Adalet hem bireysel bir erdem hem de toplumsal-siyasal bir idealdir. Bireysel bir erdem olarak adalet kişinin bir karakter özelliğidir ve onun başkalarıyla ilişkilerinde kendisini gösterir. Başka insanlarla ilişkilerinde adaletin gereklerine uygun davranan, bu arada kendini gerçekleştirmeye odaklanan ve kimseye haksızlık yapmayan insan erdemli insan sayılır. Başta Aristoteles olmak üzere eski Yunan düşünürleri adaletin esas olarak bireysel bir erdem olduğunu düşünüyorlardı. Toplumsal-siyasal bir ideal olarak adalet ise siyasî ve hukukî kurumların adalete uygun olarak tasarlanması ve/veya düzenlenmesi gereğiyle ilgilidir. Yirminci yüzyılın önde gelen siyaset filozoflarından John Rawls’un (1921-2002) “Adalet toplumsal kurumların birinci erdemidir” derken kastettiği adaletin bu anlamıydı. Bu anlamda ‘adil toplum’ temel kurum ve mekanizmaları adil olan toplum demektir. Günümüzde gerek felsefî-ahlâkî söylemde gerekse kamu politikalarıyla ilgili tartışmalarda adalet daha çok bu anlamıyla gündeme gelmektedir.
Adaletle ilgili temel kavramlara daha yakından bakmadan önce, adaletin icaplarının ilgili özneler için bağlayıcı olduğunu, yani onlara yerine getirilmesi zorunlu ödevler yüklediğini belirtmek gerekir. Bu ödev veya yükümlülüklerin yerine getirilmesi muhataplarının takdirine bağlı değildir. Adaleti bazen ‘eksik ödev’ olarak da adlandırılan iyilikseverlikten ayıran temel özellik budur. Bu arada, siyasî adaletin de yönetenlerin yönetilenlere bir lütfu değil, onlara borçlu oldukları bir ödev olduğunu belirtmek gerekir.
Adalet ancak bu şekilde ‘mülkün temeli’ olabilir. Adalet neye hakkımız olduğuyla veya neyi hak ettiğimizle ilgili bir kavramdır. Bunu başkalarına neyi borçlu olduğumuz şeklinde de ifade edebiliriz. Bu anlayışın kökleri eski Roma hukukuna kadar geri gitmektedir. Nitekim altıncı yüzyılda İmparator Justinianus’un emriyle Romalı hukukçular tarafından hazırlanan ünlü Corpus Iuris Civilis adlı derlemenin bir parçasını oluşturan Digesta’nın Girişinde adalet hakkında şu özlü anlatım yer almaktadır: “Adalet herkese hakkı olanı veya hak ettiğini vermek konusundaki daimî ve sarsılmaz iradedir.”
BİREYSEL ADALET
Bireysel olarak, herkesin ‘hakkı olan’ın veya ‘hak ettiği’nin ne olduğu ise esas olarak iki düzeyde belirlenebilir. Birinci düzey her bir kişinin kendi çabası ve işlemleriyle neyi hak ettiğiyle, ikinci düzey ise her bir kişinin kendi çabalarından bağımsız olarak sırf insan olmak itibariyle neyi hak ettiğiyle ilgilidir. Birinci düzeydeki hak ediş kişilerin geçmiş performanslarına göre belirlenir; yani kişilerin neyi hak ettikleri geçmişte yapıp ettiklerine bağlı olarak değişkenlik gösterir. Çünkü adalet prensip olarak geleceğe değil geçmişe dönük bir kavramdır. Bu demektir ki, genel bir fikir olarak, adaletin konusu bizim gelecekte ne olacağımız veya ne olmamız gerektiği değildir; aksine adalet bugün sahip olduklarımızı geçmişte yapıp ettiklerimizle hak edip etmediğimiz veya ne ölçüde hak ettiğimiz meselesidir.
