Biz yetişemedik, önceki kuşaklardan ise anımsayan çıkar mı, emin değilim. Siz de boşuna eski defterleri karıştırıp, kuru yere kurt düşürmeyin. Niyetim, bir zamanlar Bâb-ı Âlî’nin hemen arkasında bulunan Fatma Sultan Camii’nin ve bitişiğindeki Gümüşhanevî Dergâhı’nın başına gelenleri yazmak değil, ben sadece o dergâhın şeyh meşrutasında dünyaya gelen İsmail Sabri’den bahsetmek istiyorum.
İsmail Sabri’nin baba tarafından dedesi Gümüşhanevî Dergâhı’nın şeyhiydi ve çoluk çocuk dergâhın meşrutasında kalıyorlardı. Ama, şeyhimizin bir kış vaktinde duası okununca, oğlu Mehmed Fehim Efendi, zevcesi Emine Behice Hanım’ı, çocukları Mes’ude’yi ve İsmail Sabri’yi alıp, önce Sultanahmet’te kiraya, ardından da Peykhâne Sokağı’nda satın aldığı bir ahşaba çıkar. Buna nazaran, sekiz yaşındaki İsmail Sabri, elinde boyu kadar bir Türk bayrağıyla ilk Sultanahmet Mitingi’ne katıldığında, muhtemelen Halide Edip’in kürsüye çıktığı mahallin yakınlarındaki kira evindeydiler. O mitinge kendisinden dokuz yaş kadar büyük kuzeni Nâzım Hikmet de Kadıköyü’nden kalkıp gelmişti.
İsmail Sabri’nin kuzenlerinden sadece Nâzım Hikmet şöhretli değildir. Kâzım Karabekir ile kardeş torunlarıyken, Ali Fuat Cebesoy, Mehmet Ali Aybar ve Oktay Rifat ise diğer kuzenleriydi. Bana sorarsanız, aileden çarliston marka adam hiç çıkmamıştır, rap rap yürüyeni de solcusu da sıfır numaradır, derim. Biliyorum, artık frenleri boşalttınız, İsmail Sabri’nin kim olduğunu acayip merak ediyorsunuz. Ama önce kuzenlerinden Nâzım Hikmet’in ve Mehmet Ali Aybar’ın aksine, İsmail Sabri’nin, komünizme düşmanlığıyla bilindiğini söyleyeyim. Bu hakikata karşın, siz siz olun, Soğuk Savaş solcularının onun hakkında yazdıklarına da pek itibar etmeyin. İsmail Sabri, iplikçi karının kıçı gibi öten sağcılardan değildi, Kalamış’taki Todori’de, İdris Küçükömer, Sencer Divitçioğlu ve Demir Demirgil gibi genç solcu dostlarıyla birlikte demlenmekten hoşlanan, klasik müziğe ve de antikalara tutkun, ayrıksı bir iktisatçıydı. Hadi, daha fazla uzatmadan söyleyeyim: Sultanahmetli İsmail Sabri, efsane hoca ve mütefekkir Sabri F. Ülgener’dir.
Sabri F. Ülgener hocanın çocukluğunun geçtiği Sultanahmet’ten en ufak bir iz bile kalmadı. İsmail Sabri’den on altı yıl kadar sonraysa, Bucak aşiretinin reisi Osman Ağa’nın Sultanahmet’teki konağında, torun Osman Necmi Gürmen yaşama merhaba demişti. Yıllar önce “Ebem Kuşağı” ve “Kılıç Uykuda Vurulur” isimli romanlarıyla herkesi şaşkına çeviren Gürmen, Sultanahmet’teki konaklarını ve konaklarında yaşanan dramlarıysa yazmaya yirmi sekiz yıl aradan sonra dönüş yaptığı “Râna” isimli romanında anlatmıştır. Camiye yakın bir mesafede ve Akbıyık’ta olduğunu bildiğimiz bu konak da maalesef kayıptır. Akbıyık demişken, Mehmed Şevket Eygi’nin Kutlugün Sokak’taki evini ıskalamamamız gerekiyor. Görenlerin söylediğine göre, Eygi’nin ’80 yılında satın alıp yerleştiği daire, nadir kitaplarıyla ve paha biçilmez antikalarıyla bir müzeyi andırıyormuş. Evin patronunun ise, Eygi mi yoksa Eygi’nin çok sevdiği kedisi mi olduğu, şüpheliymiş.
