SEDAT PALUT | KARAR
Aybike Ertürk’ün üçüncü romanı ‘Kibirli Palmiye’ Destek Yayınları tarafından okurla buluşturuldu. Yazar romanında okurlarını ‘kaybedenlerin’, kaybettikçe zalimleşenlerin, sığınacak bir yer bulamayınca yollara düşenlerin ve yolu kesişenlerin hikâyesi üzerinden aile ilişkilerini sorguluyor. Geçmişe takılıp kalan taksici Osman’ın, annesiyle hesaplaşmak isteyen Ahu’nun ve 12 yaşındaki mendil satıcısı Melek’in bir mezarlıkta karşılaşmalarıyla başlayan kara yolculuğunda kendinden kaçanların ruhlarına eğilen yazarla KARAR okuyucuları için konuştuk.
Bir yol hikâyesi olan kitabınızda, farklı sebeplerle yolları kesişen Osman, Ahu ve Melek’in yaşadıklarını okurken aslında hepsinin geçmişe ne kadar takılıp kaldığını görüyoruz. Özellikle Ahu’nun. Aile, büyük bir yara kahramanlarınız için. Acaba bu toplum aileye olması gerekenden daha fazla mı anlam yüklüyor yoksa bu Doğu toplumları için normal bir durum mu size göre?
Her birimiz bu dünyanın kurallarını önce kendi küçük dünyamıza gözlerimizi açtığımızda öğreniyoruz ve uzun yıllar bu bizim tek gerçekliğimiz oluyor. Bir çocuk için dünya ailesinden ibaret. Doğu toplumlarında aileye daha fazla anlam yüklendiği muhakkak. Ancak, hangi toplumda olursa olsun, sağlıklı bireyler olabilmemiz için ihtiyacımız olan en kıymetli şey sevgi. Bir çocuk, annesinin gözlerinde tanırmış ve severmiş kendini. Ailesi tarafından sevgi görmemiş birinin kendini sevmesi mümkün olabilir mi? Kaygılarımızın, korkularımızın, mutsuzluklarımızın, bir türlü kurtulamadığımız o yetersizlik hissinin şifreleri çocukluğumuzda gizli. Kitaptaki kahramanların ortak özelliği, ailelerinin dibinde yabani birer ot gibi bitmeleri. Kimse yetiştirmemiş, kimse onların hayrını düşünmemiş. Yok sayılmışlar aileleri tarafından ve bilinçsizce de olsa yok olarak intikam alıyorlar onlardan. Ahu sevgi, Melek güven, Osman da saygı peşinde düşüyor bu yolculukta. Eksikliğini en çok hissettikleri yerden tamamlamaya çalışıyorlar kendilerini. Dolayısıyla evet, geçmişlerine takılmış durumdalar çünkü geçmişin düğümlerini çözemeden geleceğe ilmek atamıyorlar.
Osman atanamayan bir öğretmen. Korsan taksicilik yapıyor. Genç olmasına rağmen gelecekten çok umutsuz. Hatta romanın bir yerinde şöyle söylüyor: “Ben para değil, insanların saygısını istiyorum.” Günümüz gençliği ile kıyaslandığında fazla idealize edilmiş bir cümle değil mi bu, ne dersiniz?
Osman, Mardin’den İstanbul’a göç etmiş, geçimini midyecilikle sağlayan kalabalık bir ailenin çocuğu. Gece gündüz midye doldurulan bir evde, Osman’ın içini de kendi gerçekleştiremediği hayalleriyle doldurmaya çalışıyor babası. Çocukluğundan beri okuyarak sınıf atlayacağına inandırılmış Osman. Sonuç ise büyük bir hüsran. Önümüz arkamız sağımız solumuz, Osman gibi gençlerle dolu. İçi boş içeriklerin altın çağını yaşadığı şu günlerde çoğu genç, eğitimin, dürüst ve çalışkan bir insan olmanın hayat yarışında sizi öne geçireceğine dair inancını kaybetti. Zaman çok hızlı akıyor ve maalesef hayat, dörtlülerini yakıp sizin yetişmenizi bekleyen bir otobüs şoförü kadar vicdanlı davranmıyor. Aslında tam da bu noktada, günümüz gençliğinin yaşadığı problemlere karşı bir sistem eleştirisi Osman’ın bu cümlesi. Çünkü hemen ardından ekliyor ve cüzdanı boş olduğunda saygınlığının üç kuruş etmediğinden dem vuruyor. Osman, gençlerin bugün yaşadığı hayal kırıklığını, umutsuzluğunu kendi dramı üzerinden aktarıyor bizlere.