Bu anlamda, kişiler kendi çabalarıyla meşru yoldan ürettiklerini veya kazandıklarını hak ederler, yani onlar üzerinde hak sahibi olurlar. Kişiler geçmişte üretken bir şekilde çalışarak, başkalarına yararlı bir şey keşif veya icat ederek yahut bir iş kurup herkesin yararlandığı mal ve hizmetler üreterek ücret, kâr veya duruma göre başka bir ödülü hak ederler. Başkaları veya toplum bu hak edişlerin karşılığını ilgili kişiye vermekle yükümlüdürler.
Bu arada hak ediş iki yönlüdür; insanlar her zaman ödülü değil, bazen de ne yaptıklarına bağlı olarak bir müeyyideye uğratılmayı hak ederler. Kişi suç işlemiş veya başkalarına kasıtlı olarak zarar vermişse, bunun karşılığını duruma göre cezayla veya aynen iadeyle, zararın tamir ve telâfisi veya tazmini yoluyla ödemekle yükümlü olur. Kişilerin hak edişleri bazen de sözleşme ilişkisinden kaynaklanır, sözleşme yapmak suretiyle kişiler kendi iradeleriyle karşılıklı hak ve yükümlülükler üstlenirler. Tarafların bu hak ve yükümlülüklere riayet etmeleri adaletin gereğidir.
Hak edişin ikinci düzeyi kişinin kendi çabasından bağımsızdır. Bu düzeyde bireylerin hak edişleri geçmişte yapıp ettiklerine değil de sırf ‘insan’ olarak var olmalarına bağlıdır. Kişilerin bu şekilde sırf insan olmalarından dolayı hak ettiklerine ‘insan hakları’ diyoruz. İnsan haklarının kaynağı bireylerin sırf insan olmaları olduğundan, onlar bu haklara özel ilişki ve statülerinden bağımsız olarak doğaları icabı sahiptirler. Onun için, insan haklarının neler oldukları, esas olarak, herhangi bir insan veya kurumun başka herhangi bir insana neyi borçlu olduklarına bakarak belirlenebilir. Aralarındaki -varsa- özel ilişki veya yakınlıktan bağımsız olarak herhangi bir kişinin başka herhangi bir kişiye karşı pozitif bir edim borcu yoktur; herhangi iki insanın bir diğerine olan yegâne borcu birbirlerine cebrî olarak müdahale etmekten kaçınmaktır.
Soyut olarak, yani herhangi bir kişinin aralarında özel bir bağ veya ilişki bulunmayan herhangi bir başka kişiye karşı, ona keyfî olarak müdahale etmemek, onun özgürlük ve haklarını çiğnememek ve mal-mülküne zarar vermemekten başka bir borcu veya yükümlülüğü yoktur. Başka bir deyişle, herhangi bir kişi başka herhangi bir kişiye bir yarar veya avantaj sağlamakla, ona yardım etmek veya hizmet etmekle yükümlü değildir. Kısaca kişiler arasında genel bir pozitif ödevden söz edilemez. Bu negatif adalet adaletin ilk ve en genel anlamıdır ve özgürlük hakları veya özgürlükten türeyen haklar anlamında insan haklarının da dayanağını oluşturur.
Bunun için gerekli donanıma veya imkâna sahip olmaları şartıyla, kişilerin ihtiyaç içinde olan başkalarına yardım etmeleri veya onları desteklemeleri ahlâkî olarak elbette tavsiyeye şayandır ama bu adaletin bir buyruğu değildir. Çünkü adalet ve insan hakları ‘’iyi insan’’ olmak meselesi değil, birer hak ve hak ediş meselesidir. Haklar ise yükümlü veya ödevlinin aksine hareket etmesi halinde gereği zorla yerine getirilebilen iddialardır. Böylece, insan hakları esas olarak özgürlük hakları veya özgürlükten türeyen haklardır.