Safiye Erol için Kadıköyü nasıl semt-i dildarsa, Eygi için de Sultanahmet öyle semt-i dildardır. Ama, günün birinde, dairesinin bulunduğu üç katlı ve 62 kapı numaralı Kutlu Apartmanı’nın Bizans dönemi yapılarından Magnaura’nın kalıntılarının üzerinde yükseldiği gerekçesiyle apartman sakinlerini tahliye etmeye kalkmazlar mı, Eygi’nin yaşam şevki kırılıverir. Sonunda, “Vefâtımda kedim sağ olursa, dostlarımdan biri ona sâhip çıksın, evine götürsün, ölünceye kadar baksın. Öldüğündeyse cesedini beyaz bir beze sarıp temiz bir yere gömsün. Mütevazı bir hayvandır. Az yer, çok sevgi ister,” şeklinde bir not karalayıp, dâr-ul-ukbâya hazırlanır.
Yıllardır Mehmed Şevket Eygi’nin kedisine ne olduğunu sorup dururum ama maalesef bir bilen çıkmamıştı . Geçenlerdeyse, Bâyezîd Kütüphânesi’nin İsmail Sâib Efendi’den sonraki tek kedi sever müdürü olan Ramazan Minder ile İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi hocalarından Prof. Dr. Aydın Gülan’ı ziyaret ettiğimizde, tesadüf bu ya, o kediyi şehr-i İstanbulumuzun son beyefendilerinden hocamızın sâhiplendiğini öğrenmez miyim, dünyalar benim oldu. Meraklılarına şunu da filim edeyim: Kedi Eygi’deyken ismi Kedi imiş, Aydın Hocamız ona bir de Emanet ismini vermiş. İster Kedi Emanet, isterseniz Emanet Kedi deyin, sevgiyle doyan o kedicik Aydın Hoca’nın evini hep bereketlendirmiş.
Kutlugün Sokak’tan çıkıp, Cağaloğlu’ndaki Cihansûz Apartmanı’nın önünde birazcık duralım. Tıp Fakültesi’nin dekanı Ord. Prof. Dr. Ekrem Şerif Egeli’nin kapısını çalıp, onlarla birlikte 30 Kasım 1952 gecesini yaşamak benim ruhumu çok acıtıyor ama, kaderi değiştiremiyoruz. O gece tıpta son sınıf öğrencisi olan yirmi üç yaşındaki oğulları Yaman, babasının 560 plakalı otomobilini alıp, arkadaşlarıyla birlikte Tarabya’da kafa dağıtmaya gider. Dönüşlerinde, saat 22.50 sularındayken, saatte yüz on kilometre kadar bir hızla Fransız mektebi Papillon’un önündeki viraja giren otomobil, önce elektrik direğine çarpıp yıkar, ardından da taş babalardan dördünü kırarak denize uçar. Çarpma esnasında arka kapılar açıldığından, arkada oturanlar otomobilden çıkmayı başarırlar. Ama, direksiyondaki Yaman ile yanında oturan Sümerbank memuru Halûk Kanat, kurtulamamışlardır. Yaman’ın bileğindeki saati tam 22.50’de durduran kazanın haberi Cihansûz Apartmanı’na ulaştığında, Ekrem Bey ve Vecihe Hanım yıkılırlar. Yaman’ın cenazesi 2 Aralık günü odasından saat 11.30’da alındığıysa, odasındaki masa saati de 11.30’da durur. Yaman, Edirnekapı’da ebedî uykusundayken, annesi Vecihe Hanım ise oğulcuğunun vefâtından tam dokuz yüz doksan üç gün sonra yurt dışına çıkıp, vaktiyle Yaman ile dolaştığı yerlerde onun anılarını arayışını kaleme almaya başlamıştır. Vecihe Hanım’ın o mersiyeleri, ’56 yılında derleyip, “Bir Yaman Vardı” ismiyle İsmail Akgün Matbaası’nda bastırdığını belirteyim.