ÜNLÜ OLMA ARZUSU ARTIK ÜRKÜTÜCÜ BOYUTTA
Romanınızda ünlü olma durumu da dikkat çekiyor. Ahu’nun ailesi kızını ünlü yapabilmek için oldukça çaba gösteriyor. Geçenlerde bir güzellik yarışmasında 18 yaşın atında olup da dereceye girenlerin olması tartışma yaratmıştı. Genel olarak sonuçları trajik olmasına rağmen insanların ünlü ve görünür olma çabasını nasıl yorumluyorsunuz?
Etrafımıza baktığımızda bunun o kadar çok örneğine rastlıyoruz ki. Ebeveynler, duygusal ihtiyaçlarını gözetmeksizin çocuklarını kullanarak, kötü sonla bitmiş hikayelerine bir devam filmi çekmeye çalışıyorlar. Genelde sonuç her iki tarafı da büyük bir mutsuzluğa sürüklüyor. Çok farklı hayatlar yaşayıp çok farklı karakterler olsalar da Ahu ve Osman’ın en büyük ortak noktası aileleri tarafından birer kurtarıcı olarak görülmeleri. Tıpkı Osman’ın babası gibi Ahu’nun annesi de kızının içine kendi hayallerini tıkıştırıyor. Üstelik bunu yaparken Ahu’nun narin ruhunun dikişlerinin patladığının bile farkında değil. Öylesine bir hırs, öylesine bir körlük hali. Ahu, eğer ünlü bir oyuncu olursa, herkes onu severse, annesinin sevgisini ve takdirini de kazanacağını düşünüyor. Ünlü olma arzusunun temelinde yatan en büyük neden sevgi ve ilgi arayışı sanırım. Başkalarının sevgiyle bakan gözlerinde kendilerini görüp bu yolla kendilerini de daha çok sevebilecekler belki de. Bu arada ünlü olmayı istemekte bir sakınca yok bence. İşini hakkıyla yapan, çok çalışan ve hayatını bu uğurda feda eden birçok ünlü müzisyen, sporcu, sanatçı var ve bunun sonucunda da haklı bir şöhrete sahip oluyorlar. Ünlü sıfatı işlerini layıkıyla icra etmenin doğal bir sonucu olarak geliyor isimlerinin önüne. Esas sıkıntı nasıl olduğuna bakmaksızın sadece ünlü olmayı istemek. Bu noktada biri çıkıyor burnuna hardal sıkıyor bir diğeri ise canlı yayında takipçisinin teklif ettiği bin dolar karşılığında sevgilisini balkona kilitleyip hipotermiden ölmesine neden oluyor. İşte böylesine bir ünlü olma arzusu çok trajik ve ürkütücü.
KÖTÜLÜĞÜ HAK GÖREN İNSANLARLA ÇEVRİLİYİZ
Romanınızdaki şu cümle oldukça dikkat çekici: “Hayatta kalmak için hepimiz birilerine kötülük ediyoruz.” Ekranlarda, sosyal medyada insanların birbirlerine, hayvanlara nasıl kötülük yaptıklarını içeren videolar izliyoruz. Bu kötücül ruh hali, modern yaşamın bir armağanı mı?
İnsanlık tarihi savaşlar ve vahşetle dolu. Çağlardan beri iyilik ve kötülük kavramları her sanatçının kariyerinin bir döneminde mutlaka meşgul etmiştir zihnini. Ama bir gerçek var ki dünyanın kendisi, kötülük konusunda çoğu sanatçıdan daha yaratıcı. Modern yaşamın araçlarının dünyada yaşanan vahşeti daha görünür kıldığına inanıyorum. Galiba kötülük söz konusu olduğunda yeterince dürüst davranamıyoruz kendimize. Kitabın kahramanları Ahu, Osman ve Melek herkes kadar iyi, herkes kadar kötüler aslında. Ne bir eksik ne bir fazla. Yeri geliyor üç kurban yeri geliyor kuyrukları birbirine dolanmış üç şeytan olarak çıkıyorlar karşımıza. Tıpkı onlar gibi fazlasıyla iyilik yapıp kötülüğe hak gören insanlarla çevrili etrafımız. Bana kalırsa gerçek iyiler, içindeki karanlığı kabullenip onu zapt etmeyi bilenler.