KURUMSAL ADALET
Yukarıda adaletin sadece bireysel düzeyde değil toplumsal-siyasal düzeyde de karşılığı olduğunu belirtmiştim. Dolayısıyla adalet toplumun temel kurum ve mekanizmalarının adil olacak şekilde düzenlenmesini ve işletilmesini gerektirir. Bu da kurumsal düzenlemenin özgürlük, eşitlik ve usul hakkaniyeti ilkelerine göre yapılmasıyla sağlanabilir. Böylece bu üç ilke kurumsal adaletin başlıca gerekleri olarak ortaya çıkmaktadır.
1- Özgürlük: Bireylerin dokunulmazlığını ve tercih özgürlüğünü koruyan özgürlük kendi başına bir değer ve ideal olduğu kadar, adaletin de bir gereğidir. Adil toplum en başta bireysel özgürlüğü güvence altına alan kurumlara sahip olan toplumdur. Adaletin bir gereği olarak özgürlük, daha önce belirtildiği gibi, kişileri ve onların mal varlıklarını dışarıdan (kamu otoritelerinden veya diğer kişilerden) gelebilecek keyfî müdahalelerden korur. Özgürlük (ve ondan türeyen haklar) kendilerine sağladığı bu dokunulmazlık sayesinde kişilerin kendilerini geliştirmelerinin ve hayatı kendileri için anlamlı kılacak projelerini gerçekleştirmelerinin zeminini oluşturur.
2- Eşitlik: Eşitlikçi kurumlar, hakları ve meşru çıkarları söz konusu olduğunda kişilere eşit muamele edilmesi, onlar arasında keyfî ayrım yapılmaması için gereklidir. Eşit muamele eşit yurttaşlığın ve kişilerin kamu otoriteleri karşısında eşit muamele görme ve hak eşitliğinin garantisidir. Kişilere karşı ayrımcılık yapılmaması benzer durumlara benzer muamele edilmesi ilkesiyle de yakından ilgilidir. Bu çerçevede başta hukuk olmak üzere kamusal kuralların yapısal özellikleri bakımından bu ilkeye uygun olmaları, yani farklı davranmayı gerektiren haklı bir neden olmadığı sürece benzer durumları benzer hükümlere bağlamaları gerekir.
3- Usul Adaleti: Adalet sadece kişinin yapıp-ettikleriyle neyi (hangi ödül, kazanç, getiri veya müeyyideyi) elde ettiğiyle, yani sonuçla değil, bazen de o sonuca götüren usulle ilgilidir. Onun için özellikle kamusal kurumların (hukuk dahil) işleyişinin hakkaniyetli usullere dayanması adaletin gereğidir. Bu çerçevede, kamusal işlem süreçlerinde izlenen usul hakkaniyete uygun olması şartıyla, sürecin ürettiği sonuçlara prensip olarak itiraz edilememesi gerekir. Ancak süreç adaletinin sonuçların eşitliğini garanti etmeyeceğine dikkat edilmelidir. Usulün hakkaniyete uygun olması ise en başta kuralların adil olmasına (prensip olarak, herkesin aynı kurallara tâbi olmasına) ve ayrımsız bir şekilde uygulanmalarına bağlıdır.
Usul adaletinin (yargılama etkinliği dahil) uyuşmazlık çözme süreçlerine özgü olan türüne ‘usulî hakkaniyet’ denmektedir. Usulî hakkaniyetin genel olarak kabul edilen üç ilkesi vardır: eşit muamele, tarafsızlık, söz hakkı. Eşit muamele benzer durumlara benzer, farklı durumlara farklı muamele edilmesini (farklı kural uygulanmasını); tarafsızlık uyuşmazlığı çözen öznenin taraflar arasında keyfî ayrım yapmamasını; söz hakkı ise uyuşmazlığın çözümünden durumları etkilenecek olanların çözüm sürecine kendi iddia ve kanıtlarıyla tam olarak katılabilmelerini gerektirir. Günümüzde hukuk uygulamasında usulî hakkaniyetin gerekleri daha çok ‘adil yargılama’ terimiyle ifade edilmektedir.
