Türkiye yüklü hafızası, yaralı şuuraltıyla adeta esir alınmış vaziyette. Başlı başına kapan işlevi gören bir tarz, bir zihniyet, bir yapılanma yürürlükte. Öyle bir bir yapılanma ki; saçmalıkta sınır tanımıyor, yanlışa alan açıyor ve her bir aktöre kendi varlığı aleyhine iş ve işlem tesis ettiriyor, yanlış uygulamanın uygulayıcısı kıldığı yetmiyormuş gibi daha da vahimi uygulamanın savunucusu kılıyor. Bunun soyut, spekülatif, konjonktürel bir şey olduğunu düşünmeyelim. Yaşanan her gelişme adeta bu tespitin kanlı-canlı bir örneğini oluşturmak üzere önümüze geliyor. Büyük bir alt-üst oluş yaşadığımız bu kriz günlerinde aktörleri Diyanet İşleri Başkanlığı ve yargı olan bir gelişme açıkçası yaşadığımız akıl tutulmasının nasıl sınır tanımaz bir boyutta olduğunun ibretlik göstergesi adeta.
Türkiye’de yürürlükteki sistemin ruhuyla, felsefesiyle, işleyişiyle adeta bu topluma yönelik kurulmuş bir komplo olduğunu söylemek gerçekliği izah etmekte yetersiz kalıyor. Toplumun hiçbir kesiminin bu yapı, işleyiş ve ilişki içinde kendisini gerçekleştirmesinin, daha nitelikli bir hale getirmesinin, daha insani, ahlaki bir fail, sivil ve siyasi ağırlığı daha güçlü bir varlık yapmasının adeta imkânı yok. Bu yöndeki her girişim, her niyet sistemin varlığına bir tehdit olarak görülüyor ve yolundan saptırılması için devletin siyasi, ekonomik, sembolik bir imtiyaz-rant aracı olarak kalması, bu şekilde işlemesi ve bunun için işlemesi adeta stratejik bir araç, tartışmasız bir varoluş zemini olarak yapılandırılıyor. Dolayısıyla devleti de, toplumu da makul, nitelikli bir bünyeye ulaşma imkânından yoksun bırakan bu işleyiş yüklü hafızanın, yaralı şuuraltının yönlendirmesi altında yüz yıl önce dile gelmiş bir takım klişeleri ödün verilemez, tartışmaya açılamaz varoluş gerekçelerine dönüştürüyor.
Sosyolog Chull Han “akıl, bir sistemin mantığını izler” tespitinde bulunurken çok haklı. Türkiye’de egemen akıl, dışardan akıl tutulması olarak görüp değerlendiridiğimiz de bu akıl, kronik sorunları çözmek, toplumu ve dolayısıyla devleti güçlendirmek, talep ve beklentilere karşılık vermek, itiraz ve eleştirileri dikkate almak şeklinde işlemek yerine kurulu düzeni topluma ve zamana karşı korumak, kollamak üzerinden işliyor. Gerçekten de sistemin mantığını izliyor, sistem bütün irrasyonelliği içinde ne tür bir ihtiyaç hissediyorsa onu temin etmek üzere kayıtsız bir alanda ilerliyor. Amaç belirli bir sistemin varlığını muhafaza etmek olunca bunun için her türlü hamle, her türlü siyaset yapılabilir, her türlü aktör ittifak ilişkisi kurulabilir bir hal alıyor.
Din-devlet ilişkisinin nasıl olacağı güvenlik endişesinin dışında yapısal bir sorun olarak sorun edilmiyor, Türkiye’nin kuruluşundan hatta Osmanlı modernleşmesinin başlangıcından bu yana bu alanın ülkenin en önemli sorun başlığı olduğunu ve mutlak surete sistemik bir çözüme kavuşturulması gerektiği gerçeği görmezden geliniyor. Sorun, devlet tarafından dinin ve dinin hangi şeklinin meşru olarak görüleceği şeklinde son derece yanlış, tehlikeli ve çözümsüz bir alana yönlendiriliyor. Devletin özellikle de modern devletin içkin kodlarında olan “tanrısal” hüviyeti sorgulamayan, tartışmayan, bunun sosyal, ekonomik, siyasal rezonanslarını görmek bir yana bizatihi dini alanın kendisinde yeniden yerleştiren, yerleştirildiği bu yerde tahkim eden pratik meseleyi ölümcül bir hale getiriyor. Türkiye’nin meselesi; dinin aslının ne olduğu, gerçek dini kimin temsil ettiği meselesi asla değildir. Dine ilişkin bu şekilde hüküm verecek bir devletin varlığını kabul etmek, buna kapı aralamak bir entite olarak devletin ne olduğunu, neye karşılık geldiğini, hele hele bu düzlemde modern devletin ne tür bir aygıt-mekanizma, ruh olduğundan büsbütün bihaber olmaktır. Devlet ile din arasındaki tarihsel pratiğimizin yanlış yönlendirmesinden herhangi bir yapısal dönüşüme, ilkesel bir farklılaşmaya gitmeden dinin sistem içerisindeki konumunu başka bir yere çekmeye çalışmak tam da neyi yaptığını, niçin yaptığını, nerede yaptığını bilmemek hatta meseleyi hiç anlamamaktır.
