bitirdi. 2016-2020 yılları arasında İstanbul Şehir Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde öğretim üyeliği yaptı. 2019 Yılında “Çocukça Bir Direniş” isimli öykü kitabı yayımlandı. Öyküleri, öykü eleştirileri, denemeleri ve edebiyat odaklı düşünce yazıları farklı mecralarda yayınlanmaya devam ediyor.