ORTAK İŞLERDE ADALET
‘Ortak işler’den kasıt ortaklaşa yürütülen işler, yani kişilerin başka kişilerle işbirliği halinde veya birden fazla kişinin ortak çabasıyla yürütülen iş ve girişimlerdir. Bu gibi iş veya girişimlerde adalet ortak yükün ve bu yolla üretilen değerlerin katılanlar arasında nasıl paylaşılacağıyla ilgilidir. Bu konuda önerilmiş olan ve aşağıda özetlenen belli başlı çözümlerin hepsi, farklı olarak adlandırılmış olsalar da, aynı temel düşünceye dayanmaktadır.
1- ‘Nimet-Külfet Dengesi’: Ortaklaşa yürütülen iş ve girişimlerde temel adalet ilkesi geleneksel olarak ‘nimet-külfet dengesi’ terimiyle ifade edilir. Burada ‘denge’ kelimesiyle katlanılan ‘külfet’ ile elde edilen ‘nimet’ (getiri, kazanç) arasında bir orantı olması gerektiği kastedilir. Başka bir deyişle, birden fazla kişinin katkısıyla yürütülen işlerin getirisinin dağılımında hakkaniyet ölçüsü olarak ‘nimet/külfet oranı’nın alınması öngörülmektedir. Buna göre herkes ortak üründen katlandığı külfet oranında pay almalıdır.
Şu var ki, soyut olarak doğru olan bu ilkenin küçük-ölçekli ortak girişimlerden ulusal toplum ölçeğine doğru gidildikçe pratik uygulanabilirliği azalmaktadır. Esasen toplumsal hayat büyük ölçüde işbirliğine dayanmakla beraber, bu tek bir örgütsel yapı içinde ve belirlenmiş roller çerçevesinde hiyerarşik olarak gerçekleşen tekdüze bir işbirliği değildir. Toplum bu anlamda bir organizasyon veya işletme olmayıp, değişik ölçeklerde ve farklı düzlemlerde gerçekleşen milyonlarca üretken işbirliklerinin oluşturduğu karmaşık bir yapıdır. Bu bakımdan, ‘nimet-külfet dengesi’nin bütün bir toplumun siyasî kurumlarının adil bir şekilde düzenlenmesine gerçekten kılavuzluk edebileceği kuşkuludur.
2- ‘Karşılıklı Yarar Olarak Adalet’: Öte yandan, karşılıklı yarar olarak adalet görüşü de, benzer şekilde, işbirliğinin katılanların hepsinin yararına olacağını ve bu yolla yaratılan artı değerden sadece onun yaratılmasına bizzat katılmış olanların yararlanacağını varsayar. Değer üretimine katkı yapabilecek durumda olduğu halde bunu yapmaktan kaçınanların toplumsal işbirliğinin avantajlarından yararlanmayı hak etmediğini kabul etmesi açısından, ‘karşılıklı yarar olarak adalet’ görüşünün ‘nimet-külfet dengesi’ görüşünü tamamladığı söylenebilir.
3- Nihayet Adil Oyun (fair play) ilkesi de temelde aynı düşünceyi yansıtmaktadır: Bir ortak girişimin nimetlerini kabul eden kişi kendisine düşen külfet payını da üstlenmekle yükümlüdür, bu girişimin yararlarından sadece onun külfetine katlananların yararlanması gerekir. İşbirliği yapmaktan kaçınarak bedava nimetlerden yararlanmak (free riding) hakkaniyetle bağdaşmaz. Adil bir ‘oyun’da her bir katılımcının diğer katılımcılardan girişimin külfetlerinden kendi paylarına düşeni üstlenmelerini talep etme hakkı vardır. (Bu arada, mecazi değil de gerçek anlamda ‘oyun’lar söz konusu olduğunda ‘külfet’ kavramı kuralların gerektirdiği kısıtlamalara uymak şeklinde de ortaya çıkabilir).