Türkiye’nin özgürlüğe ihtiyacı var. Türkiye’nin düşünce ve ifade özgürlüğüne, din ve vicdan hürriyetine ihtiyacı var. Devletin din alanı başta olmak üzere pek çok alanda yapacağı en büyük iyilik gölge etmemesidir. Yasaklarla, baskılarla, resmi anlatılarla, hakikat rejimleriyle, mahkeme kararlarıyla, toplatmalarla, susturmalarla, konuşma ortamlarını zehirlemekle yapacağımız şey Türkiye’yi yaşanmaz hale getirmektir. Türkiye’yi bir kafese dönüştürmek, hapishaneye çevirmek olacaktır.
Modern devletin toplumla-insanla kurduğu ilişkinin, tekeline aldığı unsurların, sahip olduğu enstrumanların ve kullanma biçiminin “tanrısal” bir görünüm arz ettiğine yukarıda değindim. Ancak sözümona Din’in, Allah’ın korunması, kollanması (ne demekse bu, sanki Allah’ın, dinin onların korumasına, bu şekilde korunması ihtiyacı var mış gibi) adına onu yerinden edecek, adeta devleti Allah’ın hükmünün ne olduğunu tayin edecek bir pozisyona yükselttiğinizde, bu alanda otorite mercii olarak devleti kodladığınızda, bu yönde karar verecek mercinin devlet olduğunu tayin ettiğinizde Allah’a ortak koştuğunuzu hatta Allah’ın bile üstünde bir pozisyon tahsis ettiğinizi görmek zorundasınız. Çünkü dinde hüküm koyma, aslın ne olduğunu tayin etme makamı olan Allah’ı yerinden ettiğinizde, ona bir vekil tayin ettiğinizde yapılan şey fiilen ortak koşma hatta O’nun yerine ikame etmedir. Bunun sadece din ve vicdan hürriyeti, düşünce ve ifade özgürlüğü ile boyutları yok. Herşeyin zıvanadan çıktığı son derece tahlikeli, akıl ve mantığın, dinin kendisinin tehdit altına alındığı bir eşikteyiz. İşin garibi bunların, tüm amacının din hizmetleri olduğunu söyleyen, meşruiyetini bundan alan bir yapıdan (DİB) geliyor olması. Dinde tekelin, otorite mercinin, belirli bir yorumun, belirli bir anlayışın, belirli bir hakikatin oluşturulması bizi bir devlet dinine, resmi bir anlatıya, bir hakikat rejimine teslim edeceği görülmüyor. Bu yolun başta bu yolu açanlar olmak üzere bizi tüketeceğini, kısırlaştıracağını, birer itaat nesnesi kılacağı fark edilmiyor.
Devletin müeyyide uygulayarak hüküm ihdas ettiği dolayısıyla sorgulamadan, alternatif arayıştan ve görüşten yoksun kılındığımız yerde kıstırıldığımız tekbiçimciliğin ne tür ahlaki, insani ve dini gelişme üreteceği varsayılıyor? Devleti kontrolsüzce büyütmek insanları küçültmek, önemsizleştirmek, anlamsızlaştırmaktır. Dengeyi kuramadığımız her hamle bizi zehirliyor, bizi biz olmaktan çıkarıyor. Dün katı bir laiklik adı altında insanların dini inançlarına kast edenler nasıl karikatürleşip itibarsız birer faile dönüştülerse bugün de dindarlar aynı aracı aynı şekilde kullanarak benzer bir kadere talip oluyorlar, razı geliyorlar. Araçların büyüsüne kapılıp sürecin selametini gözetmeyen, usule, erkana riayet etmeyen her hamle başta kendisini, inançlarını, iddialarını hedef alıyor. Türkiye’de maalesef din yani İslam, devlet eliyle ve laiklik sopasıyla alabildiğine tartaklandıktan sonra bugün dindarlar eliyle posası çıkarılıyor, itibarsız, etki gücü elinden alınmış bir kuru şekilciliğe çeviriliyor. Bırakın itibarlı bir nesne olmayı devletin yedeğine alınıp araçsallaştırıldığı için adeta ruhu katlediliyor bedeni de paçavraya çevrilip fırlatılıyor. Günümüz dünyası düşünsel-felsefi yönelimiyle, ekonomi-politiğiyle ve bu ekonomi-politiğin kültürel mantığıyla zaten dine, dinin aktarımına aşılması güç engeller çıkartırken meseleye bir de bu tarz ifsad edici müdahalelerde bulunmak ana akıntıya ivme kazandırmaktır.
Din-devlet ilişkisi dinin devletin yedeğine alınarak aşılamaz aksine kronikleştirilir. Sivil bir mücadele, toplumun vermesi gereken bir mücadele devletin otorite mercisine dönüştürülmesi üzerinden verildiğinde ayrıca çok önemli iki maliyetle daha karşılaşıyoruz. Birincisi toplum güçsüzleşiyor. Özgün, özerk, ve nitelikli bir varoluş hamlesi gerçekleştirmekten yoksun kalıyor, bağımlılaşıyor, sığınacağı gölgelik arıyor, güvenlik endişesine, kaygısına gark oluyor. İkincisi, bağlantılı şekilde devlet, görüşlerimizin etkin hale geleceği ve dolayısıyla ele geçirilecek bir aygıta dönüşüyor. “Ayrılığın rahmet olduğu”, müphemliğin zenginleştirdiği, geliştirdiği, dini düşünce ve hayatı canlı ve dinamik kıldığı ve mutlak surette korunması gerektiği temel prensibini dikkate alarak özgürlüğe ihtimam göstermekten başka çaremiz yok. Rorty’nin ifadesiyle “eğer özgürlüğe özen gösterirsek, hakikat ve iyilik kendi başlarının çaresine bakmasını bilirler.”