’34 öncesinde Cağaloğlu’ndan Çarşıkapı’ya doğru yürüyen herkes, Hüseyin Ağa Camii’nin hemen karşısındaki Hoca Mehmed Şevketî Efendi’nin doğup büyüdüğü ahşabı bilirmiş. Çünkü, ulemâdan ve Bâyezîd Camii ders-i âmlarından Hoca Mehmed Şevketî Efendi, o daracık sokakta kırk veya elli kadar kedi besliyordur. Mehmed Şevketî Efendi 3 Ağustos 1934 akşamında vefât edince, sokağın kedileri kendilerini ciğerle besleyen sâhiplerini günlerce aç susuz beklemişler, sokağa her gireni Mehmed Şevketî Efendi sanmalarıysa, sebeb-i haybetleri olmuş. İsterseniz Bâyezîd Meydanı’nda oyalanmadan Gedikpaşa’dan aşağıya vurup, Kumkapı’nın ‘50’li yıllardaki meyhânelerinin birinde iki kadeh “domuz sıkısı” parlatalım. Biliyorum, çoğunuz Kör Agop diyecek ama, İstanbul sosyetesi birkaç yıldır orayı mesken tuttuğundan, artık meteliğe kurşun atan muharrirlere göre değildir. Çeşmede sırtınızı denize verdiğinizdeyse, karşıda, sol taraftaki sokağın köşesinde Yorgo vardır. Orada hesap yine kabarık gelirse de, asla Kör Agop’unkine benzemezmiş. Ancak, 6-7 Eylül hadisesi nüktedan ve kıçı kurtlu Yorgo’yu feci korkutur. Meyhâneyi kapatıp, gece gündüz, Kumkapı müdavimlerinin kendisini göremeyeceği Samatya’nın küplülerinde deveye binmeye başlar. Sonra Yunanistan’a gittiği ve orada bir deprem esnasında kalp krizinden öldüğü duyulur. Ne kadar doğrudur, bilmiyorum. Yorgo pılıyı pırtıyı toplayıp gidince, tavana astığı Orhan Veli’nin iskemlesi kaybolmuş, müşterileri ise hemen Minas’ın meyhânesine geçmişlerdir. Minas, yakın arkadaşı Kör Agop’un tam karşısındadır. Onun fasulye pilakisini ve ciğer yahnisini Kumkapı’da tatmayan yoktur. Yorgo’nun az ilerisindeki Çamur Şevket’in meyhânesi ise hemen her gece Beşiktaş Jimnastik Kulübü’nün gürültücü ekâbirleriyle dolup taştığından, masa bulmak mümkün değildir. Meydandan yukarı kıvrıldığında, karşınıza Nihat’ın meyhânesi çıkarsa da, muharrir takımı oradan uzak dururmuş. Hatice’yi bırakıp neticeye bakarsak, bilmeden Nihat’ta demlenenlerin bir iki ay boyunca cocort gibi gezdikeri muhakkaktır. Ha, bir de Tayyar Baba’nın balıkçı meyhânesi vardır. Demiryolunun altından geçip sokağa sapıldığında, sol tarafta basık tavanlı küçücük bir mekânmış. Meyhânenin tavanı boydan boya balıkçı ağlarıyla kaplı olduğundan, pavuryasından ıstakozuna ne kadar deniz mâliki varsa, hepsi ağların arasından müşterilere bakarmış. Tayyar Baba’nın da, omzunda peşkiriyle masaya gelip, rakı söyleyenlere,“O rakıyı nerenizle içeceksiniz?” diye sorduğunu Vefâ Zat’tan okumuştum. Küfür değildir ama, meyhâne adabını bilmeyen yüklü birinin, hele kafası azıcık da kıyaksa, kan dökmesi işten bile değildir.
Tayyar Baba haklıdır, rakı içmesini bilmiyorsan, masaya oturma. Çünkü, sık sık Gelibolulu Mustafa Âli’den alıntılayıp, benimle demleneceklere “Her gedâ fehm eylemez âyin-i cemdir bezm-i mey” diye tekrarlayıp dururum. Gelibolulu Mustafa Âli’ninki nasihatsa da, benimki uyarıdır. Bir içkiye rakı diyebilmemiz için, her şeyden önce alkol derecesi 50 olmalıdır, üzüm sumasından yapılmalıdır, anason miktarıysa litrede 1.8 ile 2.2 gram arasında olmalıdır. Elbette, Tekel döneminin sadece Kulüp ve Altınbaş rakılarına, rakı diyorum. Diğerlerinin katresini ağzıma sürdüğüm pek görülmüş şey değildir. Yetmez, rakı kendisine mahsus kadehte içilir. Bülbül ağzı, bâde, leylek boynu, tek, yüksük ve cur’adan. Limonata bardağı nasıl rakı kadehi oldu, anlamıyorum. Kıramayacağım birinin misafiriysem, asla limonata bardağında “Gıravatlı” içmem, meyhâneciden mutlaka yüksük kadeh isterim. Bu ayrıntı o kadar önemli ki, size Reşad Ekrem’in “huysuzluk” diye zikredilen terbiyesinden bir örnek vereceğim: Üstadımızın ara sıra Degütasyon’da demlenmeyi sevdiği biliniyor. Bir gün garson önüne yüksük kadeh yerine limonata bardağı koymaz mı, bizimki kudurup, “Çirkin ve uyduruk bir bid’at!” diye bağırmaya başlamış. Bir daha da Degütasyon’a adım atmadığı gibi, “İstanbul Ansiklopedisi” için “Degütasyon” maddesini başkasına yazdırmıştır. Bu kadarla bitmiyor, “Degütasyon” maddesinin yazarı mekânı övünce, buna kızan üstadımız maddenin altına bir de okkalı muhalefet şerhi düşmüş…